HDP Hakkari milletvekili Leyla Güven’in başlattığı eylem 4 ayı geride bırakırken hapishanelerde 7 binin üzerinde tutsağın açlık grevi de sürüyor. Açlık grevi direnişinde olan tutsakları ve hapishanelerin tutsaklar üzerinde baskı ve saldırısını yerinde gözlemlemek için oluşturulan Açlık Grevlerini İzleme Heyeti şimdiye kadar 5 hapishane gezerek onlarca tutsakla görüşme gerçekleştirdi. İzleme Heyeti’nden ve ’96 ve 2000’li süreçlerde de açlık grevlerini takip eden ve görüşmeler yapan avukat Gülseren Yoleri ile bir araya gelerek izlenimlerini konuştuk.
Heyetin tutsakları yerinde görmek ve sağlık durumlarını izlemek için bulundukları hapishanelere ziyaret talebi İçişleri Bakanlığı tarafından engellenmiş, ancak Yoleri yine de heyet adına şimdiye kadar onlarca tutsakla görüşmeler yapıldığını aktararak, gözlem ve değerlendirmelerini bizimle paylaştı.
– Açlık Grevlerini İzleme Heyeti oluşturuldu. Nasıl oluştu bu heyet, buna dair bir bilgilendirme yaparak başlayalım isterseniz.
– Ben İnsan Hakları İstanbul Şube Başkanı’yım. Açlık grevleri yaygınlaştığında “neler yapabiliriz” tartışması yürütüldü, aslında pek çok şehirde yapıldı bu tartışma. İstanbul’da yaptık ve bir heyet oluşturarak açlık grevi sürecini izlemek gerektiğine karar verdik. Toplantılar yaptık ve İstanbul Tabip Odası, SES Şubeleri, İnsan Hakları Vakfı ve İnsan Hakları İstanbul Şubesi’nin içinde olduğu özellikle Marmara Bölgesi hapishanelerinde yürütülen açlık grevlerini izleme amacıyla Açlık Grevlerini İzleme Heyeti adıyla bir oluşum gerçekleştirdik.
Bu oluşum önce kendini deklare etti ve ne sebeple bu izlemeyi gerçekleştirdiklerine dair açıklama yaptı. Açlık grevlerinin mahpuslar üzerinde ne tür etkiler bıraktığı, sağlık durumlarında meydana getirdiği değişiklikler, hapishanelerdeki koşullar vb. faaliyetlerimizi sürdürüyoruz. Bakırköy Kadın Kapalı Hapishane’den başladık, arkasından Kartal Hapishanesi’ne gittik, daha sonra Silivri, Maltepe, Tekirdağ ve Gebze…
– Bu çalışmalarda ilk dikkatinizi çeken ne oldu, yani hak ihlalleri konusunda tutsaklar ilk olarak nelerin altını çiziyor?
– Ben bu sürecin iki ana noktadan takip edilmesi incelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bunlardan bir tanesi, açlık grevi sürecinde mahpusların sağlıklarında meydana gelebilecek bir takım bozulmaların takibi, ikincisi de hapishane koşulları. Özellikle açlık grevleri sebebiyle hapishane koşullarındaki değişiklikler ve bunun mahpuslara yansıyan olumsuzluklarının altı çizilmeli.
Sağlık durumları ile ilgili ilk ziyarete başladığımızdan itibaren olumsuzlukları tespit edebildik. Şöyle söyleyeyim; mahpusların bu süreçte özellikle kullanması gereken tuz, karbonat, su gibi ihtiyaçları var biliyorsunuz, bir de vitamin ihtiyaçları var esas olarak. İhtiyaç olunan maddelerin temini bakımından, tıbbi takip bakımından hem de diğer yaşamsal koşullar bakımından böyle bir tablo devam ediyor. Tıbbi takip çok önemli bu süreçte.
– Bir de bu süreçte zorla sevkler söz konusu bildiğimiz kadarıyla, bununla amaçlanan ne sizce?
– Bunun amacı her şeyden önce hapishane koşullarından uzaklaştırma, vazgeçirmeye çalışma belki de zorla müdahalenin yapılması. Çünkü hapishanede tutulursa zorla müdahale imkânı daha güçlü olacak. Avukatların ve ailelerin götürüldüğü yere ulaşması daha sınırlı olacağı için, arkadaşlarından da tecrit edilmiş olacağı için yalnızlaştırmak, dolayısıyla da zorla müdahale etme imkanını yaratma anlamında yapılıyor ve mahpuslar buna karşı çıkıyorlar. İlerleyen günlerde tedavi edilmek istemediklerini söylediler, çünkü bütün bunların kendilerine zorla müdahale için kullanılabileceği düşüncesindeler.
Biz insan hakları savunucularının, izleme heyetimizin de ortaya çıkış sloganı “Yaşamı Savunuyoruz”. Açlık grevini takip esnasında da tüm cümlelerimizi “yaşamı savunuyoruz” üzerinden kurduk. Nihayetinde açlık grevinin mecbur kalınan bir protesto yöntemi olduğunu düşünüyoruz. Biz her ne kadar insan sağlığına zarar verecek eylemlerden kaçınılması gerektiğini düşünsek de insanların başka her tür yöntemi boşa çıkarak böyle bir eyleme kalkışmalarında aslında bu duruma zorlayan infaz uygulamalarının ve ilgililerinin tutumunun belirleyici olduğunu düşünüyoruz. Bakanlığın, hükümetin, ceza infazında görevli olan bütün görevlilerin aslında bu eyleme mecbur ettikleri bir durumdan söz ediyoruz.
– Bu süreçte açlık grevlerinin yanı sıra feda eylemleri de gerçekleşti. Buna dair ne düşünüyorsunuz?
– En son ziyaret ettiğimiz hapishanedeki mahpuslardan birisi bu eylemleri “ani eylemler” olarak tarifledi. Biz bu tür eylemleri onaylamıyoruz, olumlamıyoruz. Biz, TİHV Başkanı Şebnem Korur Fincancı ve heyet bileşenlerinin katıldığı bir toplantısında açık çağrımızı yaptık, bu tür eylemlerin olmaması, son verilmesi üzerine. Mücadelenin uzun soluklu planlanması, kitleselleşmesi (şimdi diyeceksiniz, yedi bin kişiden bahsediliyor, daha ne kadar kitleselleşebilir) gerekiyor. Açlık grevlerine katılanların sayısı aslında onun kitlesel olduğu anlamına gelmiyor, çünkü toplumun diğer kesimleri tarafından sahiplenilmedi bu talep, dolayısıyla toplumsal bir talebe dönüşmedi.
Toplumsal sahiplenme ile birlikte düşünürsek eğer, tecride karşı mücadelenin topyekün yürütülmesi, özellikle kitlesel bir mücadele olması gerektiği düşünülmeli. Feda ya da ani eylem türlerinin bir anda dönüşüm sağlama şansı yok.
Zaten yaşam hakkını savunduğumuz için karşı olduğumuz bir eylem biçimi ve direk yaşamı ortadan kaldırıyor. Bizim açımızdan bunun savunulması mümkün değil ama onun da ötesinde tecrit kalksın diyeyse bu eylemler, bu şekilde tecrit kaldırılmaz. Belki çok özgül durumlarda, örneğin Diyarbakır Hapishanesi’nde şimdi bile duyduğumuzda tüylerimizi diken diken eden 12 Eylül sonrası, işkenceli dönemde seslerini duyurabilmek için kendilerini feda eden mahpuslardan söz ediyoruz. Onlar seslerini duyurdular, dikkati oraya çekebildiler, oradaki işkence durumunu tartıştırabildiler. Şu anda durum çok daha farklı. Açlık grevine mecbur kalmalarını anlayabiliyoruz ama böyle ani ölümler konusunda izah edebilmek kolay değil.
– Öcalan üzerindeki özel tecridin kaldırılması, hukukçular ve ailesi ile görüşmesinin sağlanması noktasına gelirsek…
– En son mahpuslar ile yaptığımız görüşmede şöyle bir ifade kullandılar; “Biz bugün bu sebeple eylem yapıyor olabiliriz ama bu çözüldüğünde, İmralı’daki ağır tecrit kaldırıldığında bu sefer kendimize döneceğiz, kendi koşullarımızı iyileştirmek için bu eylemleri sürdüreceğiz.” Böyle net ifadeler var. İmralı’daki ağır tecrit uygulaması aslında siyasi bir karar, devletin siyasi tutumu bu. Tecrit uygulaması da siyasi bir uygulama, İmralı’daki tecridin kaldırılması için yapılan bir eylem b, en azından izahı bu. Toplumda, sadece apolitik kesimlerinde değil politik kesimlerinde bile “bu eylem politik” diye bir algı yaratıldı ve ön yargı oluşturuldu. Bana sorarsanız bu eylem de oradaki tecrit siyasi. Hukuki ve siyasi sonuçları hedefleyen bir eylem bu. Anayasanın 10. Maddesi kanun önünde eşitlik içeriyor, ceza infaz yasası belli.
Ağırlaştırılmış Müebbet cezası alanları tabi oldukları infaz hukuku da belli. Ama yasa, İmralı Hapishanesi’nde uygulanmıyor. Avukatlar ve aileler görüşemiyor. Bir ayrımcılık var orada hem de anayasaya aykırı olarak yasanın uygulanmaması durumundan söz ediyoruz. Açlık grevi dolayısıyla birincisi; tecrit bir işkencedir, buna karşı olmak tam da insan onuruna sahip çıkmaktır. İkincisi; hukuki olarak, devlete “kendi hukukuna uy!” deniliyor. “Kendi hukukunun gereğini yap!” deniliyor.
Açlık grevinin sahiplenilmesi gereken talepleri sadece siyasi değil, insan hakları ve hukuksal geçerliliği de olan talepler. Herkesin karşı olduğu işkenceye karşı olunan bir durumdan bahsediyoruz. İşin bir tarafında İmralı ya da Öcalan olması bizim çekinmemizi gerektiren bir durum değil. Çünkü burada insan hakları örgütleri olarak bizim kendimizi meşru gördüğümüz noktalar yukarda saydıklarım. Biz, herhangi bir kişiyi savunmuyoruz, biz herhangi bir hareketi de savunmuyoruz; bir işkence yöntemi olan tecride karşı yürütülen mücadelede yaşanan sorunların çözümü için müdahalede bulunmaya çalışıyoruz. Tecride karşı mücadele ediyoruz en başından bu yana. Durduğumuz noktada haklı ve meşruyuz. Bu noktadaki yanlış algıyı kıracak bilgilere ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz.