DerlediklerimizGüncel

ANALİZ | “Başıbozuklar”dan çapulculara: “Kahrolsun bağzı şeyler”e dair

Açıklama: Aşağıdaki makale, Gezi Direnişi sırasında bir yoldaşımız tarafından kaleme alınan ve Partizan dergisinin 82. sayısında editoryal olarak yayınlanan bir makaledir. Gezi Direnişinin 11. yıldönümünde başta Gezi Direnişi’nde ölümsüzleşenlerimizi anmak olmak üzere, “Gezi Günleri”nde faşizme karşı direnenleri selamlamak için yenide yayınlıyoruz.]

Dünya üzerindeki gelişmeler, karmaşık; karmaşık olduğu kadar kitlelerin mevcuda karşı seslerini yükselttikleri bir dönemin ışığa çıkmaya başladığını göstermektedir. Bir karmaşadan söz ediyoruz. Karmaşa (…) sınıf savaşının yoğunlaşması olarak kavranmalıdır. 

“biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya

sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya

anamız çay demliyor ya güzel günlere

sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa

sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız

bu, böyle gidecek demek değil bu işler

biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz

ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını

işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.”

(Cemal Süreyya)

Taksim Gezi Parkı Ayaklanması, Taksim ve çevresinin iki haftalık işgali, direnişin/halk muhalefetinin -şu veya bu boyutta da olsa-, iki il hariç tüm Türkiye’ye yayılması tarihsel önemde bir gelişmeydi. Özellikle Türk devlet geleneğinin uzunca bir dönem sonunda şehirlerde bir bölgeyi kitlelerin inisiyatifine bırakıp kaçması -hele ki bu bölge Taksim gibi Türkiye sınıflar mücadelesi açısından simgesel önemde bir meydanı da içeriyorsa- kuşkusuz son derece önemlidir. Faşizmin çok değil bir ay önce 1 Mayıs kutlamalarına ve yine o bölgede yapılmak istenen irili ufaklı birçok etkinliğe ve en son 18 Mayıs yürüyüşüne yönelik azgın faşist terörüne -kitlelerin direnişçi tavrına rağmen- geri adım attırılamamıştı.

“Üç beş ağaç” meselesiyle başlayan direniş, başta faşist kolluk güçlerinin azgın saldırıları olmak üzere, faşizmin -protokolde olmasa bile- özde bir numaralı temsilcisi ve sözcüsü Tayyip Erdoğan’ın da katkılarıyla bir halk hareketine dönüştü. Türkiye tarihi açısından, kitlelerin iktidara yönelik bu eylemli tepkisi, kendi içerisinde son derece önemli dersleri içinde barındırıyor. Bu içerikli değerlendirmeler, daha ayaklanma sürerken dahi yapılan açıklamalarda bulunuyordu. Tabii herkes kendi sınıfsal konumundan, ideolojik perspektifinden doğru yapıyordu bunu.

Egemenler cephesinde, onların sözcü ve kalemşorlarınca ifade edilen; “masum bir gösteriyi marjinal sol örgütlerin devreye girmesiyle iktidara yönelik bir kalkışmaya” çevirenler söz konusuydu. Başta iktidarın savunucusu olmak üzere bir dizi akademik ünvanlı şahsiyetin ya da gazeteci-yazar kimliklilerin kanal kanal dolaşarak veya gazete sayfalarında verdikleri mülakatlarda, bir histeri nöbeti içinde “Erdoğan şakşakçılığı” ve halk düşmanlığı yaptıklarına tanık olduk. Bu tavır “penguen” medyası için yeni değildi elbette. Ama halk hareketi karşısında -tıpkı ateş karşısında eriyen buz kütleleri gibi- eridiler. Halk, her ağızlarını açtıklarında -Erdoğan’ın tabiriyle- “bunların” gerçek yüzünü gördü. İnanırlıklarını kaybettiler. Şimdi yaralarını sarıyorlar ve iktidarın kitleler nezdinde “rıza”sını yeni yeni yalanlarla ve çarpıtmalarla yeniden üretmekle meşguller.

Yaşanan gelişmelere şunu eklemek gerekir; Taksim Ayaklanması sonrasında genellikle kendisini “ulusalcı” adlandıran faşist parti ve örgütler halen bu halk hareketine güzelleme yapmak ve özellikle de kendi gerici politikalarına hayata geçirmek için olanca güçleriyle propaganda içindeler. Ama altını çizmek gerekir ki, iktidar kime yöneleceğini çok iyi biliyor. Ayaklanmanın ardından gözaltına alınan ve tutuklananların sayısı 100’leri aştı. Ve tutsakların önemli bir kısmı örgütlü, ilerici, devrimcilerden oluşuyor. Yani faşist zulme maruz kalan, gözaltı ve tutuklamalara muhatap olan yine ve yeniden halkın devrimcileri oluyor.

Bu durum aynı zamanda Gezi Ayaklanması’nda başta bizzat Erdoğan olmak üzere hakim sınıf temsilcilerinin dillerinden düşürmedikleri “darbe” propagandasının da büyük bir yalandan ibaret olduğunu gösteriyor.  AKP’nin kendisine yönelik gerçek tehdidin nereden geldiğini gördüğünü, halkın en ileri örgütlü ve devrimci kesimlerine bu nedenle yöneldiğini açık ediyor. AKP’nin gerçekten darbe kaygısı olsaydı, bu özlemi en çok duyan, ya da şu veya bu şekilde dillendiren hakim sınıf partilerine yönelirdi tespiti yanlış değildir.

Çünkü AKP de çok iyi biliyor ki; bu ülkenin ilericileri, devrimci ve komünistleri dışındaki güçler, kendileri açısından esaslı bir tehlike oluşturmuyor. Başını CHP’nin çektiği hakim sınıf partilerinin Gezi Ayaklanması’ndan murat ettikleri kendi klik çıkarları için iktidar mücadelesinde ellerini güçlendirmektir. Onların sistemle bir sorunu yoktur. Asıl dertleri Gezi’de açığa çıkan halk muhalefetini kendi politikalarını güçlendirecek bir araç olarak yedeklemektir.

Aynı şekilde, varlıkları halk düşmanlığı üzerinden yükselen -özelde Kürt düşmanlığı çok açık olan- kimi faşist parti ve örgütlenmelerin Gezi Direnişi’nde yer alış amaçları da benzerdir. Ancak bu çevreler kısa bir süre içinde görmüşlerdir ki; Gezi Direnişi bir halk hareketidir ve halk düşmanı politikalarının hayata geçme şansı bulunmamaktadır. Direniş kendi öğreticiliğini ve bir itiraz temelinde yükselen, bu nedenle de özünde bulunan ilerici ve devrimci içeriğini bu çevrelere de kabul ettirmiştir. Edenler direniş içinde yer almış, etmekte zorlananlar da, -tıpkı CHP gibi- uzakta yer almış ve hariçten maval okumaya devam etmiştir.

Yaşanan bu sürecin, halk isyanının sadece Türk hakim sınıfları açısından değil Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) açısından da önemli dersleri içerdiği açıktır. Daha uzunca bir süre, Gezi’de ortaya çıkan dinamikler/sonuçlar hem Türk hakim sınıfları hem de TDH açısından değerlendirilecek, bu sürece dair çalışmalar yapılacaktır. Yaşananları hakim sınıflar açısından “darbe” kalkışması olarak değerlendirenler olduğu gibi, ilericiler, devrimciler arasında “devrim” olarak propaganda edenler de vardır.

Bu değerlendirmelere katılmak mümkün değildir.  Bizce Gezi İsyanında hem hakim sınıflar hem de TDH açısından ortak olan bazı hususlar vardır. Birinci nokta kendisini Gezi’de re dillendirilen bir sloganda ifadesini bulmaktadır: “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”tır! Diğer slogan ise, parantezine devrimcileri aldığından şüphe duymadığımız; “Kahrolsun bağzı şeyler” sloganıdır! Bu nedenle daha şimdiden ülkemiz sınıf mücadelesi tarihinde müstesna bir yer edinmiş olan Gezi Ayaklanması üzerinde durmamız ve çuvaldızın sivri ucunu en çok da kendimize batırmamız gerekmektedir.

Her şey karşıtı ile vardır!

Öncelikle bu süreçte –kendimiz de dahil- sıklıkla vurgulanan bir noktaya değinelim. Bu vurgu Gezi Direnişi’nin beklenmedik olduğu tespitidir. Bu bir genellemedir.  Ve genel olarak doğru olmakla birlikte -her genellemede olduğu gibi- kendi içinde eksiklikleri barındırmaktadır.

“Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sloganından hareketle şunu ifade etmekten kaçınmayalım; evet, genel olarak bizler de Gezi İsyanı’nın çıkışını öngöremedik.  Ancak değinmemiz gereken bir yan da ülkemizin son on yılına yönelik değerlendirmelerimizde bu tarz isyanların/ayaklanma ve direnişlerin olabileceğinin altını çizdiğimizdir.

Diyalektik tarihsel materyalizm bize her şeyin karşıtıyla var olduğunu, zıtların birliği ve mücadelesini öğretir. Bu minvalde Türkiye toplumuna ve ülkemizin son on yıllık sürecine baktığımızda; uygulanan politikaların kendi karşıtını yaratması kaçınılmazdı. Örneğin uygulanan neo-liberal politikalarla Türkiye ekonomisinin ve devlet aygıtının emperyalizmin bölge politikalarına yönelik yeniden yapılandırılması beraberinde, hem ekonomik alanda özellikle eğitimli genç nüfusun istihdam sorununu getirmiş hem de devletin dönüşümünün eski ve yeni hakim sınıf klikleri arasında iktidar dalaşının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bunun da bir dizi simgesel olayla -“yaşam tarz”ından alkole, kürtajdan dini simgelerin kamuda kullanılması/görünür  kılınmasına kadar bir dizi meselede- ortaya çıkan çelişkilerle birlikte politik alanda ve somut yaşamda kendi karşıtını üretmesi kaçınılmazdı.

Ya da Kürt ulusuna yönelik uygulanan politikaların ve savaşın sonucunda somut olarak zorla göç ettirmeler ve şehirlere yığılmaların olması beraberinde başka sorunları gündeme getirmesi veya neo-liberal politikaların ülke tarımını çökertmesi ve bunun sonucu olarak köyden kente göçün artması ve fakat ülkenin sosyo-ekonomik yapısı gereği, komprador kapitalizmin bu göçü soğuracak istihdam alanlarına sahip olmaması gibi bir dizi gelişmenin varlığı beraberinde hem ülke içinde hem de dışında yaşanan gelişmelerden etkilenmesi ve etkilemesi kaçınılmazdı.

Bu örnekler çoğaltılabilir ama toparlayacak olursak somutumuzda, Gezi İsyanı’nın yaşanmasının bir arka planı vardır. Hiçbir şey yoktan var olmaz. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, somut olarak Gezi İsyanı’nı öngöremediğimiz ve özellikle de örgütsel olarak hazırlıksız yakalandığımız açıktır.

Proletarya Partisi’nin 2007 yılında gerçekleştirdiği Sekizinci Konferansının “Dipten Gelecek Dalgayı Yüzeyde Büyütmek” başlığıyla kararlaştırdığı 29. kararı bu konuda örnek verilebilir. Bu kararın girişi şöyledir: “Dünya üzerindeki gelişmeler, karmaşık; karmaşık olduğu kadar kitlelerin mevcuda karşı seslerini yükselttikleri bir dönemin ışığa çıkmaya başladığını göstermektedir. İçinden geçmekte olduğumuz süreç zorluklarla birlikte henüz yeterince aydınlatılmamış sorunları da içermektedir. Bir karmaşadan söz ediyoruz. Karmaşa dünya ölçeğindeki eşitsiz gelişmenin sürgit devamı, kapitalist krizin yaygınlaşıp derinleşmesi, uluslararası tekelci sermayenin saldırganlığının şiddetlenmesi, emperyalistler arası çatışmaların ve çelişkilerin artması, mevcut yöne- timlerin zayıflamasına paralel sınıf savaşının yoğunlaşması olarak kavranmalıdır.”

Gezi İsyanı’ndan sonra -aralarında devrimcilerin de olduğu- özellikle de burjuva çevrelerde bir “bilinemezlik”, “kuşak” ve “gençler” vurgusu oldukça sık yapıldı. Bu bir yanıyla toplumlara ve tarihsel sürece idealist bakış açısının ürünüyken diğer yanıyla da sınıf mücadelesini inkar edip üzerini kapamaya çalışan yaklaşımlar nedeniyledir. Gezi Parkı’yla birlikte ortaya çıkan halk hareketi, bu topraklardaki sınıf mücadelesinin bir ürünü, parçası ve sonucudur ve eşyanın tabiatına uygundur.

Ancak tekrar vurgulayalım; açığa çıkan eksiklerimizi görmek, tartışmak ve üzerine gitmek olmazsa olmazımızdır. Yoksa “kahrolsun bağzı şeyler” parantezinden kurtulmamız olanaksızdır.

Düşmanla barikat barikat çatışmak, Türkiye halkının hakim sınıflara yönelik bu muazzam kalkışmasında yer almak önemlidir.  Ancak yeterli değildir.  O nedenle komünist hareket yukarıda örneklerini verdiğimiz çizgisini güçlendirmeli ve sezgilerini somutlaştırmak için, bunun çeşitli biçim ve içeriklerde araçlarını yaratmalıdır. Bu çizgiyi hakim kıldığımız oranda önümüzdeki süreçte gelişmesi muhtemel yeni “Gezi Direnişleri”nde daha avantajlı olacağımız kesindir.

Tabii bir de Gezi süreciyle birlikte öncellerini daha önceden başka ülkelerde gördüğümüz hareketin ön plana çıkan öznelerini tanıma çabası içinde olmalıyız, bu türden direnişlerde ön planda olan ve -genel içinde- “farklı” kimi özelliklere sahip genç kuşaktan kitleler olduğunu görüp bunlardan “öğrenmeyi” esas almalıyız.

Militan bir gençlik hareketi için…

“Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” parantezinde değerlendirmemiz gereken -ve hakim sınıfların da tartıştığı- “X kuşağı”/ “90 kuşağı” ya da “Gezi gençliği”ni tartışmamız gerekiyor. Özellikle de gençlik örgütlenmemizin Gezi İsyanı’ndaki rolü, katılımı ve çıkarması gereken dersleri. Gezi’de komsomolcuların oynadığı rol, içinde bulundukları örgütsel durumla paralel bir seyir izlemiştir. Merkezi olarak, İstanbul Taksim’de komsomolcuların etki ve faaliyetleri oldukça sınırlı idi. Ama örneğin İzmir başta olmak üzere (Ankara da buraya eklenebilir) kimi illerde gençlik direnişin bütün yükünü omuzlamıştır. Tam da bu nedenle İzmir, Ankara ve Erzincan’da tutuklamalara esas olarak gençlik hedef olmuştur. Gezi eylemlerinden önce hem merkezi olarak komsomolun başlatmış olduğu kampanya hem de İstanbul’da yapageldiği komisyon tarzı örgütlenme ve toplantıların merkezine Gezi sürecini de alacak şekilde ele alınıp gündemleştirilmesi bu açıdan faydalı olacaktır. Zira, eğer Gezi’den gereken dersleri çıkarabilirsek, kendimizi yenileyebilir, militan bir devrimci gençlik hareketi yaratabiliriz.

Gezi Direnişi’yle birlikte yapılan tartışmalarda, hakim sınıf ideologlarının yoğun olarak tartıştıkları meselelerden biri de, Türkiye’nin oldukça genç bir nüfusa sahip olduğuydu.  Verilen rakamlara göre 30 milyonluk bir gençlik kitlesinin var olduğu ifade edilmektedir. Hata payını bir yana bıraksak bile bu rakam oldukça yüksektir. Başlı başına bu durum bile, politik iktidar mücadelesin dikkate alması gereken bir olguya işaret etmektedir.

Gezi’de ortaya çıkan bir diğer olgu da gençlik kitlesinin esas olarak internet medyasıyla (“sosyal medya”) ilişkisidir.  Bu tespitler üzerinden hakim sınıf medyası eleştirisi ve alternatif olarak yoğun kullanılan internet/“sosyal” medya kullanımı gündeme gelmiştir. Yaşanan bu gelişmeler ve tartışmalar hem gençlik alanı hem de genel olarak değerlendirilip somut adımlarla karşılanmalıdır.

Çapulcunun tarihi…

Aslında hakim sınıfların park ve meydanlara ilgisi yeni değil. Gezi Ayaklanması’ndan önce de devletin hem parklara hem de meydanlara yönelik sürekli bir denetim altında tutma kaygısı vardı. En merkezi meydanlardan tutun da, en ücra köşelerdeki parklara kadar yoğun bir denetim -bugünlerde bu işlev mobese kameralarıyla yerine getiriliyor- vardır.

Devletin park ve meydanlara ilgisinin kökenlerini, gerçekte sınıflı toplumun ortaya çıkışına değin uzatmak mümkün. Halkın şehir devletlerindeki meydanlarda buluşma ve tartışmasından, Pers devletlerindeki “cennet bahçeleri”ne ve en sonu İslamiyet’le birlikte bir “cem” yeri olan camilerin bahçeleri vb. hep denetim altında olmuştur. Osmanlı Devleti de bundan azade değildir. Bilinir, Osmanlı padişahları tütün ve nargile kullanımını yasakladıklarında ilk yaptıkları, kahvehaneleri kapatmak olmuştur. Bunun arkasındaki neden, insanların bu mekanlarda biraraya gelmesi ve iktidarı sorgulayan fikirlere meyletmesidir.  -Dönemin moda tabiri ile fitne.- Bugün iktidarın parklarda toplanan kalabalıklardan korkmasının arkasında böyle bir tarihsel geçmiş vardır. Korktukları parkın kendisi değil orada ortaya çıkan ve siyasal iktidarı sorgulayan düşüncelerdir.

