GüncelMakaleler

POLİTİK-GÜNDEM | Yeni Sürece Göre Konumlanma: Değişimde ısrar, devrimde ısrardır!

Kimi ilerici ve hatta devrimci çevrelerde bu hatanın yapılmasının nedeni, Türk hakim sınıflarının emperyalist sermayeyle bağlantılı olarak kendi içindeki iktidar mücadelesini doğru analiz edememek vardır.

Geride bıraktığımız hafta emperyalistler arasında Ukrayna’da “vekalet savaşı”nın tüm hızı ve sertliğiyle devam ettiği ve Rusya’da yaşanan tasfiye operasyonunun gölgesinde, emperyalist kamplaşmanın yeni adımlarının da atıldığı bir süreç oldu.

Rusya’da paramiliter bir örgütün göz önünde olan liderinin “uçak kazası” adı altında öldürülerek tasfiye edilmesi gündem olurken, arka planda emperyalistler arasındaki çelişkilerin derinleşmesine paralel gelişmeler çok gündem olmadı.

Rusya’da çok değil iki ay önce iktidara karşı silahlı bir güç gösterisi yapan Wagner liderinin öldürülerek tasfiye edilmesi, bu tür kullanışlı aparatların sıklıkla başına gelen bir tasfiye yöntemi olduğundan ayrıca uzun uzadıya üzerinde durmak gerekli değil. Örneklerini Türkiye’de de gördüğümüz bu türden tasfiye yöntemleri, burjuva devlet aygıtının genel işleyişine uygundur. Burjuva demokrasisinin var olduğu ülkelerde de, Türkiye gibi faşist diktatörlükle yönetilen ülkelerde de bu türden kişi ve örgütler, her türlü “iş”te kullanılır, yeri ve zamanı geldiğinde ise benzer yöntemlerle tasfiye edilir. Bu anlamıyla yaşananlar, burjuva sınıf iktidarlarının doğasına uygundur.

Bu tasfiye operasyonu ulusal ve uluslararası medyada yoğun bir şekilde gündeme getirildi ve tartışıldı. Bunda “olay”ın magazinel boyutu etkili olsa da arka planda emperyalistler arasında süregelen çelişkinin etkilerini görmek mümkündür. ABD ve AB ile Rusya emperyalistleri arasında Ukrayna’da yaşanan savaşın ortaya çıkardığı “pata pat durum”, her iki emperyalist bloğun medya üzerinden yoğun bir dezenformasyon kampanyasıyla birlikte yürütülmektedir.

Emperyalistler arası kamplaşmanın yeni adımları ise BRICS zirvesi olarak bilinen üç günlük toplantının Güney Afrika’da yapılmasıyla atıldı. Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika’dan oluşan BRICS; hem tartıştığı hem de hedef olarak önüne koyduğu planlar itibariyle, ABD emperyalizminin hegemonyasına bir itiraz olarak şekilleniyor. Her ne kadar toplantıya katılan Brezilya Cumhurbaşkanı Lula da Silva, “G7, G20 ya da ABD’nin karşıtı olmak istemiyoruz. Biz sadece kendimizi örgütlemek istiyoruz” (22 Ağustos) ifadelerini kullanmış olsa da bu türden saflaşmaların emperyalistler arası süregelen çelişkilerin ve artan rekabetin bir sonucu olarak şekillendiği biliniyor. BRICS; örgütlenmesiyle Çin ve Rusya emperyalistlerinin emperyalistler arası pazar mücadelesinde mevzi kazanmayı hedefledikleri bir sır değil.

Emperyalistler arasında derinleşen çelişkinin bir diğer göstergesi ise ABD emperyalizminin Çin’i çevreleme stratejisi çerçevesinde Güney Kore ve Japonya ile Camp David zirvesi gerçekleştirmesi olarak şekillendi. Toplantı ABD emperyalizmi açısından “Kuzey Kore tehdidi” olarak gerekçelendirilse de, bu adımların uzun vadede Asya Pasifik’te Çin emperyalizmini hedefleyen bir “Asya NATO”su kurulmasının hedeflendiği açıktır.

Nitekim Çin emperyalizmi bu amacın farkındadır ve yapılan toplantıyı açıktan kınamıştır. Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Vang Vınbin, “Çin, ilgili ülkelerin, dışlayıcı gruplar oluşturmasına, ihtilafları artıracak ve diğer ülkelerin stratejik güvenliğine zarar verecek adımlar atmasına karşıdır” ifadesini kullanmaktadır. (17 Ağustos) Dahası Çin “Komünist” Partisi’nin yayın organı Global Times gazetesinde yer alan yorum yazısında Camp David’de ABD emperyalizmi önderliğinde yapılan üçlü zirvenin “yeni bir soğuk savaşın trompetlerini çaldığı”, bunun “Kuzeydoğu Asya ve tüm dünya için uğursuz bir işaret olduğu” yorumları yapılmaktadır.

ABD ve Çin emperyalizmi arasında giderek safların netleşmesi sadece bu son örnekte olduğu gibi değil, örneğin ABD emperyalizminin Tayvan meselesini kendi çıkarları için kullanması, Filipinler’de yeni askeri üsler kurması şeklinde sürdürülmektedir. Dahası ABD emperyalizmi kendi çıkarları açısından bölgede bir tehdit olarak gördüğü Filipinler Komünist Partisi kadrolarına ve Yeni Halk Ordusu savaşçılarına yönelik, Filipin devletiyle ortak bir şekilde katliam saldırıları gerçekleştirmektedir. Amaç olası bir savaş durumunda bölgede gerçekten muhalif olan ilerici güçlerin daha şimdiden tasfiye edilmesidir.

Çin emperyalizminin ise bu adımlara yanıtı sadece söylem düzeyinde değil, Çin anakarası dışında örneğin Afrika’da “güler yüzlü emperyalizm” ile yeni pazar alanlarına açılarak mevzilerini tahkim etmekte ya da Tayvan’ın kuzeyi ve güneybatısındaki hava sahası ve sularında deniz ve hava kuvvetleri unsurlarının katıldığı askeri tatbikat düzenleyerek yanıt olmaktadır.

Özetle emperyalist kapitalist sistem özel mülkiyet rejiminin ve aşırı kâr hırsının doğrudan bir sonucu olarak kendi içinde yeni bir paylaşım savaşına doğru yol almaktadır. Ukrayna’da yaşanan savaş, emperyalist sistem içinde halihazırda çelişkilerin içinde bulunduğu seviyeyi göstermesinin yanında, asıl olarak ABD ve Çin emperyalizmi arasındaki çelişki ve rekabetin giderek artan işaretleri yaşanmaktadır. Bu durumumun yeni bir emperyalist paylaşım savaşına yol açıp açmayacağı henüz belirsizliğini korurken Ukrayna örneğinde Avrupa’da, Ortadoğu’da Afrika’da vekalet savaşları tüm hızıyla sürmektedir.

“İnşallah Türkiye değişmez”den “malı götürme”ye…

Türk hakim sınıfları emperyalistler arasında giderek daha da belirginleşen bu çelişkilere göre kendilerini konumlandırmaya çalışmaktadır. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından kendi içinde belli bir istikrar yakaladığını düşünen TC rejimi, yeni atanan bakanlar kabinesiyle “krizleri fırsata çevirme” adımları atmaktadır.

TC Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Irak, Irak Kürdistanı ve ardından Ukrayna ziyaretleri bölgede bir NATO üyesi devlet olarak TC’nin inisiyatif alma çabası olarak değerlendirilmelidir. Bu ziyaretlerde coğrafyamız sınıf mücadelesi açısından dikkate alınması gereken husus, TC faşizminin sadece emperyalistler arası yaşanan krizden kendi çıkarları açısından faydalanma değil, aynı zamanda Kürt ulusal kazanımlarına yönelik tarihsel düşmanlığını güncelleme adımlarıdır.

TC devletinin Rojava’ya yönelik sistemleşen saldırılarının yanında Medya Savunma Alanları’na yönelik işgal saldırısını -bütün kayıplarına rağmen- ısrarla sürdürmesinin ardında bu gerçek yatmaktadır. Bölgede özellikle KDP ile geliştirilen ilişkiler, Kürt Ulusal Özgürlük Hareketini gerileterek kontrol altına almayı ve giderek tümden tasfiye etmeyi amaçlamaktadır.

TC açısından bu olgu kendilerinin de açıklıkla ifade ettiği üzere bir “beka sorunu”dur ve stratejiktir. TC faşizmi dünya çapında emperyalistler arasında yaşanan sürecin farkındadır ve bu sürece göre kendini konumlandırmaya ve dahası olası gelişmelerden kendi çıkarları açısından azami oranda yararlanmayı hedeflemektedir. Nitekim başkanlık seçimi sonrasında faşist Devlet Bahçeli’nin “Önümüzdeki günlerde çok şey değişecektir, her şey değişecektir. Öyle gözüküyor. İnşallah Türkiye değişmez” açıklaması bu gerçeğe işaret etmektedir. (28 Mayıs)

Bu sözler, Türk hakim sınıf sözcülerinin dünya çapında yaşanan gelişmelerin farkında olduklarını ve fakat bu değişimlerin kendi sınıfsal çıkarlarına zarar verecek bir değişime karşı hazırlandıklarını göstermektedir. “Yüzyıllık değişmeyen Türkiye”de başta işçi sınıfının sömürüsü olmak üzere Kürt ulusu ve azınlık milliyetlere, Alevilere, kadınlara, LGBTİ+lara, doğaya ve çevreye yaşatılanlar ortadır. TC, yüzyıllık tarihinde bir avuç komprador burjuva ve toprak ağası dışında, Türkiye halkına yönelik bir sömürü ve katliam rejimi olarak kendini var etmiştir. İşçi sınıfının grevlerinin yasaklanmasından grevlerinin kanla bastırılmasına, Kürt katliamlarından Maraş, Çorum, Sivas gibi Alevi katliamlarına kadar bir dizi kanlı pratikle kendini var etmiştir. Askeri darbelerle binlerce insanın katledilmesi, yüzbinlerce insanın işkenceden geçirilmesi, milyonlarca insanın hapsedilmesi sağlanmıştır. Coğrafyamızda bütün ilerici ve devrimci dinamikler faşist terörle ezilmek istenmiştir.

Dahası içerde bu saldırganlık yetmemiş, emperyalist sermayenin, komprador burjuvazi ve büyük toprak ağalarının bölgesel çıkarları adına coğrafyamızda sınır ötesi birçok katliama imza atılmıştır. Kıbrıs’ın işgalinden, Suriye iç savaşına müdahil olmaya, Rojava’ya dönük askeri saldırganlıktan, ambargoya, Irak Kürdistanı’nda kalıcı askeri üsler kurmaktan, Karabağ savaşında Azerbaycan’a destek sunmaya kadar bir dizi katliamcı saldırganlık bu “değişmezliğe” eşlik etmiştir.

Kısaca yüzyıllık TC rejimi kurulduğu günden itibaren, emperyalist sermayenin ve bir avuç komprador burjuva ve büyük toprak ağalarının sınıfsal çıkarlarını temsil etmekle yetinmemiş, her fırsat ve koşulda, özellikle emperyalist kapitalist sistemin “yeni yönelim”lerine ya da emperyalistler arasında kriz ve dalaşlara göre kendini yeniden örgütlemiştir. Rejim ikinci yüzyılına doğru yol alırken bir kez daha bu “statükoyu” koruma amacındadır.

“İnşallah Türkiye değişmez”le ifade edilen Türkiye gerçeği, Kibariye’nin doğrudan Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan’ın yüzüne söylediği “malı götürdük” sözünde anlam bulmaktadır. Her ne kadar, Kibariye bu sözle kendi kazandığı parayı ifade etse de, ortaya çıkan tablo bir gerçeğe işaret etmektedir. AKP aracılığıyla Türk hakim sınıflarının en yukarıdan tabana kadar “malı götürme” üzerinden kendini örgütlediklerine işaret etmektedir.

Türk hakim sınıfları, AKP sayesinde “malı götürmüş”tür. Son açıklanan faiz artırımı kararıyla da “malı götürmeyi” sürdürmektedir. Dün faizleri düşük tutarak kendi yandaşlarına kaynak aktaranlar, “Kur Korumalı Mevduat” sistemiyle vurgun üstüne vurgun yapanlar, bugün faizleri artırarak bir kez daha “malı götürmüş”lerdir. Her iki durumda da uygulanan ekonomik politikalarla, bir avuç parababası dışında kalan geniş emekçi halk yığınları daha da yoksullaştırılmıştır. Bu politikaların kimi Kemalist çevrelerin tanımıyla “liyakatsizlikle”, “ekonomiden anlamamakla” ilgisi yoktur. Tam anlamıyla bir soygun, talan ve çökme rejiminin doğrudan sonucudur. Her durumda “kasa kazanmış” ve geniş halk yığınları daha da yoksullaşırken, “malı götüren”ler ise götürmeye devam etmiştir.

Nitekim İsviçre merkezli banka Credit Suisse’nin yayınladığı rapora göre Türkiye’deki toplam 1 trilyon 41 milyar dolarlık servetin yüzde 40’a yakın kısmı nüfusun sadece yüzde 1’lik kesiminin, yüzde 69.8’lik kısmı da yüzde 10’luk dilimin elinde olduğu ifade edilmektedir. (20 Ağustos)

Bu tablo coğrafyamızda milyonlarca insanın yüksek enflasyon koşullarında alım gücünü düştüğü, beslenme, barınma, ulaşım gibi en temel yaşam haklarına ulaşımında ciddi sorunlar yaşadığı, çalışma yaşamında ise başta iş cinayetleri olmak üzere yoğun bir sömürünün yaşandığı koşullarda, Sabancı ailesinden bir zenginin akşam yemeği için Yunanistan adasına botla giderken kaza yapmasıyla tamamlanmaktadır. Milyonlarca insan son derece bilinçli olarak uygulanan ekonomik politikalarla daha da yoksullaştırılır ve hali hazırda geçinmek için ay sonunu getiremezken, bir avuç zengin ise halktan gasp ettikleriyle lüks içinde yaşamaktadır.

Birleşik devrimci mücadelede sebat etme!

İşte “İnşallah Türkiye değişmez” derken değişmesi istenmeyen tablo budur. Öte yandan “İnşallah Türkiye değişmez” olarak ifade edilen bu temenni aynı zamanda duyulan sınıfsal korkuyu da ifade etmektedir. Bu korkunun gerçek olduğu seçim sürecinde burjuva muhalefetin “aman sokağa çıkmayın” propagandasında da yaşanmıştır. Halk kitlelerinin örgütlenmesi ve kendi hakkını araması, dahası “malı götüren”lere karşı isyan etmesi, iktidarı ve muhalefetiyle bütün hakim sınıf kliklerinin sınıfsal korkusudur.

Seçim sürecinde özellikle burjuva muhalefetin adayının arkasında yedeklenen ilerici ve hatta devrimci kimi öznelerin seçimin kaybedilmesi sonrasında büyük bir hayal kırıklığı yaşamalarına neden olmuş görünmektedir. Burjuva muhalefetin adayının arkasında yedeklenerek bir değişim olacağı beklentisi içine girmenin doğru olmadığı, dahası bu tavrın “malı götürme” düzenini değiştirmeyeceği, sadece ve sadece “malı götüren”lerin değiştirileceği anlamına geleceği son derece açıkken bu hataya düşülmüştür.

Kimi ilerici ve hatta devrimci çevrelerde bu hatanın yapılmasının nedeni, Türk hakim sınıflarının emperyalist sermayeyle bağlantılı olarak kendi içindeki iktidar mücadelesini doğru analiz edememek vardır. Özellikle TC’nin kurucu ideolojisi olan Kemalist ideolojiyle tam olarak hesaplaşamamak belirleyicidir. Şimdilerde seçim sonrasında AKP’nin başta anayasa ve laiklik gibi hamlelerine karşılık olarak yeniden ve yeniden, sol adına parlatılmaya çalışılan ve “sol” olarak tariflenen Kemalizm’in gerçek anlamda bir çözüm olamayacağı açıktır. Dahası Cumhuriyet’in ikinci yüzyılı vesilesiyle halk saflarında yer alan kimi parti ve örgütlerce gündemleştirilen bu “çözüm” geçmişte “Kadro”culardan, Doğan Avcıoğlulara, Uğur Mumculara ve Merdan Yanardağ’lara kadar bir dizi “sol” Kemalist tarafından savunulduğu bilinmektedir. Bu çevrelerin sosyal şovenizmden mustarip ideolojik tavrı, Kürt Sorunu’na yaklaşımlarında net olarak görülebilir.

Türkiye halkının gerçek anlamada kurtuluşu, birleşik devrimci mücadeleden ve demokratik devrimde ısrar etmekten geçmektedir. Seçim süreci ve sonrasında yaşanan ve özellikle burjuva muhalefet cephesinde yaşananlar, pazarlıklar vb. bir kez daha hakim sınıfların şu ya da bu kliğin peşine yedeklenmeyi değil, işçi sınıfının ve halkın kendi özgücüne dayanan ikinci yolunda ısrar etmekten geçmektedir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu