Suat Derviş’le geç tanışanlardanım. İlkin Fosforlu Cevriye isimli kitabı ilgimi çekmiş, “bir fahişenin aşkı”nı konu aldığını düşündüğüm kitaba başladığım andan itibaren ise farklı kadın karakterlerle tanıştığımın farkına varmıştım. Fosforlu Cevriye ve Suat Derviş…
Suat Derviş, 1901 yılında dünyaya gelmiş, annesi Saray’dan gelen, piyano çalan, babası jinekolog, dedesi kimyager, aristokrat bir aileden. Okumuş, kültürlü bir aileye mensup, iyi eğitim almış bir Osmanlı vatandaşı. Dolayısıyla ailede eğitime önem veriliyor. Suat (Bu arada gerçek adı Hatice Saadet Derviş. İsminin hikayesi de ilginç; Aile kızlarının ismini Hatice Suat koymak istiyor –Hatice, erken doğan kız, Suat ise mutluluk anlamında– ama Suat erkek ismi olarak bilindiği için konulamıyor ve benzer bir anlama gelen Saadet ismi veriliyor.
Kendisi ile yapılan bir söyleşi de Suat bu durumu şöyle özetliyor: “Annemle babam bana Suat adını takmak istediklerinde oldukça ters bir adam olan imam, ‘Hâşâ! Erkek adıdır olmaz!’ diye karşı çıkmış. Çaresiz, kayda, aşağı yukarı aynı anlama gelen Saadet adı geçildi ama ailem ve dostlarım, bana hep ‘Suat’ diye hitap ettiler!”) daha çocuk yaşlarda yabancı dil dersleri alıyor, edebiyatla ilgileniyor.
1910 yılında ailesi onu Berlin Konservatuarı’na piyano dersleri için gönderiyor ancak o, kısa süre sonra edebiyata olan ilgisi nedeniyle Doğu Dilleri bölümüne geçiyor.
Almanya’da bulunduğu süre zarfında ülkenin edebiyatı ile ilgileniyor, okuyor, yazıyor; kendini bu konuda geliştiriyor. Hatta eserlerini Almanca’ya çevirtiyor. Bu sayede eserleri Avrupa’da dolaşıma sokuluyor. Yazmaktan hiç vazgeçmiyor ancak üretimine ara verdiği ya da hızlandırdığı dönemler var. Bunlardan biri de –1932 yılı– babasının kanser olduğu yıl.
Suat bu dönem ona bakmak zorunda kalıyor; tam atlattık derken Moda’daki evleri yanıyor, ardından da Naziler iktidara geliyor. Suat’ın çalıştığı yayın grubu Musevilerin elinde olduğu için yayınevi kapanıyor ve Suat da ülkeye dönmeye karar veriyor. Yaptığı en şeyi yaparak, “yazarak para kazanmaya” çalışıyor. O dönem birçok yazarın tercih ettiği ya da tercih etmek zorunda kaldığı takma isimlerle, hatta aynı anda 3 takma isimle haber, hikaye, makaleler yazıyor ancak buna rağmen zar zor geçiniyor.
Tam da bu dönem, onun bizzat yaşadıklarından kaynaklı sistemle ilgili çelişkileri ortaya çıkıyor. Hem kendi deneyimledikleri hem de gözlemledikleriyle sınıfsal çelişkilere kafa yormaya başlıyor.
Aynı dönem TKP Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner ile evleniyor ve Yeni Edebiyat isimli dergiyi çıkarıyor. Bu dergide sadece kendisi yazmakla kalmıyor Orhan Kemal, S. Ali gibi isimleri de biraraya getirmiş oluyor. 1941 sonunda dergi kapatılıyor ve Suat da derginin yayın politikasından kaynaklı yargılanmaya başlıyor.
Bu dönem hamile olan Suat, bebeğini doğumdan bir gün sonra kaybediyor. Üzerine bir de annesinin ölümü ile sarsılıyor. 1943 yılında ise eşi hapse giriyor. Yaşadığı bu üzücü olaylara rağmen 1943-53 arası 16 roman yazıyor. Hem yaşadıklarının acısını hafifletmek hem de geçinmek için oldukça üretken bir dönem geçiriyor.
Ancak artık “mimli” olduğu için yazdıklarının yayımlanmasında zorluklarla karşılaşıyor. O dönem açısından ana akım denilebilecek medya için “çekinilen”, “üstü çizilen” bir isim haline geliyor. Ama o azimle yazmaya devam ediyor, hem de kendi bildiği gibi.
1953’e kadar ülkede kalıyor ve üretiyor ama sonra ekonomik ve siyasi baskıdan kaynaklı 1953-63 arası Fransa ve İsviçre’de yaşıyor. Buralarda kaldığı süre boyunca da yazmaya, üretmeye devam ediyor ve gitgide ünleniyor, eserleri çeşitli dillere çevrilip basılıyor. 1963’te geri geliyor.
Yazmaktan hiç vazgeçmiyor, yine yazıyor ama politik tavrından dolayı kendisine çıkarılan engeller nedeniyle takma isimlerle ya da isimsiz yayımlanıyor yazıları. 1972’de de yaşamını yitiriyor.
“Beni Hayat Alakadar Ediyor!”
Suat’la ilgili en çok ilgi çeken yanlardan biri bence yazmaya çok erken yaşta başlaması.
Okumayı öğrenmeye başladığı anda okumak onda bir tutku halini alıyor ancak bununla yetinmiyor ve yazmaya da merak salıyor. Öyle ki, bir söyleşisinde ilk romanını yedi yaşında yazdığını söylüyor. Ve yine kendi ifadesiyle “gecekonduları yeni fark ettiği bir dönemde, bütün yoksulların iyi kalpli, bütün zenginlerin hain ve kötü olduğu bir roman”dır bu.
Adı “Çamlıca Perileri”dir. Çocukluğu Küçük Çamlıca’da bir konakta pek de fena sayılmayacak koşullarda geçen Suat için “sistemle ilk çelişki”dir bu. İkinci önemli nokta ya da farklılık roman ve hikayelerinde konu örgüsünün çok güzel oturtulmuş olmasıdır.
Yani yazıları hiç zorlanmadan tıkır tıkır okunabilecek rahatlıkta. Genelde böyle söyleyince “basite indirgenmiş”, “basitleştirilmiş” hatta “küçümsüyormuş” gibi algılanır ama demek istediğim kesinlikle bu değil. Onun yazı dilindeki sadelik, anlaşılırlıkla birleşen örgü, okuyan herkesin kendini o an, o sayfada anlatılan hikayenin, o karenin içinde bulmasını sağlıyor.
Ben son olarak Fukara Ölüsü isimli, öykülerden oluşan kitabı okudum. (İthaki Yayınları, 2021 baskısı) Ve her hikayede anlatılanın tam içine girdim, kahramanların kah biri kah öteki oldum.
Özellikle babasının ölümünden sonra ekonomik sorunlar yaşayan, ailesine bakmakla yükümlü olan Suat, bu kitaptaki hikayelerinde yoksulluk ve yoksunluk üzerine yoğunlaşmış. Ve tabi ki kadınlar her zaman olduğu gibi başrollerde.
Bir söyleşide kendindeki değişimi, kitaplarla ve hayatla ilişkisini şöyle özetliyor Suat: “Bazıları hatta 16 yaşına geldikleri halde bebek oynamaya devam eder. Ben bebeklerimi tavan arasına attıktan sonra kendime kitaplarımda bebekler yarattım, hayatla, hakikatle ve muhitle alakası olmayan bebekler. Ve onlara kah Zehra kah Fatma kah Zeliha ismini koydum. Onları ben yaratmıştım hayat değil. Ve onlarla senelerce istediğim gibi oynadım, hayatlarını kendi deruni fantezime göre idare ettim. Bir Allah gibi istediğimi yaşattım. İstediğimi sevdirdim, istediğimi öldürdüm. Kendi içimin hayalinde onlar birer gölge idi.
Ben rüya gördüm. Hayatı tanımıyordum. Hayattan anlatacak şeyler bilmiyordum. Rüyalarımı anlattım. Fakat şimdi ne on altı yaşımda ne de yirmi yaşındayım. Yani bebeklerimi kafamın ve kalbimin tavan arasına lüzumsuz eşyalar içine terk ettim. Artık rüya görmüyorum. Uyandım. Etrafımı görüyorum. Etrafımda olan şeyleri hissediyorum. Beni bebekler değil insanlar alakadar ediyor. Beni hayal değil hayat alakadar ediyor. Çünkü hayat ve hakikat en güzel rüyadan, en parlak hayalden çok daha zengin, çok daha cazip.” (Fukara Ölüsü, s. 12)
Üçüncüsü tüm çelişki ve karmaşası ile insanı olduğu gibi, zıtlıkları, pişmanlıkları, bencillikleri, zayıflıkları ile yansıtabilmesi ve bunların okuyucuya hiç de “itici” gelmemesi. Her karakter öylesine gerçekçi ki, aynı hayat gibi. “Yetmiş İki Buçuk Lira” isimli hikayede mesela…
Eline bir miktar para geçen Nadir’in bir gecelik başka birisi olma hikayesini kendimizden bir parça bularak okuyoruz. Nadir, evli, dört çocuğu olan yoksullukla boğuşan, hayatı çocuk bezi kokulu evi ile makine yağı kokulu atölye arasına sıkışmış bir işçi. Ve “eline alışık olmadığı bir para geçince parasızlık yüzünden çekmeye mahkum olduğu bu hayattan kaçmak, her zamanki muhiti olan sefaletten uzaklaşmak istemiş” bir insan.
Dördüncüsü kadın karakterlerin genellikle başrolde olması ve de oldukça güçlü olmaları. Bu kitapta da karakterler çoğunlukla kadın ya da hikayeler kadınlara odaklı. Yoksul kadınlara…
Yukarıda bahsettiğim sade anlatımla birleşince kah şiddet gördüğü adamı terk ederek adalet arayan ancak binbir türlü zorluk karşısında bebeği için nefret ettiği adama dönen genç bir kadın; kah hayatı gözyaşı dolu, engelli kızını ısıtabilmek için bir parça kömür çalan ancak yakalanan ve bundan böyle adı “hırsız”a çıkan Ayşe teyze; kah ailesine bakmak için tüm ailenin “baba”sı rolüne soyunan Cenan … oluveriyor insan.
Tüm bunlar yaşadığı ve yazdığı dönemle birlikte düşünüldüğünde oldukça özgün, radikal ve riskli konular.
Bu kadar yazmış-üretmiş, eserleri birçok dile çevrilmiş, birçok ülkede tanınmış birisinin unutulması değil unutturulmuş olması mümkün ancak. Hem kadın hem yazar olunca hem de hayallerle değil hayatla ilgilenince bu şaşırılmayacak bir şey…
Bu açıdan son yıllarda eserlerinin okuyucuyla buluşturulması çok önemli bir emeğin ürünü. Bizler de Suat Derviş’i daha çok okuyarak, daha çok anlayarak ve anlatarak, tanıtarak bu çabaya destek olmalıyız.