6 Şubat 2023 tarihinde, 9 saat arayla gerçekleşen ve yaklaşık 13 milyon insanın yaşadığı Kürt illeriyle kadim Arap, Ermeni… kenti Antakya’yı adeta yerle bir eden iki büyük depremin neden olduğu felaketi kelimelerle ifade edebilmek imkansız. Maraş merkezli depremlerin en zorlu mevsim olan kış koşullarında gerçekleşmiş olması ise yaşanan trajediyi hiç kuşkusuz daha da ağırlaştırıyor. Afet bölgesinden TV ekranlarına yansıyan görüntüler eşliğinde depremzedelerin arşa yükselen çığlıklarını duymak dahi insanın yüreğini parçalıyor.
Yüreği ezilenlerden yana çarpan, dahası Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlere, Kızılbaş Alevilere ve Antakya halkına reva görülen zulümlerin bilincinde olan her vicdanlı insanın acı ve öfkeyle iç içe geçen duygularını taşıran ağır bir tabloyla karşı karşıya olunduğuna şüphe yok.
Ancak politikleştirilemeyen her ölümün ve sosyal felaketin, tarihe istatistiki veri olarak kaydolmaktan ve de ezilenlerin trajedilerinin bir kez daha özel mülkiyetçi ezenlerin lehine olan devletli düzenlerin restore ya da reforme edilmesine katkı edilmesinden öte hiçbir ideolojik-politik sonuç doğurmayacağının da bir an olsun akıldan çıkartılmaması gerekiyor.
Hiç kuşku yok ki, Maraş merkezli depremlerin neden olduğu yıkımlarda, iktidarından muhalefetine, ezeninden ezilenine, siyaset yapan tüm özneler politikleştiriliyor. Dahası “Cumhuriyet tarihinin en büyük depremleri” olduğu bildirilen “doğa olayı”nın seçimler konjonktüründe gerçekleşmiş olması, depremin ve sonuçlarının politikleştirilmesini kaçınılmaz kılıyor. Öyle ki, “Deprem üzerinden siyaset yapmak, insanların acılarını sömürmektir, etik değildir…” türünden apolitik söylemler dahi hiç olmadığı kadar ideolojik-politik içerik taşıyor, pratik-politik sonuçlar üretiyor.
6 Şubat Maraş depremlerinin ne tür politik sonuçlar doğurabileceğini tam bir isabetle söyleyebilmek tıpkı depremin yeri ve zamanına dair isabetli tespit yapmak kadar imkansızdır. Ancak uzman jeologların, uygun ölçüm aletlerinden elde edilen güvenilir verilerden ve mevcut bilgi birikiminden hareketle hangi fay hatlarında kaç şiddetinde deprem olabileceğine dair kestirmeler yapabilmeleri mümkün olabiliyorsa; siyaset teorisyenleriyle kimi pratisyenlerin de belli başlı olayların ne türden siyasal sonuçlar üretebileceğine dair kestirmelerde bulunması da mümkündür.
On binden fazla insanın ölümüne neden olan 6 Şubat depremleri, devrimciler açısından öznel güçlerinin ciddi oranda geriletildiği, yara aldığı koşullarda yaşanmıştır. Bu bakımdan 6 Şubat depremleri, “sağlı-sollu” düzen partilerinin ideolojik-politik hegemonyalarının hayli güçlü olduğu bir konjonktürde, yanısıra liberalizmin her türünün revaçta olduğu ideolojik-politik bir atmosferde vuku gelmiştir.
Devlet, egemen sınıfların diktatörlük aygıtıdır
Öte taraftan ezenler cephesindeki vaziyet de elbette kendileri açısından iç açıcı değildir. Türk egemen sınıfları, irili ufaklı kliklere ayrışmış durumdadır ve en büyükleri ve kudretlileri AKP ile CHP olan egemen sınıf kliklerinden hiçbirisi “kuruculuk” misyonunu üstlenememektedir. Çünkü hiçbir klik, diğer kliklere “patronajlığını” kabul ettirememektedir. Bir tek devletin kurumsal varlığının korunup kollanmasında uzlaşabilen Türk egemen sınıfına mensup burjuva klikler arasındaki çelişkilerin düzeyi, bir “yapısal siyasi kriz” durumu arz etmektedir. Ancak “iç savaş”ın bir önceki evresi olan ve uluslararası konjonktürün tayin edici belirleyiciliği nedeniyle kısa vadede çözülmesi beklenen olağan gözükmeyen bu yapısal siyasi kriz olgusunda, Kürt ulusal özgürlük hareketinin etkisi altındaki Kürt nüfus dışında ezilenlerin kimi kıpırdanışları söz konusu olsa da bunun dağınık ve kendiliğinden hali güçlü bir hareket yaratmayı sağlayamamaktadır.
Bu verilerden hareketle, 6 Şubat depremlerinin “Cumhuriyet tarihinin en büyük toplumsal felaketi”ne yol açmış olmasına rağmen ezilenlerin bugünden yarına büyük kitleler halinde düzenden kopup farklı anlayışlara yönelmesi; yanısıra ezilen devrimciliğinin gelişip güçlenmesi için “daha elverişli koşulların oluşması” gibi politik sonuçlar üretmesi kısa vadede olası görünmemektedir. Ancak her şeye rağmen, 6 Şubat depremleri, bir ideolojik-politik gerçekliği tüm yalınlığıyla bir kez daha görünür kılmıştır: Devlet, egemen sınıfların diktatörlük aygıtıdır. Bu olgusal hakikat, her türlü liberal ahmaklığa ve ideolojik-politik aldatmacaya rağmen TC devleti için de geçerlidir ve devlet “84 milyon yurttaşın”ın değil sömürücü, yağmacı, talancı, vurguncu bir avuç güruhun çıkarlarını önceleyip güvenceleyen baskı ve şiddet aygıtıdır!
Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze dek, bu yalın gerçekliğin bilincinde olan Kürdistanlı ve Türkiyeli devrimciler, “insanın insana kulluk etmediği hakça bir toplumsal düzen” uğruna can bedeli bir mücadelenin üstlenicisi olmaya çalışmışlardır. Ancak devlet, kurumsal varlığını hedefleyerek ezilenleri örgütleyip harekete geçirmeyi amaçlayan devrimcileri ne pahasına olursa olsun “etkisizleştirmek” amacıyla, savaş uçaklarından helikopterlere, tanklardan toplara varana dek en kıyıcı silahların yanısıra, uydu sistemleri teknolojisiyle donatılı cihaz ve ekipmanlar kullanırken, 6 Şubat depremleriyle ezilen halkların başına çöken, enkazlarda feryat figan eden perişanlığın dibini yaşayan milyonlar için, insan için, depremzede için neredeyse kılını dahi kıpırdatmamıştır.
Bu açıdan, Cumhuriyetin kuruluşundan beri iliklerine varana kadar sömürülüp kazılan, ezilen, zulmün her türlüsüne maruz bırakılan, üstüne bir de Maraş depremiyle felaketin dehşetini yaşayan Türk, Kürt, Arap ve çeşitli milliyetlerden ezilenler, gerçekte kimin “insanlık düşmanı” olduğunu çok iyi bilmektedirler. Ki deprem bölgesindeki enkazlardan yükselen öfkeyi dile getiren “NEREDE BU DEVLET?!” feryadı da, bu yalın gerçekliği ifade etmektedir. Çünkü ezilenler, devletin kurumsal varlığını hedefleyen ideolojik-politik söylem ve eylemler söz konusu olduğunda, devletin tüm kıyıcılığıyla anında teyakkuza geçtiğini ama kendi dertlerinin çaresi, yaralarının sarılması, acılarının dindirilmesi söz konusu olduğunda devletin kılını dahi kıpırdatmadığını ve de kıpırdatmayacağını öyle ya da böyle binlerce kez deneyimlemişlerdir.
Bu bakımdan, depremin zorlu kış koşullarında her şeyi yerle bir ettiği afet bölgesindeki milyonlarca insanı kendi kaderine terk etmesinin, enkazlardan yükselen feryatları duymazdan gelmesinin ötesinde, kara propagandayla gerçekliği çarpıtmayı önceleyen ve dahası her zamanki gibi gözdağı, tehdit ve şantajla korku iklimi yaratıp insanları sindirmeye çalışan siyasi iktidarın mevcut pratiğinden hareketle muhalif kesimlerce dillendirilen “Devlet enkaz altında kalmıştır” türü ifadeler devletin bütün bir kurumsal varlığını hedeflemiyor. Ezilenlenlerin kurtuluşu davasının gelişip güçlenmesini öncelemiyorsa, ideolojik-politik olarak ezilenleri mevcut konumlarında kalmaya itaat ettirerek, devletin reforme ya da restore edilmesinden öte hiçbir sonuç üretemeyecektir.
Devlet kurumsal varlığıyla dimdik ayakta ve olabildiğince zindedir
Türk egemen sınıflarının çıkarını önceleyen ve bu amaçla organize edilmiş baskı ve şiddet aygıtı olan devlet, deprem öncesinde olduğu gibi deprem esnasında ve sonrasında da kurumsal varlığıyla dimdik ayaktadır ve olabildiğince zindedir. Buradan hareketle, Maraş depremlerinin yol açtığı enkazın altında kalan devlet değil milyonlarca insandır. Devlet enkazın altında kalmamıştır ancak Maraş depremleriyle birlikte, devlet aygıtına hükmeden “Reis”in otoritesinin sarsıldığı ve ideolojik-politik hegemonyasının daraldığı da bir realitedir.
R.T. Erdoğan, propaganda ordusuyla dünyada dahi eşine az rastlanır bir kampanya yürüttü ve bu sayede “Dünyaya Kafa Tutan Büyük Türkiye” algısı oluşturdu. Elbette bu algı kampanyasının merkezinde de “Ulu Reis” olarak takdim edilen R.T. Erdoğan’ın bizzat kendisi yer aldı. Kuşkusuz ne dünyaya kafa tutan Büyük Türkiye’ye ne de “dünya lideri Reis” algısının hiçbir maddi gerçekliği yoktu. Ama buna rağmen her iki algı başta da başta Sünni Müslümanlar olmak üzere Türkiye’deki geniş yığınların nezdinde bir hayli rağbet gördü. Bundan ötürü geniş yığınlar nezdinde yaratılmış olan algısal gerçeklik, olgusal gerçekliğin önüne geçmiş oldu. Ne ki olgusal gerçekliğin yerine geçen her algısal gerçekliğin de belki bir geçerlilik süresi vardır.
İşte büyük bir yıkıma ve tarifi dahi hayli zor olan bir felakete yol açan 6 Şubat depremleri bu geçerlilik süresinin bitimini işaretledi. Böylelikle geniş yığınlar nazarında olgusal gerçekliğin yerine geçen algısal gerçeklik de tarumar olmuş oldu. Bu anlamıyla, 20 yıldır devletin yürütme organın başında bulunan, 15 Temmuz darbe girişimlerinin akamete uğratılmasından beridir ise “Türkiye’nin en kudretli şahsiyatı” olan haliyle de, Cumhuriyetin kuruluşunun 100. yılında M. Kemal’i tahtından ederek “asıl kurucu lider” olmayı arzulayan, deprem gününe kadar da bu arzusunu engelleyebilecek hiçbir gücün olmayacağı özgüveniyle dolup taşan R.T.Erdoğan, bundan sonra her ne yaparsa yapsın, “dünyaya kafa tutan büyük Türkiye” ve “dünya lideri reis” algısını, olgusal gerçekliğin önüne çıkartamayacaktır.
Öncelikli hedef, devletin kurumsal varlığıdır
Bu durumda; 6 Şubat depremlerinin politik sonuçlarından birinin de, R.T. Erdoğan’ın kudretinin ve bu kudreti sayesinde Türkiye’ye hakim kalabildiği ve kimi muhalif çevrelerinde “Tek adam rejimi” olarak adlandırdığı ideolojik-politik iklimin sonunun başlangıcı olduğunu söylemek mümkündür. “Tarihin ironisi” denilen de böyle bir şey olsa gerekir: Özellikle liberal muhaliflerde post-modern darbe olarak tanımlanan ve AKP’nin “doğumu”nu koşullayan Refah Partisi’nin hükümetten düşmesine yol açan 28 Şubat 1997’deki muhtıra asıl failleri, haliyle de devrin Türkiye’sinin “en kudretli otoritesi” olan milli güvenlik kurulu üyesi generaller büyük bir özgüvenle, Kemalizmin ideoloji referanslarıyla dizayn ettikleri siyasal nizamın ve hakim oldukları ideolojik-politik iklimin “bin yıl süreceği”ni salık vermişlerdi. Ne ki, 17 Ağustos 1999’da resmi açıklamalara göre 18 bin insanın ölümüne neden olan “Marmara Depremi” 28 Şubat rejimiyle birlikte ideolojik-politik ikliminin sonunun başlangıcını koşullayan hadiselerden birisi olmuştu. Bilindiği üzere ‘Türkiye’nin en kudretli şahsiyeti “ulu reis” olarak, Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. yılında M. Kemal’i tahtından ederek “kurucu lider” olmaya heveslenen R.T.Erdoğan’ın siyasi figür olarak sivrilmeye başlaması da, 28 Şubat Rejimi’nin ve ideolojik-politik ikliminin sona ermesinin ardından başlamıştı. 28 Şubat generallerinden bazıları F tipi hapishanelerinde tutuklu ve tahliye olmak için “Ulu Reis”e “af mektupları” yazıyorlar!
Hemen hemen her şeyin en büyüğünü yapmak ve sahiplenmek gibi bir saplantısının da olduğu anlaşılan R.T. Erdoğan’ın seçim mitinglerinde sıklıkla ve hayli keyifle kullandığı bu sayede de popülerleştiği bir söz vardı: “Eşek ölür kalır semeri, insan ölür kalır eseri”. R.T. Erdoğan, 20 yıllık iktidarı süresince ana malzemesi beton olan devasa “eserler” yarattı. Hiç kuşkusuz yaratıcısı olduğu bu devasa beton eserlerinin yanı sıra, “Cumhuriyetin En Büyük Depremi” ile anılacak olsa gerekir. Her şeyin en büyüğünü “yapmak”la ve “sahip olmak”la övünen R.T. Erdoğan, doğrusu bununla anılmayı da sonuna kadar hak edecektir. Zira kendisinin de keyifle söylediği gibi; “İnsan ölür kalır eseri, eşek ölür kalır semeri…”
Son olarak Türkiye’nin “tarihsel gerçekliği”ne dahil edilmesi gereken bir sosyo-politik kural olur mu bilinmez ancak Cumhuriyet tarihi boyunca, geniş halk kitlelerinin istemlerini, hoşnutsuzluklarını ve de öfkelerini arkalamayı başarabilen bir egemen sınıf kliğinin iktidardaki başka bir egemen sınıf kliğini devirerek hükümet olabildiği ancak devletin kurumsal varlığında ve niteliğinde hiçbir kategorik değişikliğin gerçekleşmediği, haliyle ezilenler açısından da kayda değer bir değişikliğin olmadığı Türkiye’nin son 20-30 yılında, deprem gibi doğa olaylarının da, hükümetlerin ve de hakim olan ideolojik-politik iklimlerin değişiminde önemli bir rol oynadığı anlaşılmaktadır.
Bu da muhalefetteki egemen sınıf kliklerinin hükümet olabilmek için geniş halk yığınlarının istemlerini, hoşnutsuzluklarını ve öfkelerini arkalamayı esas alan ideolojik-politik söylemlere ve pratik-politik faaliyetlere ağırlık vermekten ziyade, hükümet olabilmeyi mümkün kılacak deprem vb. doğa olaylarının neden olacağı toplumsal felaketlere en azından 20 yıl öncesine göre daha fazla önem verip bel bağladıkları anlamına gelmektedir.
Böyle bir durumun Türkiye’nin toplumsal gerçekliğine dahil edilmesi gereken bir olgu olup olmadığı, kuşkusuz ilerleyen süreçte daha da belirginlik kazanacaktır. Ancak Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu gerçekliğini Türk egemen sınıflarının çok iyi bildiklerinden asla şüphe edilmemelidir. Başta deprem olmak üzere doğa olayları karşısında devletin tarzı da bir ideolojik- politik öncelik ve hareket şeklidir. En son 6 Şubat depremi sonrasında muhalif ya da devrimci ideolojik-politik söylemlerin konusu olan devletin mevcut hali de bu bakımdan elbette ki değişecektir. Çünkü her devlet için olduğu gibi TC devleti için de asıl olan kurumsal varlığının devamlılığıdır. Halklarımız için büyük bir felaket olan 6 Şubat depremleri karşısında devletin ideolojik-politik tarzı ne olursa olsun, asıl olarak kurumsal varlığını öncelediği ve depremden önce olduğu gibi, depremden sonra da bu kurumsal varlığının dimdik ayakta olduğu asla unutulmamalıdır. Çünkü ezilen devrimciliği için her zaman öncelikli hedef, devletin kurumsal varlığıdır.