Yeri ve zamanı geldiğinde, kapitalizmin genel yapısı ve özel uygulamaları hakkında çok şeyler söylüyoruz. Örneğin endüstriyel gıda sanayisinin, ilaç sanayisinin kar hırsıyla insan sağlığını hiçe saydığını söylüyoruz. Ancak yediklerimiz, gıda sanayisinin bize sundukları, hastalandığımızda koştuğumuz yer, ilaç sanayisinin şekillendirdiği tıp, ve iyileştireceğini söyledikleri ilaçlar?
Nerede hastalandık, çareyi nerede arıyoruz?
İçinden geçtiğimiz korona salgını günlerine gelene kadar, çoğumuz bu konuya sorgulayıcı yaklaşmadı. Sınıf mücadelesinin asıl yakıcı sorunları içinde bu yanı görmedik, düşünmedik, yaşamın akıntısı bizi nereye götürüyorsa oraya gittik. Özü itibariyle, pratik yaşamımız diyalektik değildi. Koronavirüsünün bütün çelişkileri ve faaliyetleri bir yana ittiği, hepimizi evimize kapattığı bu günlerde, sağlığımız, halk sağlığı, ilaç sanayi, doğal beslenme ve en çok da bağışıklık sistemimiz hakkında konuşur olduk. Virüslere karşı tüm insanlığın elindeki en büyük silah, bağışıklık sistemidir.
Ve en çok da, bu bağışıklık sistemimizin zayıfladığından söz eder olduk. En güçlü silahımız bağışıklık sistemimiz nasıl zayıf düşüyor peki? Geriye doğru kısa bir yolculuk yaparak, sağlığımız ve halk sağlığı konusunda bir bakış açısı oluşturmak için bir kapı aralamış olalım. Ve bunu yaparken elbette ki diyalektik yaklaşımın her alanda gerekli olduğunu bilince çıkarma fırsatını kaçırmıyoruz.
Bağışıklık sistemimiz denilince anlaşılan, kanımızdaki akyuvarların vücudumuza giren mikroplan yutup parçalamasıyla antikor oluşturmasıdır. Öyleyse savunma hücrelerimiz olan akyuvarların sağlıklı olması gerekir ki, bağışıklık sistemimiz güçlü olsun.
Hücrelerimizin (akyuvarlar dahil, tüm hücrelerimizin) sağlıklı olabilmesi için vitamine ve minerallere ihtiyacı vardır. Bu vitamin ve mineraller, bağırsaklara gelen yiyeceklerde özümsenerek alınır, oraya da midemizde iyice ezilip öğütülerek gelir.
Peki bu yediğimiz yiyecekler nereden geliyor? Tabii ki topraktan üretilerek. Yapay gübreler ve koruyucu ilaçlarla yetişmiş gıdaları yediğimizde aldığımız zehir ve genetiği değişmeye başlamış gıdalar, ilk başta midemizi ve bağırsaklarımızı bozacak, hücrelerimize yararlı besinlerin yanında, toksik maddelerin de girip hücrelerimize zarar vermesine neden olacaktır.
Yapısı ve sağlamlığı bozulan hücrelerimiz de artık bizi yeterince koruyamayacaktır. Ve işte ancak bugün olduğu gibi, dünya çapında bir salgın olduğunda doğanın diyalektiğini, yani bilimsel olarak hayata bakmanın önemini de kavramış olacağız.
Tutarlı ve her zaman her alanda diyalektik olarak. Bu açıyla baktığımızda, kapitalist endüstriyel ve gıda sanayii karşısında organik tarım ve gıdayı savunmak, geliştirilmesinin politik öncülüğünü yapmak ve kendi hayatımızda uygulamak ve organik tarımı esas alan kooperatiflerin kurulması ve var olanların desteklenmesi bir alternatif örnek olabilir.
Gözünü kar hırsı bürümüş ilaç sanayisine göbekten bağımlı hale getirilmiş ve gerçek fonksiyonunu yerine getirmeyen bugünkü tıp yerine, bilimsel yaklaşımı esas alan fonksiyonel tıbbı tanımak-tanıtmak ve kendi yaşamımıza uygulamak.
Fonksiyonel tıp, “sağlığınızı hastanede kaybetmediniz, çaresini de orada aramayacaksınız.
nerede kaybettiyseniz orada çare bulacaksınız” diyerek diyalektik bir yaklaşım ortaya koymuştur.
Bizlerin de bunları inceleyip araştırarak, halk sağlığı politikaları noktasında değerlendirmemiz gerekmektedir. Ancak eleştirdiğimizin altenatifini ortaya koyarak tutarlı oluruz ve iktidar bilincini içselleştiririz.