H. Merkezi: 10 aydır tutuklu bulunan ve ilk kez mahkemede savunma yapan KHK ile kapatılan Dicle Haber Ajansı (DİHA) Haber Müdürü Ömer Çelik, gözaltına alındığı sırada maruz bırakıldığı işkenceyi anlatırken Mahkeme Başkanı’nın müdahalesi ile karşılaştı. Daha sonra Ömer Çelik savunmasını Kürtçe yaptı. Çelik’in savunmasının tamamı şöyle:
“Kralın çıplak olmadığını görmeyelim mi, yazmayalım mı, söylemeyelim mi?”
Öncelikle maruz kaldığımız bu yargılamada bize desteklerini esirgemeyen ailemi, çalışma arkadaşlarımı, dostlarımı, avukatlarımı ve siz değerli mahkeme heyetini selamlıyorum. Şüphesiz Türkçe’ye dair bir hakimiyetim var. Bu ülkede yaşadım, buradaki okullarda okudum. Bu açıdan Türkçe’ye yönelik olumsuz bir yargı sahibi değilim. Fakat anadilimizin kişiliğimizin oluşmasında ne kadar önemli olduğunu tutukluluk sürecinde daha iyi anladım. Kısa bir süre önce TDK’nin ‘anadil kimliğimiz’ sloganıyla bir kampanya başlattığını gazetelerde okudum. Bu yüzden bende eksik de olsa savunmamı anadilim olan Kürtçe yapmak istiyorum. Anadilime ilişkin eksiklerimin büyük oranda maruz kaldığım asimilasyon politikaları olduğunu da belirtmek isterim.
Başta siz heyet üyeleri olmak üzere hepimizin çok iyi bildiği gibi ‘masumiyet karinesi’ hukuki yaklaşımın temelini oluşturur. Fakat bu temel ilke, ne yazık ki bizler açısından ortadan kaldırılmıştır. Kendi cephemden bu gerçeği dile getirmek istememin nedeni ise gözaltına alınırken maruz kaldığım işkencedir. Demokrasinin yerleşik olduğu, hukuk kuralları ile yönetilen bir ülke olması gereken şey, tüm resmi mekanizmaların belirlenen kurallara göre hareket etmesidir. Ama ne yazık ki bugün Türkiye’sinde bu durum dünden de daha geriye giderek, ortada hukuk namına bir şey bırakılmamaktadır. Başka bir ülkede, bugün bizi karşınıza çıkaran mesleki çalışmalarımızdan dolayı belki de ödüle layık görüle bilinecek iken, maruz kaldığımız yaklaşım fiziki işkence ve tutuklama oldu. Hakkımda başlatılan soruşturma kapsamında evime gelen polisler, çaldıkları kapıyı açmam ile birlikte üzerime çullandı ve iki saat boyunca işkence uyguladı. O kadar fütursuzlardı ki, Aralık ayında balkondaki kar suyuna yatırıp işkencelerini burada sürdürdüler. Kendilerine duydukları güvenin, buradan gayet iyi anlaşılacağı kanaatimdeyim.
Maruz kaldığım bu işkence sonrasında ne için gözaltına alındığıma dair tek bir kelime dahi söylenmeden Diyarbakır Emniyet Müdürlüğüne götürüldüm. Bir gün sonra da yine hiçbir şey söylenmeden İstanbul’a getirildim. Ne için gözaltına alındığımı ancak 24 gün sonra çıkarıldığım sorguda öğrenebildim.
Sayın heyet, aslında bakarsanız bugün karşınızda bile bulunmayabilirdim. Çünkü evimde polislerce infaz edilebilirdim. Bana işkence uygulayan polisler, başucumda uzun süre beni öldürüp-öldürmeme konusunda birbiriyle tartıştı çünkü. Bugün içerisinde bulunduğumuz tabloyu ve bu yargılamayı sizlere bırakıyorum. O gece öldürülüp, son dönemlerde sıkça karşılaşıldığı gibi başucuma bir silah bırakılabilinirdi. Hemen ertesi gün de, ‘Bir terörist öldürüldü’ şeklinde resmi açıklamalar yapılıp, hiç sorgulamadan iktidar borazanı haline gelmiş gazete ve TV’lerde yer alabilirdim. Neden bilemiyorum ama bundan vazgeçildiği için bugün karşınıza sanık olarak çıkarılmış bulunuyorum.
Bununla birlikte yaşadığımız dönemi özetleyen bir diğer şey ise uğradığım işkenceye dair verilen sağlık raporumun kaybedilmiş olmasıdır. Avukatım dosya içeriğine koyduğu bu rapora aylardır ulaşamamaktadır. Bu yüzden suç duyurusunda bile bulunamıyorum. İnsan uğradığı hukuksuzluğa karşı hakkını arayamamakta ne yazık ki.
Sayın heyet, Türkiye bugün yaşadıklarıma benzer şekilde mafyatik siyaset uygulamaları ile yönetilmektedir. Yaşam hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, uluslararası hukuk normlarına göre oluşan diğer insani hak ve özgürlükler, bugün hiç olmadığı kadar sınırlandırılmakta ve gasp edilmekte. Siyasi iktidar kendi yandaşlarına farklı davranırken, kendisine muhalefet edenlere karşı ise farklı davranmaktadır. AKP’nin bu siyasal karakterini gösteren temel faktör ise ‘tekçi’ politika tek dil, tek toplum, tek kültür, tek din, tek iktidar, tek siyaset, tek düşünce. Her yeri ötekileştirici, dışlayıcı, suçlayıcı ve çatıştırıcı haberler sarmış durumda. Barışa, anlaşmaya ve uzlaşıya dayalı bir dil ve yayıncılık yerine, adeta savaş tantanaları çalınıyor.
Peki, biz bu ülkenin kaderi haline getirilmek istenen tekleşmeyi kabul mü etmeliyiz? Bizden mutlak itaat isteyenlere boyun büküp, onların birer methiye dizercesi mi olalım? Kralın çıplak olmadığını görmeyelim mi, yazmayalım mı, söylemeyelim mi?
Bu olumsuz koşullara rağmen ağır bedeller ödemek pahasına da olsa Özgür Basın geleneğini sürdürmeye çalışanlar da var. Bunlardan biri de içtenlikle söyleyebilirim ki 9 yıldır bünyesinde yer aldığım Dicle Haber Ajansı’dır. Bu ajans 2002 yılında yayın hayatına başladığında ilke olarak ‘Gerçeklerden Asla Taviz Verilmez’ sloganını belirlerdi. DİHA bu anlayışla 14 yıl boyunca bölgede, Türkiye’de, Ortadoğu’da ve dünyadaki gelişmeleri kamuoyuna ulaştırma çabası içerisinde oldu. Servis ettiği haberlerle gündem oluşturdu. Bu haberler neydi diye merak ediyorsanız bir kaçını sıralayayım:
• 2006 yılında Amed’te polisin attığı gaz fişekleri sonucu can veren Enes Ata ve Mahsun Mızrak cinayetleri
• 34 köylünün yaşamını yitirdiği Roboski Katliamı
• Pozantı Cezaevinde küçük çocuklara yönelik tecavüz skandalı
• Havan topunun isabet etmesi sonucu hayatını kaybeden Ceylan Önkol
• Babası ile birlikte sokak ortasında kurşunlanan Uğur Kaymaz
• 2012 yılında KPSS sınavında yaşanan yanıtların dağıtılması skandalı vs.
Bunlar ve bunlara benzer yüzlerce haber nedeniyle görülmemiş baskı ve saldırılara maruz kaldık. Buna rağmen vicdanlarımızın sesini dinlemekten geri durmadık, hakikatlere ısrarla sahip çıktık. Bugün toplumun tüm ötekileri nazarında sağladığımız güven ve gazetecilik başarımızın altında öyle sanıldığı gibi devasa bir çalışan kadrosu, astronomik kaynaklar ya da profesyonel araç-gereçler hiç olmadı. Herkesin 3 maymunu oynamayı tercih ettiği bir ortamda biz sadece gözlerimizi açık tutma, kulaklarımızı tıkamama, anlatmaktan çekinmeme cesareti gösterdik. Burada benim gibi karşınıza çıkarılan diğer meslektaşlarım da benzer biçimlerde gazeteciliğin onurunu korumaya çalışıyor ısrarla. Bugün muhalif bir avuç gazeteci ve medya kuruluşu sayesinde, üzeri siyah bir perde ile örtülen gerçekler az da olsa aralanabiliyor. Bu zamana kadar ortaya çıkanlar buzdağının görünen kısmı. Ama geri kalan kısmı da bu devran değiştiğinde mutlaka tüm çıplaklığı ile ortaya çıkacak.
Bundan duyulan korku nedeniyle bugün muhalif gazetecilere kelepçe, çalıştıkları kurumların kapısına ise mühür vuruluyor. İlan edilen OHAL ve çıkarılan KHK’ler ile muhalif basına dönük sistematik bir baskı uygulamasına şahit olduk. Ajansımız DİHA’nın internet sitesi 24 Temmuz 2015 Basın Özgürlüğü gününde erişime engellendi. Bu tarihten sonra tam 48 kez daha aynı yönde kararlar verilerek susturulmak istendik. Alınan bu kararlar için önceleri hoşnut olmayan kimi haberlerimiz gerekçe gösterilirken, sonraları her hangi bir gerekçe gösterilmeye bile gerek duyulmadı verilen mahkeme kararlarında. Bu engellemelere rağmen birçok muhabir arkadaşım yine yazdıkları haberleri dolayısıyla tutuklanıp cezaevlerine atılmasına rağmen sesimiz susturulamayınca en sonunda 29 Ekim 2016’da çıkarılan KHK ile kapılarımıza mühür vuruldu. Bürolarımızın kapılarına mühür vurulabilindi belki ama bunun hakikati haykırdığımız dilimize bir hükmü yok.
Sayın heyet, muhalif medya üzerindeki baskıları anlamak için OHAL sonrası bir yıldaki verilere bakmak yeterli. Bu süre zarfında 5 haber ajansı, 24 radyo, 16 TV, 63 gazete ve 20 dergi ile 178 medya kuruluşu kapatıldı. Bu sayı her geçen gün artıyor. Yine bugün Türkiye cezaevlerinde 176 gazeteci halen tutuklu. Bu tablo eleştirinin, sorgulamanın ve haber yapma özgürlüğün rafa kaldırıldığının da kanıtı. Bunların yanı sıra birçok gazete ve medya çalışanının işsiz kaldığını sağır sultan duymuşken, bu siyasi iktidar olan biten herşeyi normal göstermeye çalışıyor. Öyle ki bizzat Başbakan’a göre kendimize gazeteci diyerek “egzotik” olmaya çalışıyoruz. Bu söylemler karşısında gerçekten şaşırıp kalmamak elde değil. Hükümetin hoşuna gitmiyor diye bizler, kimliklerimizi ve onları rahatsız eden haberlerimizi ortadan kaldırmayız. Hiçbir zaman gazeteciliğimin kanıtı olarak görmedim fakat daha düne kadar Sarı Basın Kartı sahibiydim. Bu yüzden mesleğimizin yok sayılmak istenmesine sessiz kalmamız bizden beklenmemelidir.
Siyasi iktidarın bu derece pervasızlaşmasında en büyük kabahat kimindir diye sorarsanız, yine ne yazık ki kimi meslektaşlarımı göstermek zorunda kalacağım. Onlar her dönem hakikatin yanında yer almak yerine, gücün ve paranın yanında saf tuttular. Böyle olunca da bugün boynumuzu vuran kılıcı bir bakıma bizler bileyiledik. Hitlerin propaganda bakanı Gobbels’in meşhur bir sözü vardır biliyorsunuz. Ne diyordu: ‘Bana vicdansız bir medya verin size bilinçsiz bir halk sunayım. Her zaman etrafında bir yalaka ordusu bulundurun, yalan söyleyin. Mutlaka inanan birleri çıkar. Büyük yalanlar söyleyin. Çünkü insanlar büyük yalanlara küçük yalanlardan daha fazla inanır.’
Bugün içerisinde yer aldığımız resim, tamda bu muhalif medyanın gerçekleri halka taşımasının önüne geçmek için herşey yapılırken diğer yandan da yandaş medya da ise hakikatler bilinçli olarak ter yüz edilmekte. Hakikate dair en küçük bir kırıntıya bile tahammül edilmiyor. Savaş politikaları, ekonomik eşitsizlikler, işsizlik, etnik ve dinsel ayrımcılık, kadın katliamları, kültürel dejenerasyon ve ekolojik talan… Yani yaşamın tüm alanlarına ilişkin hakikatler, yanlış politikalar halktan gizlenmeye çalışılıyor. Buna karşı çıkanlar ise ötekileştirilip damgalanıyor. Yaratılan kutuplaşmadan ötürü sadece biz ve onlar.
Sayın heyet, bildiğiniz gibi Yunan mitolojisinde bir haydut Procrust vardır. Bu haydut yakaladığı kurbanlarını bir yatağa bağladıktan sonra boyu yataktan uzun ise kurbanının ayaklarını keser. Boyu yataktan kısa olduğunda da onu gererek boyunu uzatmaya çalışır. Türkiye’de toplum bugün benzer şekilde tek tipleştirilmeye, benzeştirilmeye çalışılıyor. Daha öncede vurguladığım gibi medya da bunun önemli ayaklarından biri. Buna itiraz edenler ise tıpkı bizler gibi olmadık suçlamalarla bugün cezaevlerinde.
Hakkımızda hazırlanan iddianamenin içeriği bunun en somut kanıtı. Biz gazetecilerin görevi kamuoyunu bilgilendirmektir. Halkın gerçeğe ulaşmasında aracılık yaparız. Bu yüzdende sadece halka karşı sorumluyuz. Fakat bugün bileklerimize kelepçe vurulması halkın takdiri değildir. Hükümetin haberlerimizden duyduğu rahatsızlığın sonucudur. İddianamede suçlandığımız esas nokta Enerji Bakanı Berat Albayrak’ın gayrihukuki ilişkilerini haber değeri taşımasından ötürü halka ulaştırılmasıdır. O e-maillerin nasıl ele geçirildiğini bilmiyorum. O e-maillerden sosyal medyada haberdar oldum. Daha önceki ifademde bu yönlü izahatımı yapmıştım. İncelediğim kimi e-maillerin içeriğinde hukuksuz ve Bakan beyin görevi ile bağdaşmayan ilişkilere tanık olduktan sonra bunları haberleştirdim. Bu konuda da hiç kimseden talimat almadım. Bakan beyin kişiliğine ya da özel yaşamına ilişkin hiçbir bilgiyi haberleştirmedim, yaymadım. Haber konusu yaptığım şeyler, görev sınırlarını aşan ilişkilerdi. Sayın savcı ise iddianamede bu kirli ilişkileri ‘stratejik faaliyetler’ olarak tanımlıyor. Tuhaf olan da bu. DAİŞ ile petrol pazarlığı yapmak hangi stratejik faaliyetin kapsamında merak ediyorum. Yine savcı bey e-maillerde yer alan kimi bilgilerin ‘manipüle edildiği’ni ileri sürmekte. Fakat bu e-mailler bugüne kadar ne Bakan Bey ne de ilgili diğer isimlerce yalanlanmadı.
Baskı ve sindirme politikaları ile hakikatler gizlenmeye, toplumdan saklanmaya çalışılıyor. Ama artık öyle bir noktaya geldik ki mızrak çuvala sığmıyor. Demokrasi ve hukukun egemen olduğu bir ülkede olsaydık, o e-mailer kim olursa olsun birilerini yargılamaya yeterdi. Ama bugün onlar değil, bunu ispat eden ve halka soran bizler yargılanıyoruz. Duyulan korku şüphesiz büyük. Bu yüzdende Türkiye adeta bir halklar hapishanesine dönüştürülmüş durumda. Bizden de bu ehven-i şer hale tav olmamız isteniyor. Bu duruma itiraz edip hak ve özgürlük talep eden siyasiler, akademisyenler, emekçiler, kadınlar, öğrenciler ve çevrecilerin ne getirildiğini biliyoruz. Görmek isteyen gözler, duymak isteyen kulaklar için her şey çok açık.
Sayın heyet, bu yargılama üzerinden dikkatinizi çekmek istediğim bir husus daha var. Demokratik rejimlerde siyasiler ya da yöneticiler görevlerini kötüye kullandıklarında görevlerinden istifa eder. Bu bizim ülkemizde pek karşılaştığımız bir özellik değil. Bakan bey bildiğiniz siyasetçi tipolojisine uyarak istifa etme erdemi göstermedi. Bu tür durumlara alıştık. Peki, ama cumhuriyet savcılarının korku ve çekincelerini nereye koyacağız? Korku ve sindirme politikalarının hukukçuları da esir alması muhtemel. Zira bugün üzerinde konuştuğumuz isim Cumhurbaşkanı damadı. Bu davayı önemli kılan da bu. Damatları bugüne kadar AKP’li birçok önemli ismin başını yedi. Buradan alınacak bir yara, sarayın duvarlarında gedik açılmasına yol açabilir. O nedenle ‘baskın basanındır’ politikası yürütülüyor.
Bir taraftan bunlar yaşanırken diğer taraftan kafasını kuma gömen yandaş ve merkez medya, biz meslektaşlarını suçlu ilan etmekten geri durmadı. Zaten onlar resmi söylem ve açıklamalara hakikatlerden daha fazla önem verdiler. Bu yüzden siyaset ve devlete hakim olan mafyatik tarz, medya içinde ilgi çekici. Örneğin, Milliyet gazetesi ‘en hayırsever iş insan’ ödülünü bu yıl mafya babası Sedat Peker’e verdi. O ki, ‘Bu suça ortak olmayacağız’ bildirisine imza attıkları için hedefe oturtulan akademisyenler için ‘oluk oluk kanlarını akıtacağız’ demişti. Kansersiz Yaşam Dergisine 300 bin TL abağış yapınca bu ödüle layık görüldü. Bu durum kaç kişiyi kanser etti araştırma ihtiyaç var.
İddianamede bana yönelik suç delili olarak gösterilen bir diğer şey sosyal medya paylaşımları. Bu paylaşımlardan ilki Rus Haber Ajansı Sputnik’in sosyal medya adresinden yaptığı bir haberdir. Benim yaptığım Kürtçe başlıkla servis edilen haberin başlığını Türkçe’ye çevirip paylaşmaktan ibarettir. İkincisi servis ettiğimiz bir habere ilişkindir. Bu paylaşımlara dair rahatsızlık duyular şey ise kullanılan ‘gerilla’ tanımlaması. Bu yabancı medya kuruluşlarınca da kullanılan ve kabul gören bir tanımlamadır. Üçüncü paylaşım da yine HDP’nin söz konusu tarihte yaptığı basın açıklamasının maddelerinden biri. O açıklama öz yönetim taleplerine dairdi. Partiye yönelik medya ambargosu uygulandığı bir dönemde açıklamalarının kamuoyuna ulaşmasına katkı sunmak için paylaştım. Fakat bu ve diğer paylaşımlar bağlamından koparılarak ele alınmıştı.
Cizre, Sur ve diğer kimi kentlerde ‘terörle mücadele’ adı altında bazı operasyonlar yapıldı. Bu operasyonların yol açtığı insani ve maddi yıkımın sonuçlarına gelmeden önce bizi buraya getiren sürece bakmak lazım. Bu topraklarda 40 yıldır bir savaş sürmekte. Binlerce insan bu savaşta can verdi, sakat kaldı, göçe zorlandı. Oldukça büyük ekonomik bir kaynak bu savaş için harcandı. Süren savaş hem ruhumuzdan hemde cebimizden götürdü yıllardır. Sonunda olumlu bir adın atılıp, çözüm süreci başlatıldı. Bu süreçte geçmişe nazaran insanların yüzünün güldüğü, birbirlerinin yaralarına dokunduğu bir ortam oluştu. Fakat hükümetin siyasal çıkarlarının sarsılmaya başladığının görülmesiyle süreç sonlandırıldı. Görüşmelerin devam etmesi için yapılan tüm çağrılar ve çabalar yanıtsız bırakıldı. Sonuç hepimizin malumu. Kürt halkının özgürlük, eşitlik ve özyönetim talebine verilen yanıt, görülmemiş bir şiddet ve baskı dalgası oldu. Cizre, Sur, bunun en yakıcı örnekleri oldu. Savcı bey iddianamede burada yürütülen operasyonlarda yaşanan haksızlıkları görmekten kaçınıyor. Buralarda yürütülen operasyonları ‘ayıklama faaliyeti’ ile adlandırmayı tercih etmiş. Lakin gerçek şu ki; orada çocuk, yaşlı, kadın denilmeden yüzlerce sivil hayatını kaybetti. İnsanlar sığınmak zorunda kaldıkları bodrum katlarında aç-susuz bırakılıp, evleri başlarına yıkıldı. Vücut parçaları, cenazeleri moloz yığınlarının arasından çıkarıldı. Hala da onlarcasının cenazesine ulaşıla bilinmiş değil. Yine insanlar evlerine dönemiyor. Evlerinden çıkmak isteyenlere ise Ramazan ayında Kerbela zulmü çektirildi, susuz bırakıldılar.
Halbuki o insanların tek isteği yıllardır çektikleri acı ve korkuların son bulması. Dillerini, kimliklerini ve kültürlerini korkmadan yaşayıp, sürdürmekti. Özgür ve eşit bir yaşam sürüp, gelecekleri hakkında söz sahibi olmaktı. Bugün dünyanın 20 ayrı devletinde uygulanan öz yönetim talebinde bulunmak, Kürtler için çok görüldü. Böylesi bir talepte bulundukları için üzerlerine bombalar ve kurşunlar yağdırıldı. Fakat aynı dönemde eşli İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, İstanbul için özerklik talebinde bulundu. HDP’li eş genel başkanlar, milletvekilleri ve 90’ın üzerinden DBP’li belediye başkanı bugün hala cezaevlerinde. 83 belediyeye ise kayyum atanmış durumda. Ayrımcılık, tahammülsüzlük dediğimiz şey tam da bu değil midir? Bu dönemde özgürlüklerden uzaklaştığımız gibi insanlığımızdan da uzaklaştık. Öyle olmasaydı Şırnak’ta Hacı Lokman Birlik’in cenazesi, öldürüldükten sonra zırhlı aracın arkasında sürüklenmezdi. Cizre’de annesi öldürülen kızı Cemile Çağırga’nın cenazesini buzdolabında saklamak zorunda kalmazdı. Annesinin kucağında Miray bebek, sokak ortasında Taybet Ana, evinin kapısının önünde 5 çocuk annesi Selamet Yeşilmen ve diğerleri öldürülmezdi.
Onlar ve daha onlar gibi yüzlercesi yaşamları ellerinden alınıp ‘terörist’ ilan edildiler. Bölgede yaşanan hukuksuzluklara dair veriler Birleşmiş Milletlerin (BM) raporlarına da yansıdı. Hazırlanan raporda, yaşananlar için ‘kıyamet benzeri bir tablo’ tanımlaması yapıldı. 2 bin kişinin yaşamını yitirdiğine yer verilen raporda, delillerin daha sonra yok edildiği de vurgulandı. Buna rağmen orada yaşananları sorgulanmaktan halen korkuyoruz. Bunun nedeni de zihinlerimize inşa edilen karakollar. Cizre ve Sur’a dair kabul etmek istemediğimiz bir hakikat daha var. O da bir dönemlerin ‘taş atan çocukları’nın büyüdükleri gerçeğiydi. O çocuklar hiç büyümeyecek sanıldı. Acılar, istemleri ve düşüncelerine kulak kapatıldı. O çocukların dün taş, bugün ise ellerine silah almalarının nedenlerine kafa yormadan sosyolojiyi nasıl tanımlayacağız, barış nasıl sağlayacağız? Yanıtını bulmamız gereken asıl soru bu.
İçerisinde bulunduğumuz hal, bu konuda geçmişten hiç ders çıkarmadığımızı gösteriyor. Sayın heyet, Kürt sorununa dair çözümsüzlük politikalarının 90’lı yıllarda nelere yol açtığını biliyoruz. O yıllar hala hafızalarımızda tazeliğini koruyor. O yıllarda yaşananları en net ifade eden isimlerden biri de Emekli Koramiral Atilla Kıyat’tı. Kıyat, 2010 yılında verdiği bir demecinde şunları söylemişti. ‘1990 ile 2000 yılları arasında yapılanlar bir devlet politikası olmasına rağmen bölge de ülkesine karşı bir neslin yetişmesine sebep olmuştur. Hukuk dışı uygulamalar yapılmıştır. Bugün Ergenekon’da faili meçhul cinayetlerden dolayı suçlanan ve içeride olan kimseler vardır. Ama ben devamlı söylüyorum. Bu arkadaşlar o zaman üsteğmendi, yüzbaşıydı. Şimdi diyorlar ki, ‘sen Cizre’deyken muhtarı öldürdün’ ya da ‘muhtarla beraber oldu filancayı öldürdün’. Sene kaç 94-95. Şimdi bende diyorum ki 94’ün, 95’in, 96 ve 97’nin başbakanları, bakanları, cumhurbaşkanları, genelkurmay başkanları, OHAL valileri yattığınızda nasıl rahat uyuyorsunuz? Lütfen çıkın açıklayın. Bu yıllarda işlenen faili meçhul cinayetleri, terörle mücadele için bir devlet politikası mıydı ve bu çocuklar devlet politikası mı uyguladılar? ‘Hayır böyle bir devlet politikası yok’ diyorsanız söyleyin. Hayır söylemiyorlar. Ben o zaman devlet politikası olduğunu düşünüyorum. O zaman maalesef ülkeyi idare edenlerin faili meçhulleri de terörizme önlem olarak gördüklerini düşünüyorum. Çünkü bir üsteğmen ‘Ben Hasan ile Mehmet’i bir halledeyim de bu terörizmi bitireyim’ demez. Birileri emir verdi.’
Toplumda bu bireylerin farklı biçimlerde etkilendiği Kürt sorunu konusunda yaşadığı mağduriyeti en iyi dile getiren isimlerden biri Musa Anter’di. İnfaz edilmeden önce ‘Ben Kürt sorununun ham tanığı, hem mağduru, hem de sanığıyım’ demişti. Bu söz bugün de hala geçerliliğini koruyor.
Kendi penceremden baktığımda bu tespite eklenecek daha birçok şey var. Bilgilerimde paylaştığım gibi Lice’de doğdum ve 35 yaşındayım. Yani Kürt sorununun içine doğdum, bunun etkileriyle büyüdüm. Bahtiyar Aydın’ın şaibeli ölümü sonrası, doğduğum kentin nasıl yakılıp, yıkıldığına kendi gözlerimle şahit oldum. İnsanların dayaktan geçirildiği o meydandaydım bende. Sayısız kez kurşunlardan, bombalardan kurtuldum. Bugün hayatta olmam belki de büyük bir şans. Sonrasında İstanbul’a zorla göç ettirildik ailece. Yani Musa Anter’in sözlerine ek olarak bende bu sorunun tanığı, mağduru, sanığı olmanın yanı sıra aynı zamanda hafızası sayılabilirim. Yaşamı, özgürlüğü, adaleti arayan da işte bu hafızamdır.
Gazetecilik mesleğini tercih etmemde de yine bu hafıza etkili oldu. Yaşadığım o tanıklığı sizinle de paylaşmak istedim. Lice’nin yakılıp, yıkılmasından günler sonra dönemin Başbakanı Tansu Çiller’in ilçeye gelecek olması nedeniyle herkes, polis ve askerlerce zorla çarşı merkezinde toplandı. Basın mensuplarının da bu ziyaret nedeniyle ilçeye girişlerine izin verilmişti. Gelenlerin arasında bulunan ünlü bir gazeteci, yanı başımda yaşlı bir ilçe sakinine, ilçeyi kimin bu hale getirdiğini sordu. O insan silahların gölgesi altında bulunması nedeniyle soruya şu yanıtı verdi: ‘Gerçekten de kimin yaptığını bilmiyor musun?’
Dile getirmeye çalıştığım tüm hakikatler, aslında o soru ve ona verilen yanıtta gizli. Çünkü o röportajı akşam haberlerde bambaşka bir kurgu ile izledim ve medyanın yaşadıklarımızdaki rolünü daha o yaşta tanık olarak öğrendim. O gazeteci, belki de aldığı o yanıtların ağırlığına daha fazla dayanamayarak gazeteciliği bıraktı. Bugün doğa fotoğrafları ve belgeselleri çekiyor. Ben ise hayatımda iz bırakan bu olaydan etkilenerek gazeteciliği tercih ettim. Halka sadece doğruları ulaştırma konusunda titizlikle ve sorumlulukla hareket etmeye çalıştım. En çok çabaladığım şey ise öylesi bir soru ile karşılaşmamaktı.
Yaşadığım bu olaydan hareketle bende siz değerli heyete, o yurttaşın yönelttiği soruyu sormak istiyorum: ‘Gerçekten asıl suçlu ve suçluların kim olduğunu bilmiyor musunuz?’
Bu sorunun yanıtını bildiğinizi düşündüğüm heyetinizin vicdanının sesinden uzaklaşmayarak bunca aydır yaşadığım mağduriyete son vermesini bekliyorum. Bu doğrultuda tahliye ve beraatimi talep ediyorum. Saygılarımı sunarım.