Tabii bir de “meydan padişahı” belirlemesi vardır! Osmanlı tarihinde Lale Devri olarak tanımlanan ve Osmanlı hakim sınıflarının lüks ve şatafatlı yaşamına isyan ederek iktidarı sarsan Patrona Halil‘in yaşadığı dönemdeki “meydan padişahı” ifadesi sebepsiz değildir. İsyanla biri sarayda diğeri At Meydanı’nda (Sultanahmet Meydanı) ikili bir iktidar ortaya çıkmıştır. Saraydaki iktidar malum Osmanlı hakim sınıflarını temsil eden iktidardır. Meydandaki iktidar ise ayaklanan ve düzeni sarsıp meydanı ele geçiren, ayak takımı yani halkın “padişahı” Patrona Halil’de somutlanır!

O zaman da ayaklanan ve meydanı ele geçirenlere yönelik, hakim sınıfların iktidarı çapulçular demiş, Patrona Halil’in “basit” bir hamam tellağı olduğunu (oysa anlaşıldığı kadarıyla kendisi döneminin profesyonel devrimcisidir!) propaganda ederek üç-beş serserinin işi diye isyana kara çalmaya çalışmıştır. Anlaşılan o ki, yine o zaman da “üç beş çapulçu” iktidarı sarsmıştır!

Burada bir noktaya daha vurgu yapalım. Tayyip Erdoğan’ın Gezi direnişçilerini -kendince- aşağılamak için kullandığı çapulcular sıfatına. Erdoğan temsilcisi olduğu sınıfların sınıfsal refleksini gösterirken -elinde olmayarak- dünya halklarının mücadele tarihine bir kelime armağan etmiştir. Aslında Osmanlı-Türk hakim sınıflarının dünyaya armağan ettiği bir başka sıfat daha vardır. O da “başıbozuktur”. “Başıbozuk” kelimesi, Osmanlıca’dan Fransızca’ya geçmiştir.  Gezi Direnişi’yle birlikte birçok kişi oldukça sık bir şekilde eskiye gönderme yapmıştır. Bu bir yanıyla doğaldır. Çünkü Gezi Parkı’yla mücadelesi “üç beş ağaç”tan çıkmış ve ülkemizdeki sınıf mücadelesinin yoğunlaştığı bir aşamaya sıçramıştır. Tam da bu nedenle her sınıf kendi geçmişinden, mücadele tarihinden bahsetmektedir. Örneğin bir TV kanalında Gezi Direnişi’ni ve meydanın işgalini tartışan akademisyenler, direnişi Celali İsyanları’na kadar götürmüş, isyancıları 16. yüzyılın suhtelerine benzetmiş ve malum iftiralarını sıralamakta bir beis görmemiştir.

Ya da fazla uzağa gitmeye gerek yok, Gezi Direnişi’ndeki performansıyla diğer hakim sınıf temsilcilerine taş çıkaran ve örnek olan Erdoğan, direnişe ve direnişçilere saldırmak için ağzını her açtığında temsilcisi olduğu sınıfların geçmişinden örnek vermekten vazgeçmemiştir. Örneğin Erdoğan, direnişin en demokratik taleplerinden biri olan halka saldıran ve suç işleyen sorumluların görevden alınması talebini; “Siz kim oluyorsunuz?”, “ayaklar ne zaman baş oldu?” diyerek Yeniçerilere benzetmiş ve “kelle istiyorlar” mantığıyla yaklaşmıştır. Ona göre direnişçiler, padişaha isyan eden yeniçeriler ve istemezükçülerdir! Taleplerini yerine getirmek ya da mesaj alındı demek bile iktidarının sorgulanmasına neden olacağından reddedilmeli ve isyancılar cezalandırılmalıdır. Tam anlamıyla Osmanlı hakim sınıf mantığıdır bu. Bu anlamıyla Erdoğan’a yöneltilen padişahlık sıfatı kabul edilebilirdir. Zira, kendisi temsilcisi olduğu sınıfların “tarihsel birikimini” layıkıyla temsil etmektedir.

Bir de bildiğimiz, Tayyip Erdoğan’ın çapulcular hönkürmesiyle birlikte “majestelerinin kurumu” Türk Dil Kurumu’nun çapulçular maddesini hiç de şaşırtıcı olmayan biçimde N. Fazıl Kısakürek’ten alıntıyla revize etmesidir.

Devrimci şiddet…

Aslında bugün Gezi Direnişi’yle ortaya çıkan isyan ve ardısıra gelen tepkiler bir birikimin ürünüdür. Kendisini AKP’de temsil eden hakim sınıfların on yıllardır süregelen politikalarının sonucudur. AKP’nin politikaları sonucunda tüm ülke adeta bir F tipi hapishaneye çevrilmiştir.  Meydanlarda en demokratik haklar için basın açıklaması yapmak, insanların parklarda düşüncelerini ifade etmeleri yasaklanmıştır. Kitlelerin meydanlarda ve parklarda toplanması devletin iznine tabi kılınmıştır.

Böylesi bir ortamda en demokratik bir tepkiye bile azgın bir faşist polis terörüyle saldıranlar, iktidarı hedefleyen bir harekete -nicel ve nitel olarak- daha fazla saldıracaklardır kuşkusuz.

“Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var” desturuyla hareket etmek bizleri yanıltmaz sanırız. Kaldı ki biz Tayyip’in -ve onun gibi sınıf temsilcilerinin- nasıl bir demokrasi ve hukuk anlayışında olduğunu fazlasıyla tecrübe etmiş olmalıyız. Her şey bir yana Gezi Parkı’na yönelik yargı kararını manidar bulanlar ya da “duran insan” eylemini bile sırf durdukları için “görevli memura direniş” olarak değerlendirip gözaltı uygulayanlar henüz hafızalarımızda. “Ayaklar ne zaman baş oldu?” deyip orduyu göreve çağıranlar da!

Gezi Direnişi bir kez daha gösterdi ki ülkemizde en küçük demokratik haklar, çevre mücadelesi de dahil olmak üzere, demokrasi ve devrim mücadelesi şiddete dayalı olmak zorundadır. Hakim sınıflar başta olmak üzere, halk saflarında bulunan kimi reformist, bireyci anlayışların savundukları, pasif/sivil direniş örnekleri bir yere kadar anlaşılabilir, denenebilir, geliştirilebilir. Etkili de olabilir. Ancak görülmektedir ki, bu direniş örnekleri hakim sınıfların çıkarlarını esaslı bir şekilde tehdit ettiği zaman karşı-devrimci şiddet mutlaka devreye girmektedir. Bu durumda karşı devrimci şiddete yanıt olmak üzere, devrimci şiddetin devreye girmesi de kaçınılmazdır.

Gezi Parkı’nda çadır kurup direnenlere yönelik, kuşluk vakti baskınından, çadırların yakılmasından, insanlara böcek muamelesi yapılıp gazlanmasından; duran insanlara bile şiddet uygulanıp gözaltına alınmasından, çırılçıplak soyup, üst araması yapan bir iktidar anlayışından ve karşı-devrimci şiddetten bahsediyoruz. Sadece bu olgu bile bize, ülkemizde bırakalım devrim mücadelesini, en küçük demokratik bir hakkın, bireyin kendisine ve ait olduğu sınıfa dair en ufak talebinin faşist bir zorla bastırıldığını, engellendiğini göstermeye yeter de artar bile.

Ülkemizde sistemin sınırlarını şu veya bu şekilde de olsa en ufak zorlayan herkes karşı-devrimci zorla yanıtlanmaktadır. Bu durum ülkemizdeki devrimci ve komünistleri şiddete ve onun teorik olarak formüle edilmiş biçimi olan silahlı mücadeleye yönelmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Ülkemizin realitesi budur. Kimse sınıftan, onun öncü gücünden İsavari bir tavır beklememelidir. Ülkemizin sınıfsal karakteri, hakim sınıfların sermaye birikim seviyeleri, emperyalizmle ilişkilerinin niteliği, toprak ağalarının varlığı ve bunların iktidardaki temsiliyetleri gibi bir dizi etken, ülkemizdeki devrimci şiddetin “gerekçeli mütaalası”nı oluşturur.

Ülkemizde karşı-devrimci şiddete karşı yönelik tek yol devrimci şiddetle yanıt olmaktır. Gözlerimizin önünde cereyan eden gelişmeler, kitlelerin mücadelesi ve kafamızdan çıkarılan polis kurşunları, patlayan gaz bombaları, gözlerimizi kör eden plastik mermiler ve gaz fişekleri bize bu konuda fazlasıyla fikir vermektedir.

Duran insan…

“Duran İnsan” eylemi de sürecin tartışılan eylem biçimlerinden biri oldu. Eylemin ABD’de yayımlanan bir kitapta geçtiğini, bir sivil inisiyatif eylemi olduğunu yazan da oldu, “faiz lobisine hizmet edecek şekilde bir dış mihrak eylemi” olduğunu yazan da. Kimileri de bu eylemin Türkiye’de ilk kez gerçekleştirildiğini yazdı. Ülkemiz mücadele tarihinde çok kullanılan bir eylem biçim olmamakla birlikte özellikle F tiplerinin açılışıyla birlikte eylemin ayakta ya da oturarak ve slogan atarak F tiplerinde gerçekleştiğini belirtmemiz gerekir. F Tipi hapishanelerde faşist teröre karşı devrimci tutsaklar, sürdürdükleri fiili direnişi yöntemlerinden biri olarak bu pasif direniş biçimini hayata geçirdiler.

Zaten yaşananların bir nedeni de hayatın giderek daha fazla hapishaneleştirilmesinin sonucu değil miydi? Toplumun F tipleştirilmesi, uygulanan faşist zulüm ve teröre karşı tepkiyi ve karşı koyuşu da yaratıyor. Önce hapishanelerden başlayan teslim alma saldırısı, çeşitli biçim ve içeriklerde dışarıda da devam ediyor. Ve tıpkı bir hücrede en ufak şeye karışmak suç sayılıyorsa Gezi’de de ağaca, çiçeğe sahip çıkmak, polis şiddetine direnmek suç sayılıyor. Ve bu “suç”lardan dolayı Gezi direnişçilerini F tipi hapishanelere tıkılıyor.

Farklı yaklaşımlar…

Taksim’de devrimciler, esas olarak faşizmin azgın polis terörü sırasında ve sonrasında devreye girdiler.  Direnişin ivmesinin yükseltilmesinde, kolluk güçlerinin alandan kovulmasında, alanın özgürleştirilmesinde ve barikatların başında devrimciler yadsınamaz bir rol oynadılar. Ancak bunun tek başına direnişte ön plana çıkarılacak ya da övünülecek bir olgu olmadığı ifade edilmelidir.  Ayaklanmada ortaya çıkan esas olgu, devrimcilerin bir bütün olarak oradaki kitleye uzaklığı ve yabancılığıdır.

Aslında uzunca bir süredir değerlendirdiğimiz ve “emekçi” mahallelerde ortaya çıkan “içe kapanma” ve bunun ürünü olarak dışındaki kitleyi dikkate almama/küçümseme/sekterleşme yaklaşımı kendisini net olarak ortaya koymuştur. Oysaki, kitlelere uzaklık, kitle hareketini küçümseme ve sadece kendi dar çevre, politika ve yaklaşımını görme özellikle Maoist devrimciler açısından kendi karşıtına dönüşmektir. Maoist devrimcilerin kendisini var eden, kendi hareketini anlamlandıran her şeyin bir kitle hareketinin ürünü olduğunu, kendi başına “öncü”lüğün bir anlamı olmadığını, meselenin sadece anlık olarak kitlelerin öğrencisi olmakla sınırlı olmadığını, kitlelerin öğrencisi ve öğretmeni  olma esprisinin diyalektik bir süreklilik arz ettiğini unutmamak gerekir.

Semtlerde ortaya çıkan durum bu açıdan daha çarpıcıdır. Kimi semtlerde kitlelerin bazı kurumların kendi pankart ve söylemlerini dayatmalarını tepkiyle karşıladıklarına da, kitlenin devrimcilerin inisiyatifini de aşarak örneğin karakol gibi hedeflere yürüdüğüne de tanık olundu. Gezi ile birlikte semtlerde ortaya çıkan ve bizlerin kitle faaliyetine, çalışma tarzımıza ve kitlelerle kurduğumuz ilişkilere ayna tutan bu pratiklere değinmemiz gerekir. Bu durum “Kahrolsun bağzı şeyler”in emekçi semtlerde birebir yansımasına karşılık gelmektedir.

Kitlelerin bu tavrı görülüp önümüzdeki süreç açısından değerlendirilmesi gerekir. Kitlelerin herhangi bir simge, flama, bayrak altında değil de bağımsız hareket etme eğiliminin olduğu son derece açıktır. Bunda esas etken kitlelerin taleplerini içermeyen, onlara üstten bakan ve yer yer kendini dayatan pratiklerdir. Bundan sonrası için ise önemli olan kitlelerin içinde olmak, onların her türlü istem ve talebine politik olarak yanıt olabilmek, bunun araçlarını yaratmaktır. Zaten bu gerçekleştirildiğinde ve başarılı olduğunda orada kendi flamamız ya da pankartımız dalgalanıyor olacaktır.

Bu daha başlangıç…

Bitirirken Gezi Direnişi’nde ortaya çıkan diğer ve önemli olduğunu düşündüğümüz bazı hususları da kısaca değinelim.

Örneğin kadın katılımı… Bu somut durum, -sadece AKP ile sınırlı olmayan- kadına yönelik şiddete, katliama, ayrımcılığa ve her türlü sömürüye karşı itirazının ürünü olarak okunmalıdır. Bu durum sadece ülkemizde kadınların maruz kaldıkları uygulamaların ve ayrımcılığın boyutlanmasıyla ortaya çıkan bir tepkinin ürünü değildir.  Aynı zamanda örgütlü kadın hareketinin somut çalışmalarının ürünü olarak da değerlendirilmelidir.

Bir diğer nokta da harekete örgütlü işçi sınıfının, sendikaların katılımının sınırlı olmasıdır. Sonradan yapılan ve zevahiri kurtarmaya yetmeyen iş bırakma çağrıları vb. ülkemizdeki işçi sınıfının örgütsüzlüğünü bir kez daha açığa çıkarmış durumdadır. Ancak şunu ifade etmeden geçmeyelim. Gezi İsyanında işçi sınıfının katılımı hiç yok değildir. Direniş içinde orta ve küçük burjuvazinin kimi kesimlerinin ve en çok da öğrenci gençliğin katılımının yanısıra işçi ve işsiz gençliğin katılımı da söz konusudur. Direnişe katılan bu işçi gençlik güvencesiz, sigortasız ve çoğunlukla da örgütsüzdür.  Hizmet, inşaat ve tekstil alanlarında yoğun bir sömürüye tabi tutulan işçi gençlik önümüzdeki süreçte sendikal faaliyetin hedefi olmak durumundadır.

Gezi direnişinde ve sonrasında görünür olan bir diğer kesim de LGBT hareketidir. Gezi’ye kadar adlarından genellikle taciz, tecavüz ve cinayet haberleriyle bahsedilen LGBT bireyler direnişin ilk anından itibaren meydanda, parkta, barikatlarda, çatışmalarda, forumlarda, “Onur Yürüyüşü”nde kendisini göstermiş ve taleplerini haykırmıştır.

Kamuoyuna malolan bir diğer kesim ise “Anti-Kapitalist Müslümanlar” olmuştur. Grubun dillendirdiği söylemler ayrı bir çalışmanın konusu olmakla birlikte İslamiyet’e atfettikleri söylemlerin kendi içinde değerli olmakla birlikte anakronik (çağı geçmiş) yanlar taşıdığını söylemeliyiz. Oluşum en sade haliyle İslamiyet’in ilk oluşum dönemine ve bunun Kuran’da ifade edilen “eşitlikçi” söylemlerine gönderme yapmaktadır.

İslamiyet bir din olarak aynı zamanda Arap kabilelerinin ilkel kabile toplumundan feodal topluma sıçramalarının ideolojisini oluşturur. Bu anlamıyla dönemine göre ilerici-devrimci bir özellik göstermiş, Arap kabilelerini feodal topluma, devlete sıçratmasının ideolojisini oluşturmuştur. İşte bu eyleyiş içinde İslamiyet tek savaşçı peygamber olarak Muhammed, bir önceki Arap kabile toplumunun eşitlikçi, kabile demokrasisini içeren söylemleriyle mülkiyetçi, sınıflı toplumu kutsayan söylemleri bir arada kullanmıştır. Bugünün kendilerine devrimci sıfatını veren İslamcıları kapitalizmin kötülüklerine, sınıflı toplumun ürünü olan yanlarına karşı olmak adına İslamiyet’in bu ilk dönem söylemlerine gönderme yapmaktadırlar.

Gezi İsyanında ön plana çıkan bir başka dini kimlik ise Alevilerdir. Kendisini Alevi olarak tanımlayan bu ezilen mezhebe sahip halkımız; son dönemde kendilerine yönelik dışlayıcı, ayrımcı faşist hakim sınıf politikalarına karşı kitlesel olarak alanlardaydı. Devrimci hareketin zaten yabancısı olmadığı Aleviler, Gezi Direnişi’nin hemen ardından gelen 2 Temmuz Sivas ve 3 Temmuz Çorum anmalarında kitlesel olarak meydanlarda, sokaklarda tepkilerini gösterdiler.  Gezi Direnişi’yle daha bir görünür olan Alevilerin, faşizme karşı öfkesinin yine ve yeniden bir başka hakim sınıf kliğinin ardına yedeklenmesi tehlikesi ise vardır.

Sözümüze Gezi’yle başladık Gezi’yle bitirelim: “Bu daha başlangıç mücadeleye devam!”

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu