H. Merkezi: Gezi Parkı’nda başlayan ve tüm ülkede milyonları sokağa döken protestolarla ilgili bir açıklama da Türkiye Komünist Partisi/Marksist Leninist’den geldi.
Elimize e-posta yoluyla ulaşan açıklamayı güncelliğinden kaynaklı yayınlıyoruz:
MUTLAKTIR ÜLKEMİZDE DEVRİM,
YENİ BİR İŞARET FİŞEĞİDİR TAKSİM!
Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına dair saptamanın sonuna kadar geçerli olduğu günlerden geçiyoruz. Korku duvarının yıkıldığı, meydan ve sokakların zapt edildiği, barikat savaşlarıyla polis saldırısının püskürtüldüğü, bütün engellerin yıkılıp geçildiği anları yaşıyoruz. AKP’nin hükümet ettiği faşist diktatörlük, TC tarihinde metropollerde boy veren benzeri görülmemiş bir halk isyanı karşısında ne yapacağını şaşırmış durumdadır. Büyük bir çaresizlik ve korku içerisinde sefilleri oynamaktadır!
Semirtilmiş, yüzbinleri bulan katiller sürüsüyle ordu haline getirilmiş, rejimin azgın köpekleri olarak halka kan kusturma makinesine dönüştürülmüş polis, envai araçlarla donatılmasına, yüzbinlerce bomba ve mermi yağdırmasına, havadan karadan milyonlarca kapsül biber ve portakal gazı sıkmasına, basınçlı gazlı su araçlarıyla delirmişçesine saldırmasına, en vahşi işkence ve gözaltılara rağmen direnişi kıramamış, müthiş bir savaş ve mücadele karşısında kendi dumanında boğulmuştur.
İstanbul, Ankara ve İzmir başta olmak üzere ülkemizin sokak ve meydanları devrimci, ilerici, yurtsever gençlerin cesaret timsali kavgasına tanıklık etmektedir.
Faşizme karşı kitlelerin biriken öfkesi patlamıştır. Bu patlamanın karşısına nafile bir çabayla dikilmeye kalkışanlar hüsran içerisinde geri çekilmekte, büyük olanaklar ve silah üstünlüğüyle yüklenmelerine rağmen sürekli biçimde yenilgiye uğramaktadır.
Belli başlı kentlerin bir dizi alanı savaş arenasına dönüşmüş, sayısız sokak ve meydanda özgürlük alanı kurulmuştur. Direnişe, halkın büyük kitleler haline katılım gösterdiği zafer şenlikleri/kutlamaları eşlik etmektedir…
Korku imparatorluğunun duvarları yıkılmıştır. Kavgaya girdikçe, direndikçe, dayanışma içerisinde yüklendikçe, cüreti ve cesareti kuşandıkça kendilerine güven duygusu pekişenlerin, önüne çekilen setler tuzla buz olmaktadır. Bu direnişin yaktığı ateş dört bir yana ulaşmış, devlete isyan, algı biçimi farklılık arz etse de toplumun çok ciddi bir kesimine yayılmıştır.Halk, her yaştan, her cinsten, her ulustan, her mezhepten olmasına, farklı siyasal grup ve çevrelere angaje yapısının çeşitliliğine karşın, aynı öfke selinde bütünleşmiş durumdadır.
İstifası istenen hükümettir, nefretin kusulduğu, tepkinin yöneltildiği AKP ve Tayyip’tir ama onların şahsında başkaldırının hedefinde düzenin ta kendisi vardır. Yürüyüşe geçen kitlelerin pek çok yerleşim alanındaki yöneliminde yalnızca AKP il binaları yoktur; burjuva medyanın merkezleri ve temsilcilikleri ile başbakanlık, valilik, kaymakamlık ve emniyet binaları da hedef alınmıştır. Partimiz militanları bu hedeflere yönelik bazı silahlı pratiklerin olabildiğince içindedir ve olmaya da devam edecektir.
Düne kadar Türkiye Kürdistanı illerinde Ulusal Hareket önderliğindeki eylemler ile esas olarak 15-16 Haziran’dan başlayarak ve daha çok İstanbul’un devrimci semtleriyle fabrika ve amfilerindeki belli direnişler, 1 Mayıslar, NATO, IMF gibi eylemli kampanya süreçleri haricinde sınırlı sayıda geliştirilen eylemlerden ibaret resmi ve sivil faşistlere karşı militan kavga pratiği; şimdiden süresi, yaygınlığı ve boyutları ile ileri bir noktaya taşınmış bulunmaktadır. Devrime doğru giden yolda Taksim’in işaret fişeği olduğu bu direniş süreci, öğrettikleri ve kazandırdıkları ile önemli bir kilometre taşı olacaktır.
Süreç her ne kadar öteden beri izlenen yağma ve talan siyasetinin bir halkası olarak Taksim Gezi Parkı’nın sermayeye peşkeş çekilmesine karşı geliştirilen demokratik bir direnişin zorla bastırılmasıyla ateş aldıysa da kendilerinin de teslim ettiği gibi, bu boyutun çok ötesinde bir içerik kazanarak, yüzbinlerin direnişine, öfke ve ayaklanmasına dönüşmüş, buradan da sıçrayarak bütün ülkeyi kucaklayan bir hal almıştır. Bununla da kalmamış, Türkiyeli göçmen emekçilerin bulunduğu bütün ülkelerde yaygın ve etkin destek eylemleri başlamıştır.
Sabahlara kadar çatışan, direnişi yorulmaz ve yılmaz bir biçimde taşıyan potansiyel, halkın gücüne, gençliğin azmi ve dinamizmine inanmayanlar için şaşırtıcıdır. Dün Arap halkının isyanları döneminde aynı şaşkınlığı, “Amerikan parmağı” telkiniyle üzerlerinden atmayı tercih edenler, dinamiklerdeki farklılıklara ve gelişim sürecindeki ayrı yönlere karşın “halk isyanı” paydasındaki buluşma karşısında dudak bükme tavırlarını gözden geçirmek zorundadır. Halkı tıpkı egemenlerin gözlüğüyle, “adam olmaz” çukuruna kolayca iteleyenler, gerçek kadir-i mutlağın ezilenler cephesinden verilen sınıf mücadelesi olduğunun üstünü örtmektedir. Tayin eden biricik güç halktır, ona kalıcı bir zafer armağan edecek olan, proletaryanın kendisi olacaktır.
Partimiz de dahil olmak üzere, içerisindeki örgütlü bir dizi yapıya karşın ne örgütlü ne de organize bir başkaldırı ve direniş söz konusudur. Akışı içerisinde, özellikle de barikat savaşları esnasında gösterilen dayanışma ve eylem birliği, bunu değiştiren bir özellik taşımamaktadır. Bu manada önderlik boşluğu da açıktır. Kendiliğinden gelişen bu öfke dalgasının isyan pratiği, hiç kuşkusuz sınırlı hedeflerin ötesine geçemeyecektir. Bu durum mücadelenin azmi ve gücünü zerre kadar etkilememekte, hemen hiçbir eylemci ve direnişçi büyük hayaller görmemesine karşın, mutlak bir zafer kazanma arzusuyla yüklenmekten de geri durmamaktadır, durmayacaktır.
Ok yaydan çıkmış, kesintiye uğrasa da teslim olunmayacak bir süreç başlamıştır. “Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” diye haykırılan slogan, bu yeni sürecin start almasına vurgu olarak kabul edilmelidir. Sistemin şiddet ve terör mekanizmalarıyla çatışmadan, fiili direniş içerisine girmeden, çatışarak mevziler kazanmadan, korku duvarlarını yıkmadan, böylelikle kendi gücünün ayırtına varmadan ve bu pratikler içinde öncü militanlar yetiştirmeden devrim mücadelesini ileriye taşımak olanaksızdır. Mücadeleye ve onun öznelerine devrimci nitelik kazandıracak olan, rejimin şiddet mekanizmalarıyla yalın bir savaşa tutuşmaktır. Bunun bilinç içermeyen kör ve yanlış bir pratik olması halinde sadece yenilgi değil kazanım elde etmek dahi kaçınılmazdır ama unutulmamalıdır ki devrimci pratik olmadan da bilincin içsellik kazanabilme şansı olmayacaktır.
Emperyalistlerin “yeşil kuşak” projesi kapsamında 11 yıl önce iş başına getirilen AKP’nin hükümetler devrinde, Ortadoğu ve çevreleyen bölge için yapılan işgal ve paylaşım planlarında etkili olma misyonuyla Kemalist-faşist rejimin tahkim ve restore edilmesi için inşa edilen daha baskıcı ve otoriter yapı, sermayenin ihtiyaçlarına paralel olarak izlenen azgın sömürü ve yağma politikalarıyla halkın büyük bir kesimini nefes alamaz noktaya getirmiştir. İktidara yerleşenlerin misyonuna uygun biçimde İslami referanslarla dizayn edilmek istenen toplumsal yapı, faşizmin biat ve itaat kültürü ile baskı altına alınmaya çalışılmış, faşist terörün bütün mekanizmalarıyla devreye sokulan yıldırma, sindirme ve köleleştirme operasyonu, emekçilerden başlayarak bütün halk kitlelerine dayatılır olmuştur.
Bu ağır baskı ve sömürü altında, keyfiyetin tavan yaptığı bir tarzla sürekli biçimde aşağılanan, horlanan ve itilen kitleler; hak ve özgürlükler alanının hızla daraltılması, emeklerinin sürekli biçimde değersizleştirilmesi, ekmeklerinin giderek küçülmesiyle beraber, etnik, mezhepsel, cinsel ve kültürel kimliklerinden kaynaklı olarak daha yüksek dozda ezilmenin sonucunda büyük bir gerilim noktasına yuvarlanmışlar ve neticede eşiğin bir vesileyle geçildiği bir pratikten sonra da pek doğal olarak patlamışlardır.
Patlamaya giden süreçte, emekçilerin, esnek üretimle, taşeronlaştırma ile güvencesiz, kuralsız ve örgütsüzleştirilmiş bir çalışma düzeninde, işsizliğe, dizginsiz bir sömürüye itilerek köleleştirilmesi vardır. İş cinayetlerinde toplu kıyımların zirve yapması vardır. Patlamaya giden süreçte, gençliğin işsizlik ve geleceksizlik kıskacında cendereye alınması vardır. Eğitimden sağlığa bütün sosyal hak kategorilerinin sermayenin tam denetimine sunulması vardır. Bu süreçte, kadınların sömürü ve şiddet sarmalında, bedenine ve kimliğine yönelik, kürtajdan 3-5 çocuk baskısına uzanan bir saldırı dalgası vardır.
Patlamaya giden süreçte, temel hak ve özgürlüklerin gasp edilmesi, sınırlandırılması; yargısız infazlar, işkenceler, şafak operasyonları, tutuklamalar, yurtseverlerin, aydınların, avukatların, gazetecilerin, devrimcilerin hapishanelere doldurulması vardır. Hapishanelerdeki tecrit işkencesinin koyulaştırılması, hasta edilen tutsakların ölüme mahkûm edilmesi, çocuklara taciz ve tecavüzlerde bulunulması vardır.
Patlamaya giden süreçte mezhep kışkırtıcılığı, Alevilerin aşağılanması ve en temel taleplerinin yok sayılması, üstüne üstlük tarihteki en büyük kıyıcılardan Yavuz Selim’in ismini yeni köprüye vererek “Alevinin katli vaciptir” fermanının güncellenmesi vardır. Bu süreçte, Hrant’ın katledilmesine yargı marifetiyle getirilen aklama üzerinden soykırımcı geleneğe büyük bir sadakatle selam durma vardır. Yine bu yakın dönemde, Suriye’deki savaşa emperyalist projeler çerçevesinde müdahil olma, buradaki katiller sürüsüne hamilik yapma vardır. Cilvegözü’nde ve Reyhanlı’da onlarca kişinin katledilmesinden doğrudan sorumlu olmak vardır.
Patlamaya giden süreçte, peşi sıra gelen yasaklamalar, özel yaşam alanlarına, sanat ve kültür sahasına her türlü müdahale ve baskı vardır. Çevrenin katledilmesi, doğanın yıkıma uğratılması, büyük çaplı bir “kentsel dönüşüm” kampanyasıyla barınma hakkının yok edilmesi, yağma ve talanın sınırsız bir seviyeye taşınması vardır. 3. Boğaz Köprüsü, Havaalanları, Kanal İstanbul başta olmak üzere binlerce HES, termik santral ve baraj projeleri vardır. Nihayet bu süreçte, saltanatın nişanesi olarak, sermayenin anıtlarını pıtrak gibi çoğaltma, ülkeyi AVM üssüne çevirme vardır. Vandallık, bütün hızla sürdürülmektedir; Haydarpaşa, Galataport, Emek sineması derken sıra Gezi Parkı’na gelmiş, film burada kopmuştur…
Hiçbir faşist diktatörlük, sonuna giden yolu kısaltan gelişmelerden kendisini ilelebet koruyamamıştır. Şimdi ona akıl vermeye kalkışanlar, “mesaj dersleri” sıralayanlar boşuna çabalıyorlar. Bütün bunlar burjuva diktatörlüklerinin varlık koşulu ve sınıfsal refleksi olarak kaçınılmazdır ve sonunu getirecek biçimde gaza basanlar, devrilebileceklerini “öngörme” şansını bile bulamamaktadır. Bu, krizlerin pençesinde debelenen “ileri” burjuva demokrasiler için olduğu gibi, onlardan çok daha fazla biçimde faşist rejimler bakımından geçerlidir.
Benzerlerinde olduğu üzere, liderliğini yapan şahsın kendine has özellikleriyle bezeli olarak değişik biçimlerde karakterize olan Türkiye’deki faşist diktatörlüğün son 10 yılına damga vuran döneminin siyasal projesini yönlendiren emperyalistler, yakın tarihte gerçekleşecek seçimlerle son şekli verilecek bir organizasyon içerisine girmişlerdir. Burada Irak ve Afganistan’da vücut bulan, ama daha kapsamlısı Tunus’tan Suriye’ye uzanan bölgedeki gelişmelerle yakından ilgili biçimde yapılan hesaplar önemli bir yerde durmaktadır. Bölgesel boyutu da kritik bir özellik arz eden Kürt ulusal sorununun “çözülmesi” başta olmak üzere, bunu da kapsayan biçimde Anayasal adımlarla pekiştirilecek bu süreç, son yılların her alanda giderek ağırlaşan uygulamalarıyla sabittir ki, Türkiye halkı için çok daha yıkıcı koşullar içermektedir.
Buna göre atılan adımlar, her türden muhalifine yönelik bertaraf etme eylemlerinden başka, Ulusal Hareket’le girdikleri “uzlaşma” sürecinin aldırdığı nefesin de ötesinde, halka uygulanan baskı ve zulüm cenderesinin aşamalı olarak güçlendirilmesiyle birlikte geliştirilmektedir. Her istediğini yapar, hiçbir eleştiri ve çatlak sese aldırmaz, en küçük itirazı savuşturur, her türlü engeli kolaylıkla aşar ve tüm muhalif dinamikleri rahatlıkla ezer geçerim anlayışının sahipleri pek doğal olarak, sigortaları güçlendirmeyi ve mekanizmayı sağlamlaştırmayı da ihmal etmediği sürece, pervasız davranmayı sefa sürme ve eğlence aracı kılmışlardır.
Bu dönemin baş aktörü olarak Tayyip, kendi adamlarını dahi hiçleştiren, tam tekmil tabi kılan tavrıyla, farklı bütün görüşlere ve varlıklara yaşam hakkı tanımayan tutumuyla, halkı tebaası gören yaklaşımıyla, çok yukarılardan konuşan ve her şeyi bilen edasıyla, ezdiği, baskıladığı ve sömürdüğü bütün kesimlerin derin bir öfkesini biriktirmiştir. Son örnekte, Gezi Parkı için, “Ne yaparsanız yapın. Biz karar verdik” demiş olması, her şeyi özetlemektedir.
Sınıf mücadelesinin hiç sönmeden süren, içten içe yanarken de değiştirme ve dönüştürme kabiliyetini hiç yitirmeyen ateşi, dipten yüzeye vurması kaçınılmaz olan gerçeğini bir kez daha ispata sunmuş ve kitleleri harekete geçirmiştir. Fiili eylem ve direniş cephesinin içerisinde, halkın değişik kesimlerini temsil eden parti ve yapılarla birlikte CHP, İP, HKP gibi faşist ve karşı-devrimci örgütlerin de bulunması, halk hareketinin niteliğini başkalaştıracak bir özellik taşımamaktadır.
Direnişi kendi hesaplarına uygun bir mecraya kaydırmak isteyebilecek bu güçlere engel olunması gerektiği açıktır ama bu çevrelerin riski güçlendiren kimi pratiklerine dayanarak, eyleme kuşku ve gölge düşürecek yaklaşım sergilemenin de bir anlamı yoktur. Bunların etkisiz kılınması, dahası ayıklanması için çaba göstermek gerekir ama bu tek başına başarılabilecek bir tasarruf olmadığı gibi, koşullar gözetilmeden gerçekleştirilebilecek bir pratik olarak da görülemez.
Diğerleri bir yana, “Faşizme Karşı Omuz Omuza” sloganını nesnel olarak bunlarla birlikte haykırma durumunda kalmak ya da bu çevrelerin karşı-devrimci, ırkçı ve faşist söylemlerini engelleme olanağı bulamamak “zorunlu” olarak katlanılan bir hal olarak kabul edilmeli, bu durumu dengeleme ve aşma konusunda kendi çalışma ve çabamıza daha fazla ağırlık verilmelidir. Faşist ve karşı-devrimci partilerin tabanında bulunan taraftarlar ile bunların kimi flama, bayrak ve posterlerinin hedeflenmemesine özellikle dikkat edilmelidir. Bunların içerisinde gerçek durumun farkında olmayan unsur sayısı hatırı sayılır düzeydedir.
Direnişin ne “devrim” söylemiyle abartılması ve toplu ayaklanma hayallerini beslemesine, ne de gerçek anlamı ve değerinin gölgelenmesi, çarpıtılması ve küçümsenmesine izin verilmelidir. Tarihi bir direniş süreci yaşanmaktadır, nasıl bir kırılma noktası oluşturacağı ve getirileri zamanla daha iyi anlaşılacaktır. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” derken, pratiğin öğreticiliğine vurgu yapmaktayız. Bu eylem faşizmin beynine inmiş güçlü bir yumruktur, sistemi sersemletmiş, sarsmış ve devrimden menfaati olan bütün sınıfların öznelerine “kendine güven” duygusu ve moral aşılamıştır.
Yapabilme ve başarabilme becerisi/yetisi ancak, bunu ispatlayan pratikler sayesinde kazanılır. Bu güce inanma duygusunun geliştirilebilmesi için de pratiğe ihtiyaç vardır. İşin içine “dış mihraklar”dan, Ergenekon’a bir dizi başka faktörün sokulmaya çalışılmasının asıl nedeni, bu kazanıma ulaşılmasını engellemektir. Direnişçilere her türlü hakaretin yağdırılması, hafife alma ve aşağılama gayretine girilmesi, sürecin etki gücünü ve ne kadar korku saldığını göstermektedir. Daha 1 ay önce fiilen olağanüstü hal ilan edilerek engellenen 1 Mayıs ve sonrasında İstiklal Caddesi’yle birlikte demokratik etkinliklere de kapatılan Taksim, şimdi kıyasıya çatışmayla işgal edilip direniş panayırına çevrilmiş, devlete meydan okuma ve gövde gösterisi alanına dönüştürülmüştür.
“Her Yer Taksim, Her Yer Direniş!” şiarıyla geniş halk kesimlerinin sahiplendiği ve destek sunduğu bir sembol olarak Taksim’de fitili ateşlenen direniş, birinci haftası dolmadan lise ve üniversiteleri de kuşatmış durumdadır. KESK’in daha önceden aldığı 5 Haziran greviyle de bütünleşecek direniş süreci, geniş emekçi kitlelerinin grevli desteği, daha doğrusu katılımını da sağladığı takdirde çok daha önemli bir aşamaya taşınabilecektir. Bunun emekçi dinamiklerine etki edecek yollardaki büyük bariyerler nedeniyle zorluğu ortadaysa da eylemin bir parçası olarak kendini ifade eden bütün devrimci ve demokratik çevrelerin bu yönde gayret sarf etmesi gerekir.
Süresi uzayıp çapı genişledikçe, reformist çevrelerden başlayarak dalgaların altında ezilme korkusu kendini hissettirmeye başlamış bulunmaktadır. Gezi Parkı’nda oluşturulan inisiyatif tartışmalarına da yansıyan bu gerçeklik, eyleme katılımdaki değişimlerle kendini göstermektedir. Ama diğer yandan büyük bölümü örgütsüz olanlardan başka demokratik zeminde örgütlü daha geniş bir çevrenin katılımı da artmaktadır. Fiili ve aktif direnişle birlikte, meşru bir hatta kalmasına özen gösterilen mücadele, mevzileri korumak için atakta bulunarak militan gücünü diri tutmayı başarmaktadır.
İşçi dinamiklerinin harekete geçmemiş olmasından başka eylemin bir diğer zayıf noktasını da “barış süreci” içerisinde bulunan Ulusal Hareket oluşturmaktadır. Her ne kadar belli bir katılım içerisinde bulunsa da, bunun güçleriyle tamamen orantısız olduğu ve esas olarak pasif bir tarz içerdiği görülmektedir. Nitekim ilk reaksiyonları –sonradan düzeltme yoluna gitseler de- eylemden uzak durma bahanesi olarak ırkçı ve faşist çevrelerle bir arada olmamaya vurgu içermiş, kendi süreçlerine yeterli desteğin gösterilmediğine dair serzenişle beraber “barış sürecinin” zarar göreceği kaygısını gütmüştür.
Sınıfsal perspektiften yoksunluk, onlarca yıllık savaşa karşın dostla düşmanı ayırma konusunda kafayı sürekli biçimde bulandırmakta, eleştirilen “bencillik” kendi pratiklerinde fazlasıyla yer bulabilmektedir. Ulusal Hareket, kendisi acze düştüğü veya yenildiği, Türk devleti lütufta bulunduğu, iyilik yapmak istediği ya da galip geldiği için değil, savaşan taraf statüsüyle masaya oturduğunun farkında olarak, samimiyetsizliği ve kötü niyetliliğine dair her geçen gün daha çok veri sunan devletin temsilcilerine karşı, bütün saldırı ve uygulamaları nedeniyle etkili ve aktif tavır takınmalıdır.
Kendi sorununun demokratik temelde çözümü bu ülkedeki devrimden geçmektedir ve bunu geliştirecek bütün pratiklerle var gücüyle ilişkilenmek zorundadır. Aksi takdirde haklı olarak çokça şikayetçi oldukları dayanışma ve eylem birliği noktasındaki geri durumu daha da gerilere çekmiş olacaklardır. Böyle bir direniş ve potansiyelle güçlü biçimde eylem birliğine girmek Ulusal Hareket’in sürecini zora sokmayacak aksine daha da güçlendirecektir. Bu dönem, istediklerinin azamisini almak ve süreçten kazançlı çıkmanın yolu, “uslu” durmaktan değil, aksine ağırlığını artırmak ve duyumsatmaktan geçmektedir. Bugün bu bakımdan da muazzam bir fırsat ortaya çıktığı görülmelidir.
Düşman, yeni karakollar inşa etmekle, sürekli taciz uçuşları, bombalama ve ateş açmalar ile, rehin konumunda bulunan binlerce tutsağın salıverilmesi konusunda adım atmamakla ve daha önemlisi Anayasa hazırlık sürecinde olumlu hiçbir pratiğin içerisinde olmamakla, tekçi, inkarcı ağzını değiştirmemekle, sürecin bırakın hassasiyetini, gereğini dahi yapmamaktadır. Sürekli olarak, “taviz yok”, “pazarlık yok” sözlerinin altı çizilmekte, tekçi vurgular birinci elden sık sık dillendirilmektedir…
Polisler (tekil olaylar dışında) gerçek bomba ve mermi kullanamadığı için çok açık ki büyük sıkıntı çeken Türk devleti, direnişi bastırma konusunda başarılı olamayınca, Tayyip çokça yaptığı gibi meydana kat kat kalabalık sürme tehdidinde bulunmuş, bunu “Yüzde 50’yi zor tutuyorum” şeklindeki salvoları izlemiştir. Önceden planlanmış geziler her zaman vardır. Ama gerçek olan şudur ki Tayyip, bu büyük efelenmenin tam ortasında, hiçbir sorunu çözemeden, direniş yayılıp etkinlik alanı güçlenirken çareyi yurtdışına kaçmakta bulmuştur.
Şimdi devreye sokulan egemen sınıfların diğer temsilci ve sözcüleri, bir yandan özür dilemeye soyunmuş, “haklı tepkilere” saygı duyduklarını döne döne vurgular olmuş, diğer yandan devrimci örgütleri soyutlayıcı ve direnişi kırma amaçlı klasik çarpıtma ve karalama çabalarına hız verilmiş, “sabırlı vatandaşlara” teşekkürle aba altından sopa gösterme tavrı sürdürülmüştür. Direniş, çıkış noktasındaki temel taleplere yönelik esaslı bir geri adım atmadan bölünmeye ve dağıtılmaya çalışılmaktadır. Bundan sonrasını tayin edecek olan, eylem bileşenlerinin kararlı, militan ve direngen tutumu olacaktır.
Egemen sınıfların korktukları başına gelmiş, hatırı sayılır bir kitle isyan okullarının öğrencisi olmuştur. Tencere-tava eylemi yapanlardan barikatlarda savaşanlara kadar öfkesini ve tepkisini dile getiren kitleler direniş ve mücadelenin tadına varmış, isyan ve başkaldırı havasını teneffüs etmiştir. Görevimiz yeni başlamıştır. Bulunduğumuz bütün alanlarda eylemlerin en önünde yer almalı, direnişi büyütmek için kimliğimize uygun bir pratik içerisinde hareket etmeli, ileri çıkmalıyız.
Marjinaller, çapulcular, provokatörler, aşırı uçlar, vandallar şeklinde damgalanan komünistler, devrimciler ve demokrat çevrelerin eylemcileri, direnişi daha da büyütme göreviyle mücadeleyi yükseltmelidir. Eylem alanları, birlik, direniş, dayanışma ve isyan duygusunu güçlendirmenin, mücadele ve kavga azmini yükseltmenin arenası olmalı, barikatlar, faşizme karşı dövüşme soyluluğunun sembolü haline getirilmelidir.
Ustalarımız ve önderlerimiz, baskı, sömürü ve zulme karşı ayaklanan kitlelerin içinde olmak, onların ön safında dövüşmek için hiçbir olumsuz duruma takılmadı, şart ve koşul edebiyatına sığınmadılar. Direniş saflarında yer almak için tereddütleri de olmadı. Rahatsız edici unsurların bulunması, her türlü provokasyona açık bulunması, çeşitli projelere alet edilme riski de bir değer arz etmedi. Dahası, eylemlerin önderlik ve örgütlülük sorununa, ek olarak konjonktüre bağlı biçimde pratik olarak yenilgiye uğrayacağını da biliyorlardı. Ama sonuna kadar gidebilmek için bu duraklardan geçilmesi gerektiğini biliyorlardı ve tarih onları haklı çıkardı.
DEVRİM ÜLKEMİZDE DE AYNI YOLU KAT EDECEK, TARİH AYNI ÖYKÜYÜ KAYDEDECEK!
KAHROLSUN FAŞİST DİKTATÖRLÜK!
YAŞASIN TAKSİM DİRENİŞİMİZ!
HER YER TAKSİM, HER YER DİRENİŞ!
FAŞİZME KARŞI OMUZ OMUZA!
BU DAHA BAŞLANGIÇ, MÜCADELEYE DEVAM!
YAŞASIN DEMOKRATİK HALK DEVRİMİ!
YAŞASIN HALK SAVAŞI!
TKP/ML MK
4 Haziran 2013