Elimize e-posta ile geçen aşağıdaki yazı, son günlerde sosyal medyada yer kaplayan konuya dair kaleme alınmıştır, biz de güncel bir konuya dair olmasından kaynaklı yayımlıyoruz.
Folklorik dansların ve klasik dansların karşısında “seksüalize” edilen oryantal dansın nedense bir yetenek ya da sanat olduğu, olabileceği algısı birçoklarının kafasında oturmamışken aynı zamanda bu dansın “erotik” algılanışından kaynaklı “politik” olamayacağı ve politik bir sanat festivalinde yerinin olamayacağı algısı oldukça oturmuştur. Erkek egemenliği altında şekillenen kültürlerde, oryantal dansın böyle algılanması ve gelişmesinin ardından bu algının dünya çapına da böyle lanse edilmesi sömürgeciliğin ve post-kolonyalizmin etkisiyle olmuştur.
1980’lerden beri dünyanın çeşitli yerlerinde “dansın antropolojisi” çeşitli bilim insanlarınca incelenmeye başlamış olsa da bugün, kitleler içerisinde kadın bedeninin erkek egemenliği tarafından nesneleştirilmesi ile oryantal dansın ahlaki nedenlerle “hoş” karşılanmadığı algısı silikleşmiş ve sanki esas sorun dans eden kadına, onun kıyafetlerine ve dansın figürlerine bakış açımız değilmiş gibi de kafalarda kalıplaşmıştır. Oysa ortalama bir oryantal dans sanatçısı zamanını yeni anlamlar yüklediği yeni figürler geliştirmeye çalışarak harcamakta ve yaptığı bu fiziksel ve zihinsel aktivitenin sonunda da koreografik bir performans ortaya çıkararak dans şovunu sunmaktadır. Tıpkı bir folklor ekibinin ya da modern dans sanatçısının gösterisine hazırlanışı gibi. Ama erkek egemenliğinin “erotik” ilan ettiği bir dans söz konusu olunca bu “erotiklik” kanıksanır. Oysa erotizmin kişiden kişiye, kültürden kültüre ve çağdan çağa değişen bir yapısı vardır. Mesela kimilerine “ağır abiler” çok erotik gelebilir. Maçoların ya da devrimci ahlakçıların seks metası haline getirilmesi imkansız mıdır? Oysa ötekileştirilmiş oryantal dansın algılanış şeklinin direkt olarak kadına, kadınsılığa bakış açısıyla olan bağı kurulduğunda bu bakış açısının sömürgeci, ırkçı, eril ve daha birçok diskurdaki temsiliyeti ortaya rahatlıkla çıkar. “Halkımızın değerleriyle yaratılan festivalde dansöz oynattılar” cümlesinden çıkabilecek sonuçları tek tek masaya yatırmak gerekli midir, bilemem. Ama unutulmasın ki; sahneye çıkan ve performansını sergileyen oryantal sanatçısı da bu halkın bir öznesidir ve sahneye çıkmaya “ikna edilmemiş” yani “oynatılmamış”, kendi rızasıyla dans şovunu sergilemiştir.
Oryantal dansın toplumsal algılanışını değiştirmenin yöntemi oryantali ortadan kaldırmak mıdır yoksa bu toplumsal algılanışın altını boşaltmak mıdır? Bakınız, kadın ve LGBTİ+ mücadelesi “bazı” şeylerin algılanış biçimini nasıl değiştirmiş ve “normalleştirmiştir”. Oysa, oryantal dansın kendisini bir sanat olarak görmek yerine “kadın bedeninin metalaştırıldığı bir eylem” ya da “pornografik bir gösteri” olarak algılamanın kendisi dansı yapan kadını ve sanatını nesneleştirip değersizleştirmektir. Sistem, Marks’ın yabancılaşma Lukacs’ın ise şeyleşme dediği şeyi işte tam da böyle sağlar. Aslında, etken bir özne olan dansçının edilgen bir nesneymiş gibi algılanmasını sağlayarak oryantal dansın kendisini ve dansı icra eden özneyi meta haline getirir ve dansçının sürekli ürettiği performansını bir tüketim nesnesi olarak algılatır. Oysa bu tüketmeye odaklı algıya karşı bu şeyleştirmenin/yabancılaştırmanın kendisi 27. ve 29. GKSF’de olduğu gibi tersine çevrilerek özgürleşmeye dönüştürülebilir. Nitekim bu dans eylemi, her iki defa da sergilendiğinde benzer tepkilerle karşılaşılmış ve bu tepkilerin bilinç altında hep “dansın erotikliği/ahlak dışılığı” algısı yatmıştır. Oysa kendi erotizmini dahi belirleyemeyen, normlaşmış erotizm algısıyla hareket eden tek tipleşmiş erkek egemen bu algıyı alaşağı edip tersine çevirecek bir eylem biçimine dönüşen bu oryantal gösteri artık dansçının tekelinden çıkıp “kadın bedeninin nesneleştirilmesine karşı” bir eyleme dönüşerek bütün kadınlara ve “kadınsılara” malolmuştur.
Tüm bunlardan hareketle oryantal dansa ve bunun dışında kalan danslara (folklor, modern dans, klasik dans vb.) bakıştaki küçük burjuva iki yüzlülüğü ortadadır. Toplumun tek tipleştirilen erotizm-pornografi algısını görmezden gelerek aynı algıyla hareket etmek bu sistemin bir parçası haline nasıl geldiğimizi ortaya koymaktan başka bir işe yaramaz. Zira dansın bir politikası vardır. Sanatçının yaptığı her figüre kendi kattığı bir anlam vardır. Sanat eserine bakanların ise gördüğü farklı anlamlar…
Dansçının kendi yeteneğini ortaya koyması dışında hiçbir anlam ifade etmeyen bu oryantal gösterisi, eril olarak şekillenmiş sözde bir sanat algısı nedeniyle “makul” sayılmaz ve bu makul olmama durumuyla birlikte mahkum edilerek “devrimci ahlaka” uygun bulunmaz. Bu nedenle de devrimci bir kültür sanat festivalinde böyle bir dansın sergilenişi ancak ve ancak “yozlaşma, sapkınlaşma” eğilimi olarak lanse edilir. Ne kadar da sistemden bildiğimiz, RTE’den ve türevlerinden duyduğumuz eril bir ayar çekmedir bu “sapkınlaşma ve yozlaşma”. Nasıl oluyorsa, bu “sapkınlaşma ve yozlaşmanın” sınırları bugüne kadar erkek egemen düşünceler altında şekillenmiş bir algı tarafından çizilmişken bunun kendisi bir sorun olmaz da metalaştırmanın kendisini mahalle abiliği ve sözde “devrimci” bahaneleriyle yaygın hale getiren bu algıyı sorgulatacak eylemler sorun olur. İktidarı sarsılır çünkü. Oysa, devrimciliğine sahip çıkacak birisinin bu “mahalle abisi” ayaklarını bırakıp ortaya attığı ya da cesaret edip atamadığı ve kendi içinde tartıştığı bu algıyı sorgulaması gerekir. Ancak tıpkı burjuvazinin işçi sınıfına saldırmak ve haklarını gasp etmek için her defasında kullandığı binlerce bahaneyi üretmesi gibi ısıtıp ısıtıp önümüze bir ahlak algısı sunuluverir. Biz olsak “bu meseleye sistem böyle bakıyor, bizden önce devrimcilik iddiası olanlar da böyle bakmış ama bi sorgulayayım ayol” deriz mesela. Bu bizi daha mı “devrimci” yapar, bilemeyiz. Zaten devrimciliği bir başkasıyla sidik yarışı (sidik yarışının erkekler tarafından icra edildiğinin altını çizelim mi?) olarak da görmeyiz. Bu muhtemelen içini boşaltmak olur. Yani “ben daha devrimciyim” diye işi, gücü, faaliyeti bırakıp mükemmel beynimle bulduğum “açıkları” gündem olmak için ortaya sermek de var, kendini ve eserlerini ortaya koymaya çalışan ve sistem içinde eriyip kaybolmamak için kolektif bir işe katılan gençleri desteklemek de…
20 Kasım Nefret Suçu Mağduru Transları Anma Günü ve 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü arasında bir tarihe gelen 29. Gençlik Kültür ve Sanat Festivali sisteme karşı duran, bu sistemin yarattığı köhnemiş düzende yok olmaktansa yeteneklerini dostlarına ve yoldaşlarına sergileyen başta trans, na-trans kadınlar olmak üzere her cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğinden gençleri bir araya getirmesi ve ardından da böyle bir tartışmaya vesile olması açısından bir kez daha önem kazanmış oldu. Dünyada yükselen sağ politika ile birlikte hızla artan cinsiyetçilik ve şovenizmden yalnızca “örgütsüz” kitlelerin değil, aynı zamanda sisteme karşı örgütlü olanların da nasıl etkilendiğini bu somut örnekle görmüş olduk. Bugün oryantal dans sanatçılarını ötekileştirmek yarın başka ötekilerin doğmasının önünü açmaktır. Bugün oryantal bir sanatçının GKSF’ne katılması yerine “aramızdan gitsin de ne olursa olsun” diyerek güvencesiz alanlara yönlendirilmesi sistemin ekmeğine yağ sürmektir. Bugün oryantal bir trans kadının yaptığı dansın hem kadın bedeninin metalaştırılmasına karşı hem de kendini devrimci alanlarda kendi rengiyle var edemeyenlerin sesi olmak için yaptığı bir eylem olduğunu algılamamak cinsiyetçilik ve transfobiden yana tavır almaktır. Bugün kendi etkin özneliği ile sahneye çıkıp bir dans gösterisi gerçekleştiren oryantal sanatçı Ecem Soyluer’in gösterisini, kendi kirli siyasi çıkarları uğruna hedef haline getirip sosyal medyada linç yaratarak paylaşmak ve cinsiyet kimliği, cinsel yönelimi önemli olmaksızın, bu linçe ayna tutmak devrimciliğe sığmayacak bir SUÇTUR!
Ancak, bugün hala yalnızca “kendilerine benzememiz/kurdukları eril devrimcilik algısını olduğu gibi kabul etmemiz şartı ile” devrimci mücadele yürütebileceğimizi iddia edenler olsa da bizim kendi renklerimiz ile devrimin bir parçası olacak cüretimiz var. Bu cüretle birlikte, yükselen erkek şovenizmine karşı başta örgütlü bulunduğumuz devrimci saflardan daha fazlasına yönelme ve daima sorgulayarak ilerleme bilincimiz de var! Ve elimizde bu var olanlarla helva değil, tatava değil, demagoji değil, dedikodu değil; devrim yapmaya adayız! Oryantali ile, şarkıcısı ile, yazarı ile, klasik dansçısı ve folklorcusu ile, ressamı ve karikatüristi ile sisteme teslim olmamaya ve yeniyi ellerimizle yaratmaya hazırız!
(Rojava’dan bir TKP-ML TİKKO gerillası)