Eylemin içinden konuşmak güzel. Karanfili elden ele vermek ve nasıl çoğaldığını görmek, rüya gibi, büyü gibi bir şey. Hele 12 Eylül’ün yarattığı faşizmin mağduru ve tam otuz üç yıldır türlü çeşit kılıklarda nasıl sürdürüldüğünün tanığı olan kuşaklar için son otuz üç gün, ödenen tüm ağır bedellerin kuş gibi hafifleyip uçtuğu olağanüstü bir dönem.
Evet, “çok alametler belirdi”: Yönetenlerin yönetemediği ve yönetilenlerin artık eskisi gibi yönetilmek istemediği tarihsel bir süreçten geçiyoruz. Ama bu süreci anlamamız, konuşmamız, anlamlandırmamız ve ileriye taşımamız gerekiyor. Her yönüyle, her anıyla, tüm bileşenleri ve özgün karakteristiği ile neyin içinden geçmekte olduğumuz konuşuluyor, çok da konuşulacak. Bu yazı da, sürecin sınıfsal dinamikleri üzerine bir tartışma açmak ve henüz çok yeni, daha çok konuşulması gereken fikirleri “yüksek sesle düşünme” eleştirisiyle karşılaşma pahasına gündeme getirme amacı taşıyor.
Soyutlama somuttan çıkar, ilke gerçeklikten
Soyutlama, insanın bilme sürecinin ve dolayısıyla bütün bilimlerin zorunlu yöntemidir. Tek tek parçaların, somut ve nesnel olguların incelenmesi, deneyimlenmesiyle varılan sonucun genel bir soyutlama halinde kullanılması, bilimin ilerlemesinin en temel adımıdır. Somuttan soyuta, parçadan bütüne, nesnel gerçeklikten ilkeye varmayı sağlayan soyutlama yöntemi olmaksızın bilimin bir adım bile atması olanaklı değildir.
Ancak soyutlama yöntemi, kimin kullandığına bağlı olarak gerçekliği anlamamıza yardımcı olan bilimsel bir kimlik kazanır. İdealizmin soyutlama anlayışında, varılan sonuç ve ilkelerin mutlaklaştırılması, dogma haline getirilmesi ve sonuçta ilkenin nesnel gerçekliğin yerini alması vardır. Oysa diyalektik soyutlama, nesnel gerçeklikten yola çıkarak varılan ilke ve kavramların, kesintisiz olarak gerçeklikle sınanmasına ve doğrulanmasına dayanır. Yani diyalektik yönteme göre soyutlama, somut ve nesnel gerçeklik tarafından doğrulanmıyorsa, geçerli değildir. Bu anlamda diyalektik; soyutlama, ilke ve kavramların tarihin her aşamasında gerçekliğin mihenk taşına vurularak sınanması, geliştirilmesi ve zenginleştirilmesinin yöntemidir.
Marx, “Eğer öz ve görünüm aynı olsaydı tüm bilim gereksiz bir şey olurdu” der. Dolayısıyla toplumbilim açısından dikkate değer bir analiz yapılacaksa, görünenin ardında yatan gerçeklikle uğraşmak, tesadüf gibi görünenin ardında yatan zorunlu akışı ortaya çıkarmak mecburiyeti vardır. Bu yüzden görünenlere bakanlar ortada üç-beş ağaç, kentli okur-yazar gençler ve tesadüfi olarak patlayan bir isyan görürken; görünenin ardında yatan gerçekle uğraşanlar bu hareketin ardında yatan sınıfsal dinamikleri ve ‘tesadüf’ün ardındaki zorunlu akışı ortaya koymaya çalışırlar.
Devrim beğendiremediklerimiz
Gezi Parkı’ndan çıkarak ülkenin tümüne yayılan isyana yönelik saptamalardan bir bölümü tam da görünenlerle uğraşıyordu. İçinde samimi bir analiz niyeti taşıyanlar olduğu gibi, sınıf lafını telaffuz etmekten dehşetli bir dikkatle uzak duran liberaller, olayı neredeyse psikolojinin konusu haline getirip ‘ebeveynine isyan eden genç’ düzeyine indirgemeye çalışanlar ve isyan kendi boyunu aştığı için “benim olmayan ciğer mundardır” diye burun kıvıranlar da vardı. Ve koro hep birden konuşmaya başladı: Bu bir orta sınıf hareketi, “Türkiye’nin 68’i” sayılacak bir gençlik isyanı, 90’larda doğup büyüyen Y kuşağının özgürlük talebi, hareketin ekonomik talepleri yok, yaşam tarzı ile alakalı, işçi sınıfı yok, sendikalar yok, ulusalcılar çok, Türk bayrağı daha da çok, sadece Tayyip’in diktasına karşı, çok kendiliğinden…
Bu devrim beğendiremediklerimiz, devrimlerin pişmiş armudun önümüze tabakta geleceği “pürü pak” süreçler olacağını nereden çıkarmışlardı, bilinmez ama bence yerçekimine kızan papazlar kadar ya da “çok çalışmıştık ama soru bildiğimiz yerden gelmedi” diyen ezberciler kadar komiktiler. Kuşkusuz, hareketin kendiliğinden karakterine övgü yapmak niyetinde değilim; sadece şunu hatırlatmak isterim: ‘Sovyet’ denilen halk meclisleri, 1917 Ekim’inden önceki altı ay içerisinde patlak veren üç büyük kendiliğinden ayaklanmanın sonunda ortaya çıkmıştı ve sosyalistler süreç boyunca hep oradaydılar. Çünkü görünenle değil, görünenin ardında yatanla uğraşıyor ve diyalektik soyutlamanın kılavuzluğunda hareket ediyorlardı.
Gençler Mars’tan mı geldi?
İsyanın bileşenlerine yöntemsiz bakanlar, orada gençleri, bayraklı Türkleri, Kürtleri, Müslümanları, laikleri, taraftar formalarını; yani kimlikleri görür; sınıfsal aidiyet ise görünür bir forma değildir, ancak derinlemesine bakılarak çözülebilir.
Hareketin ateşleyicisi olan gençlerden yola çıkarak “bu bir gençlik hareketi” diyenlere, hatta “çiçek çocuk” benzetmesi yapacak kadar ileri gidenlere toplumbilimin kategorilerini hatırlatmak lazım. Gençler, demografik açıdan bir kategoridir, ancak onları ekonomik, sosyal, kültürel özelliklerinden soyutlayarak hiçbir sosyal, tarihsel olayı açıklayamazsınız. Bu tanım, toplumu üretimde kapladığı yere, ait olduğu sınıfa göre değil, gelir durumuna, tüketimde oynadığı role göre değerlendiren, yani insanı bir ‘tüketici’ olarak ele alan liberal ekonomi kuramlarının ortaya attığı bir palavradır. Hangi genç? Gezi Parkı’nda bir araya gelen gençlerle, onların sadece yaşını esas alarak, isyanın hangi profilini ortaya çıkarabilirsiniz? Elinizde mutlaka başka verileriniz olması gerekir; ana babasının mesleğinden toplumsal üretimin hangi kesiminde yer aldığına, işçi ya da işsiz olmasından geleceğinden duyduğu kaygının maddi temellerine kadar yığınla faktörü bir araya getirmeksizin, yani görünenin ardındaki gerçeğe bakmaksızın hiçbir sosyal analizde bir adım dahi atmak mümkün değildir.
Gezi Parkı’nda bir araya gelen gençler; paralı eğitimin mağduru olan öğrencilerdir, işsiz ve iş bulma ümidi olmayanlardır, iş yasalarının güvencesiz çalışmaya mahkûm ettiği çırak-işçilerdir, köyünden zorunlu göçle gelip kayıt dışı işlerle yaşamak zorunda kalanlardır, küçük yaştan beri yarış atı gibi sınavlarda koşturulanlardır ve hepsi de genç olmanın dışında, bu topluma var olduğu sınıfın içinden katılan toplumsal bireylerdir.
AKP ile geçen yıllara baktığımızda görüyoruz ki, eğitimden sağlığa, sosyal güvenlikten iş yasalarına tüm politikalar gençleri gelecek umudundan yoksun bırakıyor. İlköğretimden üniversiteye kadar bütün okullar, ticari işletmeler haline geldi ve özel okulda okuyamayan tüm çocuklar, daha baştan bu at yarışındaki yenilgiyi kabullenmeye mecbur bırakıldılar. ÖSYM ve LYS sınavlarındaki sahtekârlıklar ayyuka çıktığı halde devlet gençlerden özür dileyip ciddi bir düzenleme yapmayı gündemine almadı bile. Okullarda giderek faşizan bir tona bürünen zorunlu din dersleri, Alevi ya da farklı inançtan tüm çocukları sindirmeyi hedefliyor. 4+4+4 eğitim sistemi, çocukların küçük yaşta çalışma hayatına veya “koca evine” gönderilmesinden başka bir anlam taşımıyor. Meslek liselerinden “staj” kisvesi altında bedava işgücü olarak üretime yollanan öğrencilerin sayısındaki kısıtlama kaldırılarak, eğitimle sermaye arasında doğrudan bir kölelik zinciri kuruluyor. 5510 sayılı SSGSS yasası ile 18 yaşını geçen gençlerin sağlık hakkı kısıtlanıyor, paralı hale getiriliyor. Bir genç, ancak prim öderse sağlık hizmetinden faydalanabiliyor.
İktidarın gençlere bakış açısının şundan ibaret olduğu her geçen gün daha net biçimde ortaya çıkıyor: Büyüklerine ve iktidara itaat et, sistemi sorgulama, içki içme, sınırlarını (maddi-manevi) benim koyduğum alanda yaşa, bu ülkenin dinamik (ve ucuz!) işgücü olduğunu unutma, geleceği değil ahireti düşün ve onun için çalış!
Haklar alanından tamamen dışlanan ama ‘görevler’ alanını itirazsız yüklenmesi beklenen gençler Mars’tan inerek değil, bu ülkenin çamurlu sokaklarından geçerek geldiler Taksim’e.
‘Orta sınıf’ masalı
Gezi direnişinin ilk günlerinden itibaren egemen olan diğer bir yaygın tespit de, hareketin orta sınıfa dayandığı idi. Bu tespiti yapanlar ‘kanıtlarını’, üretime dayanan Marksist sınıf kategorilerinden değil, bireyi tüketici olarak ele alan Weber’ci liberal sosyolojiden alıyordu. Kapitalizmin serbest piyasacı dönemini tarif eden neo-liberalizm, 1980’lerde ‘reel sosyalist’ rejimlerin art arda yıkılmasını fırsat bilerek yepyeni bir ‘neşeyle’, Marksizme ait bütün kategorileri yeniden alaşağı etmeye soyundu. Fransız yazar Andre Gorz ‘Elveda Proletarya’ adlı kitabında Marx’ın kastettiği anlamda geleneksel işçi sınıfının öldüğünü, ortaya çıkan yeni teknoloji toplumunda insan emeğine olan ihtiyacın azaldığını, orta sınıfların kilit önemde olduğunu yazıyor, tüm dünyadaki liberaller de Gorz’un söylemini sakız gibi çiğnemeye başlıyorlardı. Özal’lı dönemde, Türkiye’de de bir ‘orta direk’ söyleminin önü alınmaz bir biçimde yükseldiğini hatırlayalım. İşçi sınıfı gitmiş; yerine ölmeyecek kadar tok, isyan etmeyecek kadar çilekeş, ne idüğü belirsiz bir orta direk gelmişti.
Liberallerin bu söylemi bu kadar çok sevmeleri nedensiz değildi elbet. En başta 20. yüzyılın ilk yarısında önlerine dikilen sınıf mücadelesi kavramından ve sınıf örgütlerinin baskısından kurtuluyorlardı. İkincisi, emekçi sınıfların üst kesiminin kendilerini ‘orta sınıf’ sayması, sınıfı bölen ve örgütsüzlüğü destekleyen bir durumdu. Eskiden ‘işçi aristokrasisi’ adı verilen kesimler şu ‘işçi’ lafından kurtulup başka bir aidiyet edinmiş oluyorlardı. Orta sınıfın durmadan, esrarengiz biçimde çoğaldığı bir dünyada, yine anlaşılmaz bir şekilde işçi sınıfı da yok olmak üzereydi! Otomasyon el emeğini ortadan kaldırıyor, giderek orta sınıf haline gelen ‘mutlu’ çalışanlar da tarihin sonu olan mükemmel kapitalizm içinde yuvarlanıp gidiyorlardı. Tadından yenmez bu kavram kargaşasının üzerine bir de post-modern kimlikler meselesi eklenince, dünyanın görünen katmanını aşarak dipteki gerçeğe ulaşmak hayli zor bir hal aldı.
Dünya Bankası, yüzyılın başında orta sınıf için bir gelir aralığı belirledi ve günlük kazancı 10-50 dolar arasında olanları bu sınıftan saydı. Yalnız bu aralığa ancak gelişmiş ülkelerdeki belli kesimler girebildiği için, ölçüt geçtiğimiz yıl özellikle gelişmekte olan ülkeleri dahil edebilecek şekilde revize edildi ve gelir aralığı günde 2-13 dolar arasına çekildi. Bu ölçüleri dilimize çevirirsek, bugün günde 4 ile 25 lira geliri olan herkes kendini bu mutlu ‘orta sınıf’tan sayabilir! Dünya Bankası aslında bu ölçüsüyle yoksulluk sınırında yaşayan ücretli işçilerin oranındaki artışı, yani işçi sınıfının büyük çaptaki genişlemesini bizzat kendisi belgelemiş oluyor.
Dünyadaki pek çok ‘sosyal demokrat’ parti, Dünya Bankası eliyle ilan edilen bu orta sınıf masalı üzerine kuruyor seçim çalışmalarını. Bizde de 2005 yılında CHP’nin ideologlarından Prof. Sencer Ayata, Cumhuriyet Mitinglerinde ortaya çıkan kesimlerin ‘yeni orta sınıf’ olduğunu ilan etti ve sosyal demokrasinin tıpkı Avrupa’da olduğu gibi bilgi ekonomisinin bir parçası olan bu yeni orta sınıf tabanına seslenmesi gerektiğini savundu. Ayata’nın veri aldığı gelir ölçütüne göre ayda 800 lira kazanmak yeni orta sınıfa ‘kabul edilmek’ için yeterliydi. İyi de, orta sınıf buysa, bu liberal ya da sosyal demokrat ideologlar, kimi işçi olarak tanımlıyorlar? Söz konusu olan asgari ücret tutarında bir gelir olduğuna göre, ancak işsizler, mevsimlik işçiler ya da kayıt dışı işlerde çalışanlar mı işçi sınıfı sayılacak?
Bu akıl dışı safsatayı bir kenara bırakalım ve bu kuru gürültünün saklamaya çalıştığı sınıf tanımlarına geçelim. Sınıf, yalnızca üretim ve mülkiyet ilişkileri üzerinden anlaşılabilir. Ne tükettiği, ne kadar tükettiği, hayat tarzı, kültürü, bireysel seçimleri her ne olursa olsun; toplumsal üretim ve dağıtım içinde aldığı rol insanın hangi sınıfta olduğunu ortaya koyar. Buna göre, işçi sınıfı yaşamak için işgücünü satmak zorunda olan kişidir. İşçi sınıfının üretimin toplumsal örgütlenişinde aldığı bu rol, onu üretim araçlarının sahibi olan sermayenin karşısına koyar. Komünist Manifesto’da modern toplumun iki temel sınıfı, “toplumsal üretim araçlarının sahipleri olarak kapitalistler ile yaşamak için işgücünü satmaktan başka çaresi olmayan emekçi sınıflar” olarak tanımlanır. Kuşkusuz, ne toplum bu iki sınıftan ibarettir, ne de bu sınıflar yekpare bir bütündür. Bu ana sınıfların dışında, küçük burjuvazi olarak adlandırılan sınıf, kendilerine ait bir üretim aracı ile kendi adına çalışanlardan küçük mülk sahiplerine, profesyonel meslek sahiplerinden yönetici konumunda çalışanlara kadar geniş bir kesimi kapsar. Bu sınıf, üst sınıfa atlama umudu ile alt sınıfa düşme korkusu arasındaki ‘kıldan ince kılıçtan keskin’ çizgide yaşar ve genel kriz dönemlerinde hızla işçi sınıfının saflarına itilirler. Dünyanın son otuz yılına damgasını vuran neo-liberal politikaların ve yapısal ekonomik krizlerin (Dünya Bankası’nın ‘orta sınıf’ için belirlediği tuhaf ölçünün de gösterdiği gibi) sayısız iş sahibi insanı da hızla işçi sınıfı arasına kattığı burjuva ekonomistlerinin bile saklayamadığı bir gerçektir.
Orta sınıfa soldan katkı
Kavramları tersyüz eden bu yalan dünya algısında, sadece liberallerin değil, solun da payı var. Liberallerin proletaryaya veda ettikleri, tarihin sonu’nu kutladıkları bir dünyada sol kendi konumunu savunmak ve savrulmamak adına eskiye dogmatik biçimde dört elle sarıldı ve çağın getirdiği değişimleri anlamaktan uzak düştü. Egemenler ‘bilgi toplumu’ dedikçe, sol hiçbir şeyin değişmediğini kanıtlamak üzere işçi sınıfındaki yapısal dönüşümleri inkâr yoluna gitti ya da en azından yeterince analiz etmedi. Buna bir yandan ‘işçi’ olmayı aynen Weber’ciler gibi ‘gelir düzeyine’ bağlı bir durum olarak gören, ekonomik yaşamı kısmen daha istikrarlı olan ‘beyaz yakalı’ emekçileri ya da güvencesiz, esnek çalışma saatlerine mahkûm ama bir fabrikada çalışmayan emekçileri işçi sınıfından saymayan sol anlayışı da eklemek gerekiyor. Bu yaklaşım da, sınıfı gelir düzeyi üzerinden tanımladığı için, son model cep telefonu kullanan gecekondu sakini karşısında tanımsız kalıyor ve ‘lümpen, yozlaşmış, küçük burjuvalaşmış’ gibi etiketleyen ama tarif etmeyen kavramlara başvuruyor; gelir düzeyini, yani yoksul olup olmamayı esas alarak liberal kavram karmaşasına önemli bir katkıda bulunuyor.
Oysa işçi sınıfı, gerçekten de yekpare bir bütün değil ve 20. yüzyılın ikinci yarısından bu yana da yapısal olarak oldukça değişmiş durumda. İşçi sınıfı içinde çok farklı kesimler var; hem farklı sektörler açısından, hem farklı kimliklerin doğurduğu ayrımlar ve çalışma yasaları karşısındaki hukuki durum açısından. Buna, küreselleşen ekonomik sistemin yeryüzünü bir ‘bant sistemi’ gibi düzenlemesi de eklenince işçi sınıfının bütünlüklü bir değerlendirmesini tüm dünya üzerinden yapmak gerekiyor. Avrupa’da yaşanan otomasyona bakıp Gorz’a hak verebilir insan, ama uluslararası sermaye için Hindistan’da, Çin’de akıl almaz sefalet koşullarında saatlerce çalışan kadın ve çocuk işçilere baktığında da iki yüzyıl öncesinde yaşadığını sanabilir. Bu yüzden resmin bütününe bakmak, gerçeğe yaklaşmamızı sağlayacaktır.
İşçi sınıfının değişen yapısı
Hem dünyanın ve ülkemizin sınıflar açısından resmi hem de içinden geçmekte olduğumuz isyan süreci gösteriyor ki, gerçekliği daha fazla anlama gayreti içinde olmalıyız. İsyanın içinde yer alan kesimler, sosyal medyayı kullanma becerilerine, kültür ve eğitim düzeylerine bakarak kolayca ‘orta sınıf’ ya da ‘beyaz yakalı’ olarak değerlendirilebilir. Ya da tersinden söylersek, klasik ‘mavi yakalı’ işçinin isyanda etkin bir rol almadığını söyleyebiliriz. O halde buradan bir olumsuzluk çıkarmak ve işçi sınıfının orada olmadığı tespitini mi yapmak gerekiyor?
Bence hayır. Yazının sanırım en tartışmalı bölümü de burada başlıyor.
İşçi sınıfı, yekpare bir bütün değil. Çok farklı sektörlere bölünmüş durumda ve her biri hem ulusal hem de küresel düzeyde kocaman bir resmin birbirini hem tamamlayan hem de iten parçalarını oluşturuyor. Bilgi çağı efsanesi şu yanıyla doğru; küresel çapta dev bir ağ olarak örgütlenmiş bir bilişim sektörü karşısındayız. Bu sektör fabrika üretiminden evde çalışmaya, küresel dağıtımdan yerel tedarikçiliğe kadar pek çok kola yayılıyor. Sektörün emekçileri, bir yandan eğitimli ve vasıflı, öte yandan son derece güvencesiz; bir yandan bulundukları sektör dolayısıyla uluslararası hareketlerle ilişki kurma kapasiteleri gelişkin, öte yandan örgütsüzlük nedeniyle kendi çalışma koşullarına hükmetmekten uzaklar. Çağrı merkezlerinden yazılım şirketlerine kadar, bilişim endüstrisinde durup dinlenmeden ‘esnek çalışma’ adı altında saatler boyu sendikasız, güvencesiz çalıştırılan insanları düşünmek, bu sektörün klasik kuralların dışında nasıl bir sömürüye maruz kaldığını anlamaya yetiyor.
Bu sektöre, gitgide güvencesiz hale getirilen eğitim çalışanlarını; performans sistemiyle zincirlenen sağlık çalışanlarını; sigortasız-sendikasız çalışmanın olağanlaştığı medyadaki emekçileri de ekleyelim; karşımıza küresel sermayenin biçim değiştiren vahşi sömürüsü ve bir zamanların kısmen istikrarlı kesimlerinin hızla yokuş aşağı sürüklenişi çıkacaktır. Bugün güvencesizlik, sendikasızlık ve sermayenin her koldan yoğun saldırısı mavi yaka ile beyaz yaka arasındaki farkı çoktan yok etmiş durumda. Hatta öyle bir durum yaşanıyor ki, adı bilinen kurumsal şirketlerde çalışan mavi yakalı işçi, birçok güvencesizin özendiği bir istikrarı temsil ediyor.
Klasik sendikaların örgütlemediği / örgütleyemediği, sanayi işçilerine dahil olmayan, güvencesiz çalışan bu sınıf kesimi ev işçileri, işsizler, kent ve kır yoksullarını da içine alarak, bugün sermaye açısından sendikaların köhne yapılarına sıkışmış sanayi işçilerinden daha tehlikeli bir durum arz ediyor. İngiliz Savunma Bakanlığı, ‘yeni işçi sınıfı’ olarak adlandırdığı bilişim emekçilerini ve güvencesizleri “dünya çapında istikrarsızlık yaratabilecek unsur” olarak tanımlıyor ve önlemler paketi hazırlıyor. Yani Gezi’deki duvar yazılarından birinde olduğu gibi “GTA oyununda polis döven bir nesil”den, sosyal medyayı ustaca kullanan ve uluslararası referans noktaları bulan bir emek kesiminden söz ediyoruz.
Lenin’in 1917 Rusya’sında “sınıfın en gelişmiş kesimi” olarak tarif ettiği sanayi proletaryasının rolünü, bugün teknoloji alanında çalışan, bilişim ve kültür endüstrisinin damarlarını ellerinde tutan ama örgütsüz, güvencesiz sınıf kesimleri almış gibi görünüyor. Sendikalarının olmaması, onları işsizlerle, evsizlerle ve toplumun diğer ötelenmiş kesimleriyle farklı direnme biçimlerinde buluşturuyor. Kent yoksulları, işsizler ve sendika prangasıyla fabrikalarda tutulan sanayi işçileri, ‘orta sınıf’ olma rüyasından çabuk uyanan bu sınıf kesimiyle nasıl, hangi örgütsel formda ve hangi koşullarda buluşabilir, şu anda tahmin yürütmek zor. Bunu gelişen sınıf hareketinin yönüyle birlikte solun siyaseten yeni durumlara uyarlanabilme kapasitesi de gösterecek.
Gezi Parkı’nda boğulan yağmacılık
İsyanın sınıfsal karakteri, aslında sadece bileşenlerinin sosyal konumuna değil, ortaya çıkan talebe bakarak da tanımlanabilir. Sınıf mücadelesini ‘ekonomik talep’ ile özdeş tutan indirgemeci yaklaşımı bir yana koyarsak; AVM’ye karşı parkları, kentsel dönüşüme karşı halkın mahallelerini ve günlük kâr peşindeki kapkaççı uyanıklığa karşı tarihin değerlerini savunmak, yağmacı sermayeye karşı yeryüzüne sahip çıkan tek sınıfın emekçiler olduğunu bir kez daha gösteriyor hepimize. Sermayenin gitgide daha çirkinleşen yüzüne, anbean dünyayı sürüklediği barbarlığa karşı insanlığın ortak mirasını savunarak, son derece ileri bir talebi dillendiriyor halk; insanca yaşamak.
Tıpkı Manifesto’daki gibi, “Doktoru da, hukukçuyu da, rahibi de, şairi de, iktisatçıyı da, kendi ücretli emekçisi haline getiren” kapitalizme direnmek için bundan daha güzel bir isyan bayrağı bulunabilir mi? Ağaçlar isyanın adı oldu, parklar halkın umudu. Ülkenin bütün ezilenleri alanlarda barıştı, barışıyor. Lice’ye Taksim’den, Amed’e Dikmen’den kurulan köprüyü, el ele koşan Türk ve Kürt isyancıyı, taraftar argosuyla feminist dilin diyalog kurabileceğini, dindarın namazına ateistin nöbet tutacağını ve eşcinsellerin binlerce yoldaşı olabileceğini daha bir ay önce bırakın düşünmeyi, hayal bile edebilir miydik?
“Güzel günler göreceğiz çocuklar” demişti Nazım; yoksa o günler bugünler mi?
Kaynak: Sendika Org