Türkiye’de ulusal sorun ve azınlıklar meselesini incelerken nasıl bir ülkede yaşadığımız, ülkeyi hangi sınıfların yönettiği, ulusların hangi tarihi koşullarda ortaya çıktığı, ulusal sorunun ekonomik ve politik nedenlerini açıklamak durumundayız.
Ulus, tarihsel olarak meydana gelmiş, ortak bir dil, ortak bir pazar, ortak bir kültür birliği ve ortak bir ruhi şekillenmede ifadesini bulan istikrarlı bir insan topluluğudur. Ulus, sadece tarihi bir kategori değil, bir çağın, yükselen kapitalizm çağının ortaya çıkardığı bir olgudur. Uluslaşmayı sağlayan bizzat burjuvazi olmuştur. Kapitalizmin yükselmesiyle birlikte, burjuvazi, dağınık, denetlenmesi zor olan, kapalı bir ekonominin kendileri için yeterli olmadığını görerek, pazarların tek elde birleştirilmesi, denetlenmesi, pazarda tek dilin kullanılması ve devlete merkezi olarak hükmetmek için ulus devletler kurdular.
Uluslaşma sürecinde iki farklı gelişme oldu. Batı ve Doğu’da uluslaşmada yaşanan farklılıklar, ulusal sorunun ortaya çıkmasının da temelini oluşturdu. Batı’da Almanya, Fransa ve İngiltere’de tek uluslu devletler kurulurken, Doğu’da ise, çok uluslu devletler kuruldu. Batıda, tek uluslu devletlerin oluşumunda esas etken, bu ülkelerin çok uluslu ülkeler olmamasıdır.
Doğu’da kurulan devletler ise birçok ulusu içinde barındırıyordu. Almanya, Fransa, İngiltere de ulusal sorun yaşanmazken, Rusya, Macaristan gibi ülkeler, çok ulusu oldukları için, bu ülkelerde ulusal sorunda baş göstermeye başladı. Lenin, “Rusya bir halklar hapishanesidir” derken, tam da ulusal sorunun yakıcılığından söz ediyordu. Rus Çarı’nın, Rusya’da bulunan Çerkez, Azeri, Ermeni, Gürcü uluslarını ezmesi Rusya’daki ulusal sorunun temelini oluşturuyordu.
Marksizm, orta yerde duran bu sorunu ele aldı ve doğru çözümler getirdi. Marksizm, ulusal sorunun özünün, hâkim olan ulus burjuvazisinin, pazara tek başına sahip olmak için diğer ulusu ezdiğini, buna karşı direnen ezilen ulusun, ulusal mücadelesinin temelini, ayrılıp kendi ulusal devletini kurma mücadelesi olduğunu ortaya koydu. Türkiye’yi bu tarihsel gelişmelerden ayrı düşünemeyiz.
Türk devleti, çok uluslu Osmanlı imparatorluğunun Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesi Balkanlardaki ulusal mücadeleler sonucu, kendi ulusal devletlerini kuran ülkelerden geri kalan topraklar üzerinde kuruldu. Türkiye Cumhuriyeti olarak kurulan devlet sınırları içinde Kürt, Rum, Ermeni, Çerkez, ulus ve azınlıkları kalmıştı. Türkler dışındaki en kalabalık ulus Kürtlerdi.
“Kurtuluş Savaşı” sonrası Kemalistler önderliğinde kurulan Türk Devleti, tek başına pazara hâkim olmak için, Kürtlere ve diğer azınlıklara baskı uyguladı. Bu bizi Türkiye’nin faşizmle yönetilen bir ülke olduğu sonucuna götürmektedir. Türkiye faşizmle yönetilen bir ülkedir. TC’nin 1923’te kurulmasıyla birlikte, devlet faşist bir karakter almıştır.
Ülkemizde komprador burjuvazinin zayıflığı onu sürekli bir zora başvurmaya iter. Buna toprak ağalarının iktidara ortak olması, faşizmin ülkemizdeki sınıfsal özünü oluşturur. Kemalizm faşizmin ideolojik arkada cephesidir. Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini ne ifade ediyorsa, Kemalizm de Türkiye için aynı anlamı ifade etmektedir.
Türk devletinin kendisini “demokratik parlamenter cumhuriyet” olarak nitelemesi Türkiye’nin faşist bir ülke olmadığı anlamına gelmemektedir. Türkiye’nin faşizmle yönetilmediğini savunan kesimlerin en büyük yanılgısının başında, parlamentonun varlığı, siyasi partilerin serbest olması ve dört yılda bir seçimlerin yapılması gelmektedir. Demokrasi adına ‘partiler sözde serbesttir.’ Ancak Türkiye’de kapatılan parti sayısı dünyanın başka ülkelerinde bu kadar çok değildir.
Türk şovenizmiyle şaha kalkan faşizm, Kürt örgütlenmelerine ve legal partilerine karşı nasıl bir uygulama içinde olduğu açıktır. Legal Kürt partileri bir bir kapatılıp, birçok yöneticisi katledilirken, onlarca yöneticisi yüksek cezalara çarpıtılarak yıllarca cezaevlerinde tutuldu/tutulmaktadır. Keza muhalif, devrimci ve ulusal güçler sözde “bağımsız” mahkemelerde yargılanmakta, bazen beraat kararları da çıkmaktadır. Ancak faşizmin özel silahlı (kontrgerilla) güçleri devrimci ve ulusal muhalefet güçlerini her fırsatta katletmektedir. Hala naaşları bulunmayan binlerce insan kayıptır.
Yine sözde “yayın özgürlüğü” vardır. Ancak bu yayınlar sürekli polis takibinde olduğundan istenilen zaman bu yayınlar kapatılmakta, büroları basılmakta, çalışanları tutuklanmakta ve onlarca yıl hapis cezasıyla cezalandırılmaktadır. Burjuva demokrasisinin temel özelliği düşünce özgürlüğüdür. Bunun olmadığı bir ülkede, parlamento ve seçimler tek başına bir şey ifade etmez. Düşünce özgürlüğü aynı zamanda, örgütlenme özgürlüğü demektir.
Kemalistler laikliği esas aldıklarını söyleyerek Türkiye’de din ve vicdan özgürlüğünden dem vursalar da bunun bir aldatmacada olduğu sabittir. Kemalist Cumhuriyet, Osmanlı devletinin dinî mirasını devir aldı. TC’nin kurulmasından sonra Türklük Müslümanlıkla eş anlamlı olarak kullanıldı. Bu böyle olduğu içindir ki, TC’nin kurulmasıyla birlikte diğer azınlıkların dini özgürlükleri bir çırpıda, bir kenara bırakıldı. Azınlıkların ellerindeki ibadet yerleri bir bir gasp edilerek devlet mülkiyetine geçirildi.
Sadece azınlıklara dini baskılar uygulanmadı, Türk devleti Alevilere karşı da çok yoğun baskılar uyguladı, Alevileri küçük düşüren Türk devleti, Maraş ve Sivas’ta olduğu gibi onları katliamdan geçirdi. Kemalistlerin Türklük’e dayalı devlet kurmak istedikleri tartışmasız bir gerçektir. Türklük esas alındığı için de tüm diğer ulus ve azınlıklar yok sayılmıştır.
Ulus ve azınlıkların kendi ulusal kimliklerini inkâr ederek, asimle olup Türklükte karar kılmaları istendi. Tüm katliam, baskı ve asimilasyon dayatmasının tek nedeni budur. Kürtler, Yahudiler, Çerkezler, Lazlar ve diğer tüm ulus ve azınlıklar için geçerli bir politika olarak 89 yıldır uygulanan budur.
KÜRTLER
Kürtlerin üzerinde yaşadıkları topraklar ilk defa 1639 yılında İran Pers imparatorluğu ve Osmanlı imparatorluğu arasında bölüşüldü.
Yüzyıllarca bu imparatorluklar tarafından baskı gören Kürt aşiret ve toplulukları uluslaşma sürecini tamamlayamadı. Bir ulus devlet kurma şansını elde edemeyen Kürtler, birinci emperyalist paylaşım savaşı sonrası, emperyalistlerin denetiminde bu sefer de dörde bölündü, Türkiye, İran, Suriye ve Irak arasında bölüşülen Kürdistan toprakları ilhak edilerek bu dört devletin sınırlarına dâhil edildi.
Lozan’da emperyalistlerle masaya oturan yeni Türk devletinin temsilcileri; ‘biz burada hem Türkleri, hem de Kürtleri temsilen geldik’ demelerine rağmen, bu söylemlerini çok kısa bir süre sonra unuttular. Örneğin 1925 yılında bunu Türk hâkim sınıflarına hatırlatan ve karşılığında olumsuz cevap almalarından sonra, Şeyh Sait önderliğinde isyan eden Kürtleri katliamla bastıran Türk devleti, bu tarihten sonra tek ulus, tek dil ve Kürtsüz bir Türkiye için yoğun bir çalışma dönemine girdi.
Kürtler hayatın her alanında yok sayıldılar. En başta da zihinlerde yok edilmeye çalışıldı. Aynı şehirlerde yaşayan, aynı iş yerinde çalışan, aynı okulda okuyan bir Kürt, yanındakine Kürt olduğunu söylemeye çekindi, korktu, sindirilmeye çalışıldı.
Bununla da kalınmadı; Kürtler, başta anayasa olmak üzere tüm yasalarda da yok sayılmıştır. İç hukuk metinlerinde yer bulan, mahkemelerce yasaklanan bazı temel hakları şöyle sıralıyabiliriz: Kürtlerin çocuklarına Kürtçe adlar koymaları yasaklanmıştır. Kürtlerin yaşadıkları tüm yerleşim yerlerinin adları Türkçe olarak değiştirilmiştir. Kürtler hiçbir zaman düşüncelerini Kürtçe ifade edememişlerdir.
Mahkemelerde Kürtçe savunma yasaktır. Kürtçe propaganda yapmak yasaktır. Anadilde eğitim Kürtler için yasaktır. Her türlü Kürtçe yayın yasaktır.
Türkiye’de Kürtlerin isyan etmelerinin temel nedeni, Türk devletinin Kürtleri yok saymasıdır. Türk devleti 1984’lerde başlayan yeni ulusal direnişin kitlesel boyut kazanarak, Türk devletini oldukça sıkıştıran, zorlayan direnişi sonucu, Türk devleti Kürtlerin varlığını kabul etmek zorunda kaldı.
Öncesinde Kürtler hep Türk kabul edilerek, kültürel varlıkları yok sayılarak, Türk nüfusu içinde eritilmeye çalışıldı. Türk devleti Türkçülüğü esas alarak, Türkiye sınırları içinde yaşayan herkesi resmi olarak Türk saydı. Suni olarak çizilen yeni sınırlar içinde yaşayan ulus ve diğer tüm azınlıklar, Türk milliyetçiliğine hizmet ettikleri oranda, yaşam hakkı buldular.
Buna itiraz eden, kendi ulusal kimliğini inkâr etmeyen, hakları için direnen, mücadele eden herkes katledildi, sürgüne gönderilip azgın bir milliyetçilikle karşı karşıya bırakıldı. “Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi”yle Türk ve Türk’e dair özelliklerin ayrıcalığı ve mutluluk kaynağı olduğu iddiası ulusal eğitim ve şekillenmenin dayanağına dönüştürüldü. Bu teori Türk olanı üstün özelliklere sahip ve ayrıcalıklı olmaya layık gösteren ırkçı bir teoriydi.
Şovenizm bizzat devlet eliyle körüklenerek, eğitim üzerinden kesintisizce sürdürülüp Türk kitleler içinde kabul edilir bir düzeye getirilerek kitlesel bir boyut kazandırıldı. Okullarda bunun için özel eğitim politikaları uygulandı. Her sabah ‘ant’ içilmesi, hafta sonlarında ve başlarında istiklal marşının okunması, Türk olmanın benliği olarak kabul gördü.
Türkler dışındaki ulus ve azınlıkların varlığının kabulü ve bunların haklarından söz edilmesi Türklüğe hakaret olarak kabul edildi. Türk devletinin sınırlarım diye tabir ettiği topraklara, 29 Haziran 1939 tarihinde Hatay’ı da katarak, sınırlarını biraz daha genişletmiştir. Zorla topraklarına kattığı Hatay’da yaşayan Arap azınlığa hiçbir zaman hakları tanınmamıştır.
Bir çırpıda burası da Türkleştirilmiş ve Araplar tüm haklarından yoksun bırakılmıştır.
RUMLAR
Türkiye’deki Rum nüfusun mübadele öncesi bir milyon olduğu tahmin edilmektedir. Ege’de yoğun olarak yaşamış olan Rumların, Ege dışında en çok yaşadıkları il İstanbul olmuştur.
Kemalistler “Cumhuriyetin” kurulmasından sonra Lozan’da Yunanistan’la özel bir anlaşma yaptı. Bu anlaşmaya göre karşılıklı nüfus mübadelesi yapılarak, her iki ülke homojen bir yapıya kavuşturulacaktı. 23 Ocak 1923 yılında Yunanistan ve Türkiye arasında Türk ve Rum Ahali Mübadelesine Dair Mukavele ve uygulamaya ilişkin imzalan protokol 1 Mayıs 1923 tarihinde yürürlüğe kondu.
Bu antlaşmada “1 Mayıs 1923 tarihinden itibaren Türk topraklarında oturan Rum Ortodoks Yunan uyruklular zorunlu mübadeleye tabi tutulacaklar” denilmektedir.
Bu anlaşmanın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren Rumlar, yüzyıllardır oturdukları topraklardan göç etmeye başladılar. Evlerini, topraklarını, işlerini geride bırakarak Yunanistan’a doğru yola koyuldular. Tarihin yaşanmış bu en büyük dramlarından olan göçle birlikte, geride kalan tarih ve kültür yok edildi, Ege bir anda Türkleştirildi. Yunanistan’a zorla göç ettirilen Rumlar, kendilerini bir anda aç ve sefil bir hayatın içinde buldular.
İş bulamayan, konut sorunu yaşayan Rumlar, Yunanistan’da toplumun en alt yeni sefilleri olarak yaşam mücadelesi verdiler.
1955 yılında Türk devleti Rumlara karşı yeni bir kanlı saldırı başlattı. 6-7 Eylül olayları olarak bilinen bu saldırıyla Türk devleti geride kalan Rum azınlığı da temizleyerek bu süreci tamamlamak istiyordu. 1955 yılındaki saldırı, Atatürk’ün Selanik’teki evinin Yunanlarca bombalandığı haberinin bir anda radyo ve gazetelerde verilmesiyle başladı.
İstanbul ve İzmir’de Rum Ermeni ve Musevilerin evleri, işyerleri, dükkan, kilise ve okullar iki gün boyunca durmaksızın yağmalanıp, yakılıp yıkıldı. Azınlıklara ait tüm tarihi yerler yakıldı. “Olayların bilançosu çok ağır oldu. 7 Eylül’de İstanbul’da sıkıyönetim ilan edildiğinde, ardında pek çok yaralı bırakmıştı ve maddi hasar çok ağırdı. Mahkeme kayıtlarına dayandırılarak verilen sayılara göre 4214 ev, aralarında 21 fabrikanın bulunduğu 1004 işyeri, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 azınlık okulu, 5 spor kulübü, 2 mezarlık tahrip edilmişti. Saldırılar sırasında tecavüz olayları da yaşanmıştı.
İzmir’de ise 14 ev, 6 dükkân, 1 pansiyon, Yunan Konsolosluğu, Katolik Kilisesi, Fuar’daki Yunan pavyonu ve İngiliz Kültür evi tahrip edildi. Dönemin İzmir gazeteleri 7 kişinin ağır, 50 kişinin hafif yaralı olduğunu yazıyordu.”
Rumlar sadece 1923 1 Mayıs’ında ve 1955 yılında bu uygulamayla karşı karşıya kalmadılar. Geriye kalan Rumlar, hiçbir zaman Türk devletinin menzilinden çıkmadı.
Türk devleti Rumlar üzerindeki baskılarını mütemadiyen devam ettirdi. 1964 yılına gelindiğinde Rumlar bir kez daha Türk devletinin saldırılarıyla karşılaştı. Türk devleti Rumları bir koz olarak kullanmak istedi. Bu tarihte Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs meselesinde çıkan anlaşmazlıkta, Türk tarafı, Kıbrıs konusundaki görüşlerini Yunanistan’a kabul ettirmek için Türkiye’de yaşayan Rumları rehin olarak masaya sürdü.
Türkiye, Yunanistan’a açıktan Kıbrıs konusunda ileri sürdüklerini kabul etmemesi halinde, Türkiye’de yaşayan Yunanistan pasaportlu Rumları sınır dışı edeceğini açıkladı.
Bu açıklama bir diplomatik tehdit olarak kalmadı. Açıklamanın ardından Rumlar sınır dışı edilmeye başlandı. 12 bin Rum apar topar Türkiye dışına sürüldü. Bankalardaki tüm paralarına ve taşınmaz mallarına el konan Rumlar, giderken yanlarında kişisel eşyaları olarak 20 kilo, para olarak da sadece 22 dolar almalarına müsaade edildi. Türkiye’de ‘milli bir burjuva yaratma’ politikası azınlıkların para ve taşınmaz mallarına el konmasıyla başladı. Kemalistler açıktan yeni Türk burjuvazisine “zenginleşin” diyordu.
Azınlıklardan geriye kalan tüm mal varlıkları yeni Türk burjuvazisine aktarılıyordu. Dönemin CHP’si azınlıklar raporunda Rumlar için şunların altını çiziyordu: “Anadolu’da bugün Rum yok denecek kadar azdır. Hiçbir yerde ileride bir tehlike teşkil edecek durumda değildir. Binaenaleyh Rumlar için esaslı tedbir alınması gereken yerimiz İstanbul’dur. Bu hususta söylenecek tek söz, İstanbul’un fethinin (500.) yıl dönümüne kadar İstanbul’u tek Rumsuz hale getirmektir.”
ERMENİLER
İttihat ve Terakki yönetimi Alman emperyalizminin de desteğini alarak 1915 yılında Ermenilere karşı büyük bir soykırım gerçekleştirdi. 1915 yılında bir buçuk milyon Ermenin katledildiği dönemin Osmanlı topraklarında, katliamdan kurtulan binlerce Ermeni de göç sırasında hayatlarını kaybetti.
Zorla yerlerinden edilen Ermenilerin geride kalan kültürel varlıklarının önemli bir bölümü yok edildi. Ermeni yerleşim yerlerinin isimleri değiştirilerek Türkçeleştirildi.
Türklük esasına dayalı yeni bir ulus devlet kuran Kemalistler, 1915 yılında katledilen Ermenilerden geriye kalan altın, para ve taşınmaz malları sermaye edinmesi için Türk burjuvazisinin kullanımına verdi. Bugünkü Sabancı Holding, Çukurova’da Ermeni mal varlığı üzerinden zenginleşen yeni Türk burjuvazisinin en tipik temsilcilerinden biridir.
Katledilen, sürgüne gönderilen Ermenilerin mallarına el konmasıyla zenginleşen yeni Türk burjuvazisinin “anti Ermeniliği” boşuna değildir. Ermeni soykırımının kabul edilmesi ve Ermenilere tazminat ödenmesine direnen Türk devleti ve onun yarattığı burjuvazinin avazı çıktığı kadar bağırması bundandır.
Ermenilere tazminat ödenmesi durumunda, dönemin burjuvazisinin gasp ettiği Ermeni malları ve paralarının geri ödenmesi işlerine gelmediği için, her taşın altında “Ermeni parmağı aramakta”, Türkiye’de bir gelişme olduğunda bunun bir “Ermeni lobisi oyunu” olduğunu dillendirmeleri bundandır.
1915 yılından bu yana Türk milliyetçilerinin topluma kabul ettirmek istedikleri başlıca tezlerinden biri de, Ermeni olmayı “suç” gören tezdir.
Bu tez o kadar çok işlenmiştir ki, toplumda kabul edilir bir düzeye getirilmiştir. Kemalistler TC’yi kurduktan sonra şovenizm ve ırkçılığı daha da körükleyerek her fırsatta Ermenileri aşağılamış, hor görmüş ve ötekileştirmiştir. Bugün dahi, Türkiye’nin birçok yerinde Ermeni lafı hala küfür anlamında kullanılmaktadır.
1915 yılında Ermenilerin yanı sıra diğer azınlıklar da yok edildi. Ermeni soykırımı ulusal olduğu kadar dinseldir de. Yapılan araştırmalarda bu gerçek ortaya çıkmıştır. Sünni Kürtler bu katliamın dışında kalırken, buna karşın Ezidi Kürtler Ermenilerle birlikte göç etmek zorunda kaldı. Bugün Ermenistan topraklarında Ezidi Kürtlerin çoğunlukta olmasının nedeni budur.
Ermeni düşmanlığı hızından hiçbir şey eksiltmeden devam etmektedir. 97 yıldır devam eden Ermeni düşmanlığı yine her fırsatta gündeme getirilmekte, toplum Ermeni düşmanlığı üzerinden ırkçı ve şoven bir politikayla eğitilmektedir. Hrant Dink’in katledilmesi, Ermeni düşmanlığının en son örneklerinden biridir.
Ermeni düşmanlığının en dorukta olduğu dönemlerden biri de 12 Eylül AFC dönemidir. 12 Eylül döneminde Ermeniler başlarına nelerin geleceğini bildikleri için, sesiz sedasız Türkiye’yi terk etmişlerdir. Avrupa ve ABD’ye göç eden Türkiye Ermenileri, bir daha da geri dönmemişlerdir.
12 Eylül döneminde cezaevlerinde Ermenilere karşı özel bir anti-propaganda yapıldı. Bu dönem açısından Diyarbakır cezaevi en başta gelmektedir. 5 No’lu Cezaevi olarak tabir edilen bölümde Esat Oktay Yıldıran, devrimci tutsakların koğuşlarına girerek Ermeni karşıtı konuşmalarla Ermenilere karşı kin kusmuştur.
Cezaevindeki Ermeni tutsakların listelerini çıkartarak, Ermeni örgütler Türkiye karşı eylemler yaptığında, bu tutsaklar özel olarak işkenceden geçirilmiştir.
Yine birkaç çarpıcı örneği Recep Maraşlı şöyle aktarmaktadır.
“TKP/ML davası sanığı Diyarbakırlı Garebet Demirci’nin ismi ise Yüzbaşı tarafından ‘Ahmet’e çevrilmiş, Garebet her defasında Ermeni olduğu için ayrıca dayağa ve işkenceye maruz kalmıştır. Devrimci olmanın dışında Ermeni olduğu için yoğun işkenceye ve aşağılamalara uğrayan kişilere bir başka örnekte Garbis Atınoğlu’dur.
Sıkıyönetim Komutanlığı’nın hazırladığı iddianamede Askeri Savcı şöyle yazmaktadır Garbis için; ‘Her nasılsa Türkiye’de doğan, Türk tabiiyetinde olan, kolejlerde cemaat adına okuyan, Boğaziçi Üniversitesi’nde tahsil gören, hâsılı devlet ve milletin bahşettiği en büyük nimetleri nefesinde taşıyan bu Ermeni oğlu Ermeni…’ ifadesini bir kin ve nefret olarak kullanılmıştır.
12 Eylül döneminde Ermeni düşmanlığının çarpıcı örneklerinden biri de Tuzla Ermeni Yetimhanesine devlet tarafından el konulması ve Hrant Güzelyan’ın yargılanması olayıdır.
Gedik Paşa Ermeni Protestan Kilisesi Vakfı’nın başkanı olan Hrat Güzelyan taşradaki öksüz, yetim ve okuma olanağı bulamayan Ermeni çocuklarını İstanbul’a getirerek barınma, kendi dillerinde okuma ve kültürlerini öğrenme, geliştirme olanağı yaratmaya çalışan bir din adamıydı. Bu amaçla İstanbul Gedik Paşa’da açtığı Ermeni yetimhanesi 1950’li yıllardan beri hizmet vermekteydi.
Devlet Hrant Güzelyan’ın Ermeni çocuklarının eğitimine yönelik çabalarından hoşnut kalmaz. Tuzla kampı, Gedik Paşa Ermeni yetimhanesi ve çocuk yuvalarının ‘kanunsuz kurulduğu’ gerekçesiyle birçok bürokratik engel çıkartılır. 12 Eylül cuntasından sonra Ermeni çocukların barındığı yuvalar kapatılır.
Tuzla Ermeni Çocuk Kampı da ‘Azınlık Vakıfları’nın mülk edinme hakkının olmadığı gerekçesiyle arazisi ve üzerinde çocukların el emeğiyle yapılmış tesisleriyle birlikte, bedelsiz olarak eski sahibine iade edilir. Hrant Güzelyan ise bir bahaneyle tutuklanmıştır.’’ Bunlar dönemin ibret verici olayları olarak tarihe geçmiştir.
Bugün itibarıyla Türkiye’de yaşayan Ermeni nüfusu 60 bin kişi civarındadır. Bu nüfusun ağırlıklı bölümü İstanbul’da yaşamaktadır. Ayrıca Türkiye Kürdistan’ın da yaşayan Ermeni nüfusu olmakla birlikte, bu sayının çok az olduğu bilinmektedir.
Ermeni dilinde öğrenim gören öğrenci sayısı dört bindir. Bu okullar da sadece İstanbul’da bulunmaktadır. Öğrenimlerine devam eden okulların kendi imkânlarıyla öğrenim vermeleri artık imkânsız hale gelmiş bulunuyor. Türk devleti bu okullara kesinlikle yardım yapmamaktadır. Çocuklarını Ermeni okullarına yazdırmak isteyen aileler her gün yeni yeni zorluklarla karşılaşmaktadırlar.
Son yıllarda bu okullara yazılan Ermeni çocukların ailelerinden bu çocukların Ermeni olduklarını kanıtlayan evraklar istenmektedir. Ayrıca bu okullarda ‘Ermeni Dil dersi’ dışındaki tüm dersler zorunlu olarak Türkçe verilmektedir.
(Devam edecek)