Belçika’dan bir okurumuz, çalıştığı fabrikadaki göçmen emekçilerin sömürüsünü, fabrikadaki genel durumu ve sarı sendikacılığın geldiği aşamayı özetledi…
Fabrikalarda çalışmanın zor olduğu, pandemiyle birlikte daha da zorlaştığı bir süreçten geçiyoruz. Ben de bu süreçte çalışmaya devam eden işçilerden biriyim.
Benim çalıştığım fabrika, yemek şirketlerine hamburger ekmeği üreten bir fabrika. Üç vardiyanın çalıştığı bir üretim hali var, her vardiya 8 saat çalışmakta yani 24 saat üretim yapılmakta, pazar gecesi başlayan üretim cuma gününe kadar kesintisiz devam etmektedir.
Bir günde -eğer makineler arıza vermezse- ortalama 1.532.000 ekmek üretilmekte, bu sayı istenirse makinelerin hızlandırılmasıyla daha fazla artırılmaktadır. Geçtiğimiz sene makineler yenileyerek üretimi daha da hızlandırdılar. Makineler eskiyken yapılan günlük üretim 1.296.000 iken yeni makinelerle açığa çıkan fark, 236 bin civarı. Bu fark sadece bir bandın yenilenmesi sonucunda oluştu. Bu yıl diğer makineyi de yenileyecekler, dolayısıyla bu fark dört kat artacak.
Buradaki değişimde nispi artı değer söz konusu aslında. Maaşlarda herhangi bir değişiklik olmadı ve mutlak artı değer, yani çalışma saatleri sabit kaldı. Sömürünün boyutlandırılmış hali… Her sene devletin yeni yılda vermiş olduğu 5 cent dışında zam yok, bilakis geçtiğimiz sene “pandemiden dolayı üretim azaldı, zarar ettik” denilerek yarı yıl ikramiyemizi vermediler. Sendikanın patrondan yana oluşu, onların daha rahat hareket etmesine neden oluyor.
Burada bir parantez açalım; bu fabrika ABD’li bir sermaye grubuna ait, yani fabrika Belçika’dayken, patronlar ABD’de, bu sebeple sömürü daha yoğun. Bir karşılaştırma yaparsak aynı sektörde çalışan işçilerin maaş ortalaması bizim saat ücretimizden 5 Euro fazla. Tekelleşmenin sonucu ABD’li patron, Belçikalı bir patrondan daha az ücret verebiliyor.
Çalışan işçilerin göçmen oluşu da hakların tırpanlanmasında patronu daha pervasız hale getiriyor. Bu sektördeki işin fiziki güç gerektiren işler olması üretime yabancılaşan yerli işçilerin bu sektörde çalışmamasına yol açıyor. Burada çalışan işçilerin geneli burada doğan göçmenler ve de siyasi nedenlerle göç edenlerin çocukları…
Göçmen işçilerin çoğunluğu haklarını bilmiyor ve dile hakim değiller, bu yüzden de patronlar işçileri istedikleri ücrete çalıştırıyorlar. Koşullardan, yani güvencesizlikten, işten çıkınca işsiz kalıp yeni bir iş bulamama korkusundan göçmen işçilerin çoğu şartlara boyun eğmek zorunda kalıyor. İşçiler arasında en olumsuz durum da, birbirine güven duymama sorunu… Aralarda patronlara taşınan tüm bilgilere, örgütlenme çalışmalarının altını boşaltmalara ek olarak sendika desteğiyle(!) fabrikaya takılan kameralarla her birimiz 24 saat izleniyoruz!
Bizim sektörde iki sendika var ve bunların durumuna da değinmek istiyorum. Bu sendikalardan biri Hıristiyan demokratların diğeri de sosyalist partinin sendikası. Ancak her iki sendika da “sarı sendika” bile denilemeyecek düzeyde ve adeta “patron sendikası” haline gelmiş durumdalar. Adları ve işlevleri farklı sadece, diyebiliriz. Ama her ikisi de aynı patronun çıkarları doğrultusunda hareket ediyor, patrona şirin gözükme yarışına giriyor ve bu zeminde birbirileri ile rekabet içerisine giriyorlar! İşçilerin hakları için değil! İşçiler sadece kırtasiye eşyaları, kalem-defter-takvim gibi eşyaların dağıtımında akıllara geliyor. Bir de pandemi ile birlikte işçilere maske ve alkol dağıttılar, sendikacılık anlayışları bunlarla sınırlı!
Açıkça söylemek gerekir ki, Avrupa’da -bu tür sendikaların kısmen katkılarıyla da- bir işçi aristokrasisi yaratılmış durumda, yani sömürüden bir parça işçilere “sus payı” olarak veriliyor. Bunun bir sonucu olarak işçiler sınıf mücadelesinden uzaklaşıyor ve mücadele kanalları çürüyor.
Ancak pandemi ile birlikte daha farklı bir hatta girildiğini de görmek gerekiyor. “Sus payı” işe yaramıyor ve işçiler pandeminin tetiklediği ekonomik krizlerden etkilenmeye, geçinememeye başlıyor. Bu geçim sıkıntısının yoğunlaşmasının önümüzdeki dönemde işçi sınıfı mücadelesini hareketlendireceği açıktır.