GüncelMakaleler

POLİTİK-GÜNDEM | İşgal ve Kriz Kardeşliği; Savaşa Karşı Biriken Öfkeyi Tetiklemek!

"Proleter devrimcilerin, bugün rejimin en zayıf karnı durumundaki kriz, işsizlik ve yoksulluk üçgenini, işgal, savaş ve faşist saldırganlıkla birleştirmesi acil bir gerekliliktir.

İdlip’te resmi rakamlara göre 36 askerin yaşamını kaybetmesiyle, TC devletinin, içerde ve dışarda aynı zamanda bölgede de kimyası bozuldu.

Gerçek kaybın açıklananın çok üstünde olduğu; bir Tugayın hedef alındığı ve bir Taburun tümden imha olduğuna yönelik kamuoyuna yansıyan bilgiler de, Türk devletinin içerde ırkçı-şovenist histeriyi körükleyen dışarda da Esad rejimine yönelik saldırganlığı artıran tavrının nedeni hakkında yeterince fikir veriyor.

Suriye İdlip’te Türk devleti açısından işlerin iyi gitmediği, özel savaşın psikolojik hareket dairesinin yarattığı gürültü patırtıdan, az çok sıyrılmış herkesin hemfikir olduğu bir gerçek olarak karşımızda duruyor.

Suriye sahasında yürüyen iç savaş, gelinen noktada, İdlip’le önemli bir viraja ulaşmış bulunuyor.

Rusya, İran ve Lübnan Hizbullah’ının doğrudan çatışmalara dâhil olmasıyla çok ciddi darbeler alan ve elindeki bölgelerden çekilmek zorunda kalan cihatçı-selefiler için İdlip, kaderin düğümlendiği noktaya işaret ediyor. İdlip’te ne olduğuna bakmadan önce bu sürece nasıl gelindiğine, TC’nin Suriye özgülünde dış politikasına bir göz atmak faydalı olacaktır.

2011’de Suriye’de çatışmaların başlamasıyla dün “dostum” dediği Esad’la köprüleri bir anda atan R.T.Erdoğan/AKP iktidarı, vakit kaybetmeden savaşın doğrudan tarafı oluverdi. ABD emperyalizminin “Büyük Ortadoğu Projesi”nin (BOP) eş başkanı olarak konumlanan Türk devletinin, başka bir adım atması da beklenemezdi.

ABD’nin “şer ekseni” olarak nitelediği İran’ın etrafını kuşatma ve bölgedeki dayanaklarını zayıflatmak adına, Arap İsyanlarının rüzgârını arkasına alıp, kitlelerin gerçek taleplerini manipüle ederek yürürlüğe soktuğu konsepte en uygun iktidar kuşkusuz AKP idi.

Ilımlı İslamcı bir çizgide, Mısır’da Müslüman Kardeşler’in Türkiye versiyonu olarak şekillenen AKP iktidarı, BOP’a neo-Osmanlıcı hülyalarla çoktan angaje olmuştu.  ABD, Ortadoğu’da dengeleri yerinden eder ve yeni nüfuz alanları yaratırken, Türk devleti de Osmanlıcı bir yaklaşımla, zaten kendisine ait olduğuna inandığı bölgelere yeniden sahip olma hayalleri kurmaya başladı.

Osmanlı’nın yayılmacı geleneğini devralan AKP iktidarına, “Şam’da Emevi Camisinde namaz kılma” sözlerini sarf ettiren de bu bakış açısı olmuştur.

Ilımlı İslamcı AKP iktidarı, Suriye ve İran’ın Ortadoğu’da Şii hegemonyasını kırmak için en uygun koçbaşıydı.

Nitekim süreç de bu çerçevede gelişti, Türk devleti, dünyanın dört bir yanından cihatçı-selefi çeteleri toplayarak, örgütleyerek her türlü desteği vererek Suriye’de sahaya sürdü.

Türk devletinin, Esad rejiminin devrilmesi hedefiyle çıktığı yolculuk, Temmuz 2011’de Rojava Kürtlerinin devrimiyle yeni bir boyut kazandı, kazanmak zorunda kaldı. TC, Rojava Devrimi’yle birlikte Suriye’ye yönelik saldırı ve işgallerine yeni bir gerekçe ekledi: Kürtlerin kazanımlarını yok etmek!

Bu andan itibaren Türk devletinin Suriye’deki “kırmızı çizgisi” ikiye yükseldi.

IŞİD çeteleri tarafından işgal edilen Kobane’ye yönelik sarf edilen “Kobane ha düştü ha düşecek!” sözleri de bu yaklaşımdan beslenmiştir. Nihayetinde TC, cihatçılar üzerinden Esad ve Kürtlere yönelik hedeflerini gerçekleştiremeyince doğrudan sahaya indi: Azez-Cerablus, Afrin ve son olarak Ekim ayında Kuzey Doğu Suriye’ye yönelik işgal operasyonlarına girişti. Cihatçı çeteleri korumak adına çok sayıda gözlem noktası kurdu.

Ne var ki tüm bu hamlelere rağmen Esad rejimi, Rusya ve İran’ın etkin desteğiyle adım adım ilerleyerek cihatçı çeteleri yenilgiye uğrattı. Savaş, çetelerin ana üssü durumundaki İdlip’e gelip dayandı. Güç dengelerindeki bu değişiklik ve giderek kaybetme hali, Türk devletini Esad’la açık çatışmaya sevk etti. Cihatçı çetelerin arkasından çıkan Türk devleti, bu defa doğrudan Esad rejimi ile çatışmaya başladı. Buna bağlı olarak da argüman ve söylemlerinde değişikliğe gitti.

 

TC Suriye/İdlip’te İşgalcidir!

TC devletini, Suriye’de cihatçıların hamiliğinden doğrudan savaşa sürükleyen pek çok gelişme yaşandı. Suriye’deki savaşın çeteler açısından varlık-yokluk noktasına gelmesi, İdlip’ten sonra sıranın Afrin ve Azez Cerablus’a gelecek olması, Türk devletini çok daha zorlu bir sürece sokacaktı.

Türk devleti, rejimin çeteler üzerindeki üstünlüğünün temelde Rusya ve İran’ın desteği sayesinde olduğunun farkında olduğu içindir ki baskısını sürdürmekte ve işgal ettiği bölgelerden çıkmamakta ısrar etmektedir. Nitekim 36 askerin yaşamını yitirdiği saldırıda esas olarak Rusya’nın organizasyonuyla gerçekleştirilmiştir. TC de bunun farkındadır.

Bilindiği gibi TC, ABD’de istediğini almak için Rusya’yı,  Rusya’ya karşı da ABD’yi koz olarak kullanageldiği adına “denge politikası” dediği bir politikayı sürdürmektedir. Ne var ki ABD’de, TC’yi Suriye’de Rusya’ya karşı verdiği hegemonya mücadelesinde sahaya sürmekte, savaştırmakta; Rusya’da Suriye’de TC’nin kimi isteklerine olur diyerek onu ABD’den koparmaya çalışmaktadır.

S-400’ler ve Afrin işgali sürecinde hava sahasının açılmasın da nedeni budur.

Bilindiği üzere Rusya bir süredir, Esad’la birlikte savaşın seyrini değiştirecek hamleler yapma kararı almıştır. İdlip’te hava sahasının kapatılması ve son saldırıda buna işaret ediyor.

Ancak buna rağmen Rusya’nın da TC ile Esad arasında bir denge politikası izlediği ve kimi zaman bir güce kimi zamanda duruma göre öteki güce oynadığı anlaşılıyor. İdlip kaybı sonrasında TC’nin SİHA ve İHA’larla misilleme yapmasına izin vermesi de akabinde TC’nin ısrarı sonucu Moskova’da bir araya gelmesi bunu gösteriyor.

Tüm hamasi, ırkçı ve şovenist söylemlere, şehitler edebiyatına rağmen Putin’den ateşkes dilenmek zorunda kalan ve nihayetinde Soçi’ye ek olarak Moskova mutabakatıyla, Rusya ve Esad’ın isteklerine boğun eğmek zorunda kalan TC, açık ki İdlip’te fena halde köşeye sıkışmış durumdadır. Dahası söz konusu anlaşmanın gerek Rus gerekse Esad güçleri için sadece ufak bir soluklanma anlamına geliyor olması da TC’yi yakın zamanda daha zor günlerin beklediğine işaret ediyor.

 

Denilebilir ki Suriye sahası/İdlip, gerek ABD ve Rusya gerekse TC ve Esad arasında çok katmanlı karmaşık ilişkiler ağını barındırmaktadır.

İdlip’te yaşanan ağır kayıp, Suriye’de savaşın daha açıktan ve etkin bir tarafı olunması için, kamuoyunun ikna edilmesinde etkin bir manivela olarak kullanıldı. İdlip’te yaşanan ölümler ve kayıplar, “şehitler etrafında bir kahramanlık miti oluşturulması” ve mağduriyetin yaratılmasına; ırkçılık ve şovenizmin körüklenmesine zemin sunmuştur.

Bu zemin, Türk devleti ve psikolojik savaş aygıtı medya tarafından etkin bir şekilde kullanılmıştır. Görünen o ki, klikler arasında farklı yaklaşımlar olsa da Türk devleti, Suriye/İdlip konusunda belli bir mutabakatla hareket etmektedir. Hesaplaşmanın, suların durulması ve gidişatın az çok belli olmasıyla su yüzüne vuracağını beklemek doğru olacaktır.

Kılıçdaroğlu’nun kimi çıkışlarını ise geniş kitlelerde R.T.Erdoğan ve sisteme biriken öfkenin akıtılması olarak görmek gerekir. AKP’ye “sert” sözlerle yüklenen CHP’nin Suriye tezkeresine “evet” dediği unutulmamalıdır.

Türk devleti başından beri, Suriye’de Esad rejiminin cihatçı çetelerle zayıflatılması ve geniş bir alandan çekilmesini tarihi bir fırsat olarak görmüş ve “sınırların korunması”, “terörden arındırılması” söylemleriyle topraklarını genişletmeyi hedeflemektedir.

TC’nin faşist karakterinin bir başka tezahürü de yayılmacı ve işgalci yapısıdır. Komprador büyük Türk burjuvazisi ve toprak ağaları temelde Türk devletinin Suriye’deki politikalarına onay vermektedir. Zira, 1974 Kıbrıs işgalinden sonra tarihinde ilk defa TC devletinin toprakları genişlemiştir. Bilinir ki TC devleti, işgal ettiği bir bölgeden kolay kolay çıkmamaktadır. Bugünkü durumda da, TC, Suriye’de bu olanağın olduğunu görmüş buna dair çok ciddi adımlar atmış, yatırımlar yapmış ve buna uygun örgütlenmelere gitmiştir.

Sınır boyunca, uzun süredir işgal ettiği bölgelere yönelik demografik yapıya, alt ve üst yapının inşasına yönelik tutumu da bunu göstermektedir.

 

Devletin yol haritası: Dışarda savaş içerde yine savaş!

Devletin bundan sonra nasıl bir yol haritası ile hareket edeceği son derece önemlidir.

Bunun ipuçları R.T. Erdoğan’ın yaptığı konuşmada (AKP milletvekilleriyle toplantı. 29 Şubat 2020) gizlidir. Can kayıpları, şehitler, AKP iktidarının Suriye’deki hamleleri adına temel argümanlar olarak kullanılacak gibi görünmektedir. Bunun Türk milliyetçiliği, ırkçılığı temelinde şovenist histerinin yükseltileceği anlamına geleceği açıktır.

R.T.Erdoğan sanki Rusya’nın/Rejimin saldırıları TC toprağında yaşanmış gibi davranmakta, bu söylem, geniş kitleler nezdinde çatışmaların Suriye’de olduğu gerçeğini ve TC’nin buradaki varlığını da giderek silikleştirmekte, sıradanlaşmamaktadır. Rusya’ya yapılan çağrı, TC’nin bu güçle yoğun bir diplomatik ilişki, pazarlık içinde olduğunu ve rejime verdiği desteğin geri çekilmesi konusunda ikna edilmeye çalışıldığını göstermektedir. Nitekim hemen akabinde tansiyonun düşürülmesinde mutabık kalındığına yönelik açıklamalarda bu konuda bir ilerleme sağlandığını göstermektedir.

Türk devletinin temel duruşu ise “Suriye halkı tamam demedikçe Suriye’den çekilmeyeceğiz” şeklinde ifadede karşılık bulmaktadır. Açık ki Suriye halkı denilen cihatçı-selefi güçlerdir. R.T.Erdoğan’ın sözü bir anda Rojava Devrimi’ne, Kürtlere getirmesi de Suriye’ye yönelik dış politikanın temel çıkış noktasının değişmediğini göstermektedir.

Anlaşılıyor ki TC, İdlip’te Esad’la savaşsa bile sık sık YPG/PYD’yi gündeme getirerek “teröre karşı savaş” başlığı altında kitleleri konsolide etmeyi hedeflemektedir. Konuşmanın iç siyasete yönelik en önemli yanı ise Gezi vurgusu olmuştur. Bu söylem AKP iktidarının yakın zamanda görülen Kavala davasında açığa çıkan Gezi düşmanlığının süreceğini, bu dava üzerinden rakip klikle mücadelesinde geri adım atmayacağının da bir ifadesidir aynı zamanda. Ondan da önemlisi de bu sözler, Gezi’de sokağa çıkan geniş toplumsal kesimlere, devrimci, demokrat ve ilerici güçlere yönelik bir tehdit ve savaş anlamı taşımaktadır.

  1. T. Erdoğan/AKP iktidarı, savaşı içerde her türlü tepkiyi bastırmanın ve her türlü talebi, faşist işgalci söylemler parantezine almanın; dikensiz gül bahçesi yaratmanın hesaplarını yapmaktadır. “Suriye de ne işimiz var?” diyenlere yönelik öfke ve düşmanlıkta buradan beslenmektedir. Açık ki TC’nin geniş emekçi kitleleri ikna edecek bir argümanı bulunmamaktadır.

Türk devletinin Suriye’deki bugünkü varlığına yönelik ileri sürdüğü hiçbir gerekçe doğru değildir. Bu gerçeğin onlarda farkındadır ki, sosyal medyaya ve TC’nin Suriye’deki varlığına yönelik her türlü sorgulamaya yönelik tahammülsüzlükle saldırmaktadırlar.

Öte yandan, “yükü kaldıramıyoruz” denilerek sınırları açan AKP iktidarının, mülteciler üzerinden Batılı emperyalistler üzerinde şantaj siyasetini sürdüreceği anlaşılmaktadır. R.T.Erdoğan’ın “kapılar açık kalacak” sözleri de buna dairdir.

Denilebilir ki AKP iktidarının, önümüzdeki dönem için yol haritası; içerdeki krizin üstünü örtmek adına, CHP’lilere yönelik küfür ve hakaretler eşliğinde fiili saldırılar örneğinde görüldüğü üzere kutuplaşma ve gerilim siyasetinde derinleşme, tüm muhalefete yönelik cadı avı, dışarda ise savaş olacaktır.

Tüm bunlar aynı zamanda işçi sınıfı ve ezilenlere yönelik yine savaşın bahanesi olacaktır!

 

Mücadele Olanakları!

İçerde geniş halk kitlelerine, ezilenlere yönelik bir savaş aygıtı olarak şekillenen faşist diktatörlüğün, söz konusu karakteristik yapısı, hemen her başlık ve gündemde karşımıza çıkmaktadır. İşgalci, yayılmacı karakteri 2011’den bu yana Suriye’deki gelişmelerde karşılık bulmuştur.

Gelinen aşamada egemen sınıflar, Suriye’deki savaşı, işçi sınıfı ve emekçilere yönelik savaşımıyla aynı paranteze sokmuş bulunmaktadır. Türk devleti, savaşı, içerdeki sömürü, baskı ve zulüm politikalarının yaşama geçirilmesi için etkin bir gündem olarak değerlendirmekte; savaş rejimini inşa etmeye çalışmaktadır. İçine girdiği savaş, krizi derinleştirmekte ne var ki hâkim sınıflar inşa ettiği savaş rejimi sayesinde iki şekilde de bu durumdan kârlı çıkmaktadırlar. Zira gerek savaş gerekse de krizin yükü işçi sınıfı ve emekçilerin sırtına yüklenmektedir!

Türk devletinin Suriye’ye yönelik işgali ve oradaki varlığı, Esad rejimi ile girdiği açık çatışma hali, geniş emekçi kesimlere acı, gözyaşı, yoksulluk ve işsizlik olarak yansımaktadır/yansıyacaktır! Elektrik, motorin ve doğalgaza, suya ve ulaşıma ve diğer çok sayıda kaleme yapılması kesin olan zamlar bu faturaya işaret etmektedir.

Suriye işgali ve savaş gerçekliği, gelinen aşamada sınıf mücadelesinin temel gündemi haline gelmiştir. Zira savaş emekçi sınıfların, Kürt ulusunun, Alevilerin, kadın ve LGBTİ+’ların tüm taleplerinin üstünü örten bir şal işlevi görmektedir.

Bu bakımdan, TC’in Suriye’deki, işgali/savaşı ile ekonomik kriz ve onu yarattığı yoksulluk ve işsizlik arasındaki bağ devrimci, ilerici ve yurtsever güçler için temel ajitasyon/propaganda gündemi olmalıdır. Yeni bir OHAL/sıkıyönetimin ilan edilmesine yönelik tartışmalarda savaş, baskı, yasak; kriz, yoksulluk ve işsizlik arasındaki ilişkiye dikkatleri daha fazla çekmektedir! Kitlelerde bugün savaşa karşı biriken büyük bir öfke ve tepki vardır. Asıl olan bunu açığa çıkarmak, tetiklemektir!

Proleter devrimcilerin, bugün rejimin en zayıf karnı durumundaki kriz, işsizlik ve yoksulluk üçgenini, işgal, savaş ve faşist saldırganlıkla birleştirmesi acil bir gerekliliktir.

İşçi sınıfı ve geniş emekçi kitlelerin bahsini ettiğimiz gündemler etrafında, dayanışma temelinde direnişi yükseltmesine ihtiyaç vardır!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu