GüncelMakaleler

POLİTİK-GÜNDEM | “BİRLİK MÜCADELE ZAFER!”

"İşçi sınıfına ve emekçi halka dayatılan işgal, ilhak ve savaş siyasetine, kayyum hırsızlığına, temel hak ve özgürlüklerin gasp edilmesine, asgari ücret dayatmasına, düşük ücretlere, sendikasızlığa, yoksulluğa karşı örgütlenmek, mücadele etmek ve alanlara çıkarak itiraz etmek gerekir."

Emperyalist ve Haksız Savaşlara, Asgari Ücret Dayatmasına ve Kayyum Rejimine Karşı

Birliğe ve Direnişe  BİRLİK MÜCADELE ZAFER!

ABD seçimlerini Donald Trump’ın kazandığının açıklanmasından sonra yaşanan kimi gelişmeler, olası yeni bir emperyalist paylaşım savaşının işaretleri olarak yorumlanmalıdır. Yeni bir emperyalist paylaşım savaşı tehlikesi karşında, kimi liberal çevrelerin ABD başkanlık seçim sonuçlarını işaret eden umutvar açıklamalarının ne kadar altı boş olduğu kısa sürede ortaya çıktı.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinin, Ukrayna’nın, ABD, AB ve İngiliz emperyalistlerinin askeri örgütlenmesi olan NATO üyesi yapılması ve böylelikle Rusya emperyalistlerin çevrelenmesine yanıt olduğu; Ukrayna’da süren savaşın ise gerçekte ABD, AB ve İngiliz emperyalistleriyle Rusya (ve Çin) emperyalistleri arasında pazar ve rekabet savaşının bir ürünü olarak yaşandığı ortadır.

Emperyalist tekellerin sözcüsü emperyalistlerin iki ayrı kamp olarak şekillendiği ve pazarların yeniden paylaşımı rekabetinin giderek arttığı; Doğu Avrupa ve Ortadoğu’da olduğu gibi bölgesel savaşlarla sürdürüldüğü koşullarda, gelişmelerin yönü yeni bir emperyalist paylaşım savaşına işaret etmektedir.

ABD başkanlık seçimlerini kaybettiği açıklanan ABD Başkanı Joe Biden’ın Ukrayna’ya uzun menzilli silahlarla Rusya topraklarına saldırı izni vermesinin ardından Rusya emperyalizmi, “nükleer silah doktrini”ni güncelledi ve kendine yönelik olası tehditler arasında, ABD, AB ve İngiliz emperyalistlerinin Ukrayna’ya sağladığı silahları da ekledi. Ukrayna, Batı emperyalizminin verdiği silahlarla Rusya topraklarına saldırı düzenlerken, Rusya bu saldırılara kıtalararası balistik füzelerle yanıt verdi.

Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle başlayan ve giderek “uzatmalı bir savaşa” dönüşen çatışma; halihazırda ABD, AB ve İngiliz silah tekellerinin kârlarına kâr katmasını sağlarken her iki taraftan da yüz binlere varan askeri kayıplara neden oldu.

Batı emperyalistlerinin Ukrayna halkını kullanarak Rusya emperyalistlerini güçten düşürmeyi amaçlayan politikası gelinen aşamada kontrolden çıkma işaretleri vermektedir.

Nitekim Batı emperyalistlerinin “silahlı terör örgütü” olan NATO’nun Askeri Komite Başkanı Amiral Rob Bauer ise Rusya ile olası bir silahlı çatışma durumunda Rusya’ya önleyici “nokta atışı” saldırılar yapılması gerektiğinden bahsedebilmektedir. Brüksel’deki bir konferansta konuşan Bauer; NATO’nun “saldırıya uğramayı beklemek yerine, Rusya’nın bize saldırması durumunda fırlatma sistemlerini devre dışı bırakacak nokta atışı saldırılar yapılmalı ve ilk darbeyi biz vurmalıyız” ifadelerini kullanmaktadır. (26 Kasım)

Bu açıklamalar, NATO denilen askeri örgütlenmenin “savunma” adı altında gerçekte batılı emperyalistlerin bir saldırı örgütü olduğunu teyit etmesinin yanında emperyalistler arasındaki pazar mücadelesinin bölgesel vekalet savaşlarından açıktan bir paylaşım savaşına dönüşme eğilimine işaret etmektedir.

Savaşın baş kışkırtıcısı olarak ABD emperyalizmi, dünya pazarları üzerinde sarsılan hakimiyetini korumak ve rakip emperyalistleri geriletmek için hemen her yolu denemektedir.

ABD’de önderliğindeki batı emperyalistlerinin Ortadoğu’da siyonist İsrail’in katliamlarına açıktan destek vermeleri de bu savaş siyasetiyle ilgilidir. Filistin ulusal mücadelesinin şimdiki durumda ön plana çıkan örgütlerinden biri olan Hamas’la “mücadele” gerekçesiyle Gazze Şeridi’nde Filistin halkına yönelik soykırım saldırılarının aktif olarak desteklenmesi ve ardından da siyonist İsrail’in Lübnan Hizbullah’ını hedef almasına katkı sunulması, emperyalistler arası pazar mücadelesinin Ortadoğu bölgesinde tezahürüdür.

Ortadoğu’da batı emperyalizminin çıkarlarını korumak amacıyla yapay bir devlet olarak kurulan İsrail’in önce Gazze’de Filistin ulusuna yönelik katliam saldırıları ardından da Lübnan’a yönelik saldırısı batı emperyalizminin çıkarlarıyla doğrudan ilgilidir.

Çünkü siyonist İsrail demek başta ABD olmak üzere batı emperyalizmi; İsrail’in saldırganlığı demek, başta ABD emperyalizmi olmak üzere batı emperyalizminin saldırganlığı demektir.

 

TC faşizminin Suriye’de yeni hamlesi: Haleb saldırısı!

Nitekim Lübnan’da İsrail’le Lübnan Hizbullah’ı arasında ilan edilen “ateşkeş”le birlikte siyonist İsrail, Suriye’ye füze saldırısı gerçekleştirmiş ve bu saldırıyla eş zamanlı olarak Suriye İdlib’i üstlenen DAİŞ artığı Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ve TC faşist devletinin denetiminde olan Suriye Milli Ordusu (SMO) ve diğer çete grupları Esad Rejimi’nin denetiminde olan Haleb şehrine yönelik büyük bir saldırı başlatıp şehri işgal ettiler.

Halep’e yönelik saldırı, bir NATO üyesi olan TC devleti, ABD emperyalizmi ve siyonist İsrail’in bölgesel politikalarından bağımsız değerlendirilemez. Haleb’e yönelik bu saldırı, Hizbullah için İran’dan Lübnan’a giden tedarik yolunu kesmek, İran’ı geriletmek ve Rusya’yı Suriye’deki mevzilerini savunmak için Ukrayna’dan güç ayırmaya zorlamayı hedeflemektedir.

ABD ve AB emperyalistleri, Ukrayna aracılığıyla DAİŞ artığı çetelere İnsansız Hava Aracı kullanımı da dahil olmak üzere “danışman”lar sağlamıştır. TC devleti çetelere her türlü lojistik desteği sunmuş ve dahası saldırıyı sevk ve idare etmiştir.

Siyonist İsrail ise görünüşe göre patlayıcı çağrı cihazı/telsiz saldırısını Suriye’ye de uygulamış ve DAİŞ artığı çetelerin saldırısında Esad rejiminin taktik komuta ve kontrolünü bozmuştur.

Her fırsatta İsrail’i lanetleyen ve Filistin halkının yanında olduğunu propaganda eden faşist TC devleti bir yandan İsrail’le başta petrol sevkiyatı olmak üzere her türlü ticareti sürdürürken diğer yandan eğitip donattığı ve İdlib’te koruma altında tuttuğu çeteleri aracılığıyla Haleb’i işgal edip elini güçlendirmek istemektedir.

Bu hamle aynı zamanda DAİŞ artığı çetelerin iplerinin salınmasıyla siyonist İsrail’e dolaylı destek anlamına gelmektedir. Çünkü Esad rejimi ile siyonist İsrail arasında geçmişten günümüze ulaşan çelişkiler vardır ve halihazırda Golan Tepeleri gibi Suriye toprakları olan stratejik noktalar siyonist İsrail işgali altındadır.

İsrail’in DAİŞ artığı çetelere desteği ise bir sır değildir. Dolayısıyla DAİŞ artığı çetelerin Haleb’e yönelik saldırısının doğrudan ABD-İsrail ve TC ortaklığıyla gerçekleştirildiği, hem çete unsurlarının paylaşımlarından hem de TC havuz medyasının propaganda yayınlarından anlaşılmaktadır.

Batı emperyalizmi DAİŞ artığı çeteleri “Esad rejimi muhalifleri” olarak propaganda ederken, TC devleti kendisinin de “terör örgütü” olarak tanımladığı HTŞ ile Haleb saldırısında ortak iş tutmaktadır. Yandaş medya, “Haleb Türk yurdudur” propagandası eşliğinde DAİŞ artığı çetelerini “Esed rejimi muhalifleri” olarak pazarlıyor.

TC faşizminin DAİŞ artığı çetelerle koordineli hareketi bir sır olmamakla birlikte Haleb’e yönelik son işgal saldırısı bu gerçeği bir kez daha teyit eder durumdadır.

DAİŞ artığı çetelerin Haleb’e yönelik saldırısı, sadece siyonist İsrail’le Lübnan Hizbullah’ı arasında imzalan ateşkes anlaşmasının hemen sonra başlamasıyla değil, R.T.Erdoğan’ın Suriye lideri Beşar Esad’a yönelik görüşme çağrılarının yanıtsız kalmasından sonra gerçekleştirilmiş olması ise dikkate değerdir. TC devleti bir yandan Suriye’nin kuzeyinde çeşitli bölgeleri hem kendine bağlı çeteler hem de doğrudan kendi askeri gücüyle işgal etmiş durumdayken, B.Esad’la görüşerek Suriye topraklarında işgal ve ilhak siyasetini meşrulaştırmayı amaçlamıştır.

“İç Cephe” sağlamlaştırma söylemi, faşizmin kendini tahkim etmesidir!

TC devletinin Suriye’deki işgal saldırılarının bir diğer hedefi ise Kuzeydoğu Bölgesel Özerk Yönetimi’nin tasfiye edilmesidir.

TC faşizmi açısından Rojava Devrimi’nin ve Kürt ulusal hareketinin kazanımlarının tasfiye edilmesi stratejik bir hedef olarak anlaşılmalıdır. Nitekim SMO denilen Türkiye kontrolündeki cihatçı çeteler, Özer Yönetim’in denetimindeki bölgelere karşı “Özgürlük Şafağı” adını verdikleri bir saldırı başlattılar.

TC devleti, bu hedef doğrultusunda sınır içinde ve dışında Kürt ulusal sorununa dair “yeni” politikalar devreye sokulmuştur. Haleb saldırısının bizzat R.T.Erdoğan’da dahil olmak üzere TC yetkilerinin “İsrail Türkiye’ye saldıracak” propagandalarının ardından yaşanması da tesadüf değildir.

Bilineceği üzere siyonist İsrail’in saldırıları sonucunda TC devletinin sözcülerinin “iç cepheyi sağlamlaştırma” söylemlerine ağırlık verdiler. R.T.Erdoğan’ın 30 Ağustos’taki konuşmasında kullandığı “iç cephe” söylemi, Eylül ayında ABD ziyaretinden sonra “iç cephe bizi biz yapan değerlerdir” olarak yeniden kullandı.

Yine bu söylem iktidar ortağı olan D.Bahçeli “iç cephe”yi sağlamlaştırarak “Büyük Türkiye Yüzyılı”nı başlatma çağrısıyla sürdürüldü.

Bu çağrıların güncel olarak Kürt ulusal sorunu bağlamında söylendiği düşünülse de gerçekte hedefin daha kapsamlı olduğu açıktır. Türk hakim sınıfları başta Kürt sorunu olmak üzere kendisi açısından sorun olarak gördüğü çelişkileri en iyi bildiği şekilde “çözmek” istemektedir. Bu hamlenin TC iç siyasetine en önemli etkisi içerde Kürt ulusal sorununu, “teslim alınmış” ve “biat ettirilmiş Kürt”le çözme adımıdır. Bu amaçla D.Bahçeli’nin “el uzatması” devreye sokulmuş bir yandan İmralı’da tecrit altında tutulan A.Öcalan’ın TBMM’de konuşmasından bahsedilirken, diğer yandan Kürt illerinde belediyelere kayyum atanması, devrimci ve yurtsever harekete yönelik gözaltı ve tutuklama saldırısıyla sürdürülmüştür.

“İç cepheyi sağlamlaştırmak” hedefiyle “barış”, “çözüm” “kardeşlik” söylemleriyle faşist saldırganlık devam ettirilmektedir.

Bu anlamıyla “iç cepheyi sağlamlaştırma” söylemi Kürt ulusal sorunu da dahil olmak üzere bütün devrimci dinamiklerin teslim alınarak tasfiye edilmesi ve faşizmin kendini tahkim etmesi politikasıdır. Mesele basittir.

Örneğin A.Öcalan üzerinde tecrit kaldırılmalıdır. Kürt halkının seçme ve seçilme hakkına saygı duyulmalıdır. Devrimci ve yurtseverler üzerinde gözaltı ve tutuklama saldırısına son verilmelidir vb. vb.

Kuşkusuz Türk hakim sınıf sözcülerinin “iç cepheyi sağlamlaştırma” çağrılarının arka planında bölgesel gelişmelerin, çatışma ve savaşların etkisi vardır. Türk hakim sınıfları savaş nedeniyle tedarik ve lojistik zincirlerinin güvenliğinin ve enerji sevkiyatının tehlikeye girdiği bir dönemde bu çağrıyı yapmaktadırlar.

Böylelikle TC devleti ve sermayesi, Ortadoğu’da krizi fırsat çevirmek ve işgal ettiği alanları ilhak etmek istemektedir.

Mücadeleden başka kurtuluş yolu yok!

Türk hakim sınıf sözcülerinin “iç cephe” söylemi başta İsrail saldırganlığı olmak üzere Ortadoğu’daki gelişmelerden hareketle ifade edilmekle birlikte esas olarak hedeflenen iç politikada, Orta Vadeli Program (Şimşek Programı) sorunsuz bir biçimde uygulanması, yeni anayasa ve bununla bağlantılı olarak R.T.Erdoğan’ın yeniden seçilmesiyle ilgilidir.

“İç cephe” söylemi komprador burjuvazinin sermaye birikiminin başarıyla devam ettirilmesinin yolu olarak başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi halkın tepki göstermesinin engellenmesi, mücadele ve direnişlerinin ezilmesi amacı taşımaktadır. “İç cepheyi sağlamlaştırma” politikası işçi sınıfının teslim alınması, halkın kendisine dayatılan yoksulluğa ses çıkartmamasının sağlanmasıdır.

Türk hakim sınıflarının sermaye birikimlerini sorunsuzca sürdürmeleri ve bu anlamıyla sömürüsünü devam ettirmelerinin yolu, düşük teknolojili üretimle-düşük ücretlerle işçi verimliliğini artırmada aranmaktadır. Bu strateji, OVP’deki göstermelik vaatlere rağmen, Türkiye komprador kapitalizminin yapısal karakterinin zorunlu sonucudur.

Yüksek kârlılık vaadi için daha fazla verimlilik arayışı emek sömürüsünün daha fazla yoğunlaştırılması demektir. Bunun yolu da işçi ve emekçilerin ücretlerinin daha fazla baskılanması ve işçi sınıfını ve emekçilerin hareketsiz kılmak amacıyla örgütlenmesi/sendikalaşmasının cezalandırılması demektir.

Nitekim daha şimdiden 10 Aralık’ta ilk toplantısını yapacağı açıklanan Asgari Ücret Tespit Komisyonu öncesinde dillendirilen zam oranları işçi sınıfına yönelik bu stratejik sınıfsal saldırının ön işaretleridir.

17 bin liralık asgari ücretin işçi sınıfının büyük bir kısmı için ortalama ücret haline getirildiği (çalışan nüfusun en az yüzde kırkı asgari ücretle çalışıyor, ortalama ücret düzeyi asgari ücrete yaklaşıyor) koşullarda; iktidar yanlısı sarı sendikalar bile asgari ücretin açlık sınırının altında olduğunu açıklamak zorunda kalıyor. (Birleşik Kamu-İş Konfederasyonu, hesapladığı açlık-yoksulluk sınırı araştırmasının Kasım 2024 sonuçlarına göre açlık sınırı 22 bin 565, yoksulluk sınırı 69 bin 681 liraya yükseldi.)

Bu koşullar altında işçi sınıfına ve emekçi halka dayatılan işgal, ilhak ve savaş siyasetine, kayyum hırsızlığına, temel hak ve özgürlüklerin gasp edilmesine, asgari ücret dayatmasına, düşük ücretlere, sendikasızlığa, yoksulluğa karşı örgütlenmek, mücadele etmek ve alanlara çıkarak itiraz etmek gerekir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu