2004 yılında dönemin başbakanı R. T. Erdoğan’a yaranabilmek ve emrini yerine getirebilmek için alelacele Ankara-İstanbul hızlı treninin açılışını yaparak Pamukova’da 41 kişinin katili olan ve bu yönüyle katliamcı devletinin deneyimli kadrolarından Binali Yıldırım’ın başbakanlığında yeni hükümet kuruldu. Jet hızıyla kurulan, isimlerin açıklanması ile grup toplantısı aynı güne getirilen bu yeni kabine ilk toplantısını ve ardından MGK toplantısını Beştepe’de halkın alınterinin sömürülmesi ile inşa edilen bin odalık Kaç’Ak Saray’da gerçekleştirdi.
Yeni kabine AKP’nin birçok kadrosunun yerini koruduğu, halk düşmanlığıyla deşifre olan kimi bakanların yüzlerinin değiştirildiği bir kabine oldu. Ama bu yeni kabinenin en önemli özelliği ise A. Davutoğlu’nun başbakanlık yaptığı 64. Hükümetin çözüm olamadığı egemen sınıfların ekonomik ve siyasi krizlerine merhem olma şansının çok düşük olduğu ortadadır. Yani temel dert, Davutoğlu’nun Erdoğan’a alternatif olma ihtimali ya da başkanlık rüyası/sevdası değildir. 7 Haziran’dan bu yana sürdürülen savaş konseptinde, hem Suriye’de hem de T. Kürdistanı’nda bataklıktan çıkamamanın yarattığı aczdir, çaresizliktir. 64. Hükümeti “çökertilemeyen” direniş yıkmıştır!
İşçi düşmanlığında “istikrar” hükümeti!
Yıldırım tarafından açıklanan yeni hükümetin programı bu çaresizliğin bir yansıması olmakla birlikte 65. hükümet döneminde halka dönük saldırıların yoğunlaşacağı noktaları da belirlemektedir. Bunlardan ilki şüphesiz sömürünün derinleştirilmesi üzerine politikalara devam mesajı oldu. Konuşmasında “Ekonomi demek banka demek, ekonomi demek üretmek demek üretmek. Alınterini akıl terine katmak demek. Gençlerimize, kadınlarımıza iş bulmak demek. Türkiye’nin her bölgesine yatırım yapılması için üretimi, istihdamı tüm gücümüzle teşvik edeceğiz, destekleyeceğiz. Adeta yatırımcının önüne turkuaz halı sereceğiz” sözleriyle Yıldırım, daha önce Rıza Sarraf için “gerekirse önüne yatarım” diyen eski bakanlardan Muammer Güler gibi sermaye ve patronlar için bekçilik yapmaya ve onların sömürü çarkları arasına “yağ dökmeye” devam edeceklerinin mesajını vermiş oldu.
“Kiralık işçi” yani “kölelik” yasa tasarısının Erdoğan’ın onayından geçmesinin ardından bu düzenlemenin esasta genç ve kadın işgücünü hedeflediği bilinen bir gerçekken, Yıldırım bu açıklaması ile genç ve kadın emeğini “turkuaz halı” misali patronların önüne sereceğini gösterdi ve kabinede oluşturduğu ekonomi ekibiyle bu konuda “istikrar”ı hedeflediklerini göstermiş oldu. Halihazırda TÜİK açıklamalarına göre “açık işsiz” oranının % 10.9 yani 3 milyon 224 bin, DİSK-AR açıklamasına göre ise (“geniş işsiz” tanımlaması yapılarak) bu oranın % 19.9 yani 6 milyon 437 bin olduğu coğrafyamızda bu emek gücünün sermayenin iştahını kabarttığı ve bunun “sorunsuz“ bir şekilde en ucuza mal edilmesinin rüyalarını süslediği ortadadır. Bu konuda da istikrar sahibiler.
Keza Zonguldak’ta aylardır kaçak çalıştırıldıkları Vali Ali Kaban tarafından da doğrulanan maden ocaklarında ücretlerini alamadıkları için açlık grevi yapan madencilere dönük saldırganlıkları yeni kabinenin işçi düşmanlığındaki “istikrar”ını sürdürme kararlılığında olduklarıyla açıklanabilir. Bu kararlılığı; 20’li günlerini geride bırakan ve onlarcası fenalaşarak hastaneye kaldırılan işçilere, onlara destek olan emek güçleri ve ailelere abluka ve saldırılarda bulunan polisinden madene atanan kayyuma para transfer edeceklerinin sözünü veren ama bu parayı “Hukuka aykırı biçimde ocağı işgal yoluyla eyleme devam eden işçiler hariç, diğer işçilere çözüm çabamızın ve iyi niyetimizin göstergesi olarak yarın (27 Mayıs) sabahtan itibaren ödeme yapılmaya başlanacaktır” diyerek koşula bağlayan valisine, madenciler için eylem yapan emek güçlerine demir sopa ve satırlarla saldıran sivil faşistlerine… görmek mümkün!
Demokratik alanlar tek tek yok edilirken…
65. hükümetin “istikrar” göstereceği konulardan birinin de programlarını açıklayan Yıldırım’ın “Yapacağımız çok basit, dostlarımızın sayısını artıracağız, düşmanlarımızın sayısını azaltacağız. (…) Şunu herkes bilsin; kimse Türkiye Cumhuriyeti’yle bilek güreşine tutuşamaz. Tek devlet vardır, tek vatan vardır, tek millet vardır. Gerisi fasaryadır” sözleriyle başta Kürt ulusal hareketi olmak üzere devrimci, demokrat ve yurtsever kesimlere yönelik terörün tüm vahşiliğiyle sürdürüleceği olduğu görülmektedir. Keza Nisebîn’de YPS ve YPS-Jin’in halka dönük katliamın derinleşmemesi gerekçesiyle geri çekildiğini açıklamasının ardından ortaya çıkan Guantanamo görüntüleri, yerlere serilen halkın başında TSK’nın kendisine dair “övgü” dolu konuşmalarının yayınlaması ile bu konuda sürece “moralli” başlamak isteyen yeni hükümetin ilk işi bir MGK toplantısı gerçekleştirmek oldu. Oysa “moralli” Genelkurmay “Çöktürme Planı” kapsamında son 10 ayda 485 devlet elemanının (JÖH, PÖH, korucu, asker, polis…) çatışmalarda yaşamını yitirdiğini açıklamıştı. Kıbrıs işgalinde bile 498 kayıp veren Genelkurmay’ın açıkladığı bu sayının da gerçeğin çok altında olduğu bilinen bir durum.
MGK toplantısından yansıyan cemaate dönük olduğu iddia edilen “legal görünümlü illegal oluşum” tanımlamasının bundan sonraki süreçte yürürlüğe gireceğidir. Klik çatışmalarından bildiğimiz en temel şey, bu çatışmalar sırasında ve sonrasında bu çatışmanın esasta halk kitleleri üzerinden yürütüleceğidir. Bundan kaynaklı bu söylemin bundan sonraki süreçte aynı zamanda demokratik tüm kazanımların devletin hedefinde olacağıdır. Dokunulmazlıkların kaldırıldığı, gözaltı ve tutuklama terörü ile adeta bir siyasi kırıma gidildiği bir ortamda bir sonraki aşamanın “legal” mücadele alanlarına, kurumlarına dönük saldırılar olacağı bu MGK toplantısıyla tescillenmiştir.
Ancak devrimcilerin mücadeleyi “legal mücadelenin”, düzenin sınırlarına hapsettiği ve faşizmin “meşruiyet” anlayışına göre hareket alanlarını sınırladıkları görülmemiştir. Demokratik alanları sonuna kadar savunmayı görevlerinin arasına alan devrimciler, demokratik alanlar tek tek yok edildiğinde buna yakılıp yıkılmazlar! Türkiye devrimci hareketi ve Kürt ulusunun 40 yıllık mücadele deneyimi; etle-tırnak gibi içi içe geçen ve devletin “meşru”-“gayrı meşru” şeklinde tasavvur ettiği tüm mücadele yöntemleri ile bugüne gelindiğinin kanıtıdır. Böylesi dönemler devrim ve demokrasi mücadelesinin özneleri üzerinde adeta turnusol kağıdı misali bir etki yaratır. Bu süreçten alnının akı ile çıkmayı başaracaklar 3. yılını deviren Gezi İsyanı ile Kürt ulusal mücadelesi dinamiklerini birleştirenler olacaktır!