DünyaGüncel

MAKALE | Küresel Korona Krizinde Değişen İnsan Halleri ve Düşündürdükleri (1/2)

"Ekonomi-politik ve sosyo-politik gerçeklikler üzerinden doğru yorumlar, yine de mümkündür. Bunun için güçlü bir sınıf bilinci, toplumsal gerçekçi bir eleştirel durum bilinci ve  süreci nitel olarak değiştirici çözümler üreten devrim bilincine gereksinim vardır"

Covid-19 pandemisi, küresel çapta on milyonlarca insanın metabolizmasını ve sağlığını bozmakla kalmadı, zaten kronik hastalıkları olan insanları ve özellikle de yaşlıları, dolasıyla yüzbinlerce insanı hızla ölüme sürükledi.

Pandeminin böylesine yıkıcı yayılma boyutları, (kapitalist) iktidarlara, toplumlara, kuruluşlara, bütün toplumsal, sosyal ve siyasal örgütlenmelere kırmızı alarm zilleri çaldırmakta. Ne var ki, bu sürecin dünya çapında en çok kaybedenlerini yine halktan insanlar, işçiler, emekçiler, köylüler, emekli ve yaşlılar, yoksullar, göçmen ve mülteciler, kadınlar, LGBTİ+ ve çocuklar oluşturmakta.

Pandemi sadece salgın hastalıklarına ölümlere yol açmadı. Bu süreçte düşük ücretli çalışma, sosyal güvencesiz, illegal işçilik, kitlesel işsizlik, sağlıksızlık-tedavisizlik, kadınlara ve çocuklara yönelik ev içi şiddet, kültürel sanatsal ve spotif alanlardaki üretkensizlik ve üretimsizlikler, ayrıca depresyon, paranoya veya tükenmişlik sendromu gibi psikolojik hantallıklar, göçmen ve mülteciler nezdinde derin sosyal güvencesizlikler ve hak gaspları, kriminalizasyon, insan tacirliği gibi durumlar hiç olmadığı kadar hızla artmıştır.

Daha fazla belli olmuştur  ki, kırmızı alarm zilleri veya ölüm çanları, herkes için aynı yoğunlukta çalmamaktadır. Çünkü egemenler ve ezilenler aynı gemide bulunmuyorlar. Ölen insan istatistikleri içinde zenginlerin oranı tarihteki bu tür salgınlarda hiç olmadığı kadar az!

Bu nedenle, burjuvalar ve işçiler-emekçiler aynı gemide değil. Zenginler ve fakirler aynı gemide değil. Yönetenler ve yönetilenler aynı gemide değil. Devletler ve yurttaşlar aynı gemide değil. Vatandaşlar ve göçmenler-mülteciler aynı gemide değil. İkinci tarafta olanların gemileri daha çok batmakta ve nedense en çok kaybedenler tarafında onlar olmaktalar?!

 

Korku, feragat ve rızalık

Üstelik bu “İkinciler” ölüm soğukluğunun ürpertici etkileri içinde daha çok debelenmekteler.

İkinci taraftaki insanlar özellikle ölüm korkusu, hak feragatı ve  egemen politikalara rızalık eğilimleri içinde  adeta kendinden geçmekteler. Nispeten kültürlü-bilgili denebilecek insanlar dahi, böylesi karmaşık süreçlerde pekala aygın-baygın halde düşünmeye, bir çıkış yolu bulamaz olma eğilimi göstermeye, komplo teorilerinden medet ummaya meyilli görünüyorlar.

Korku, feragat ve rızalık sarmalı eğilimlerine kendini iyice kaptıranlar ise, herkesi potansiyel virüs taşıyıcısı, koronavirüs hastası, tehlike potansiyeli olarak görmekten kendilerini alıkoyamamaktalar. Kitle sohbetlerinde karşılaştığımız insanlar, bizzat kendileri kendi rahatsızlıklarından şikayet etmekte ve bu sarmalın olumsuz etkisini bütün ilişkilerinde hissetmekteler. Bu makale biraz da bu sorunları fark etmek, var olanı sorgulamak, neden ve niçinleri anlamak; kolektif çözüm yöntemleri aramayı hedeflemektedir.

Mesele maske takıp takmamak, mesafe koyup-koymamak, kendini izole edip-etmemek veya bunların doğruluğu-gerekliliği ya da yanlışlığı-yetersizliği meselesi değildir tek başına. Mesele bütün bu önermeleri veya toplumsal zorunlulukları  tek veya yegane çözümmüş gibi, hızla kabullenme veya sosyal bir varlık olan insanı yalnızlaştırmaya-yalıtmaya yönelik tehlikelerin farkına varıp varamama meselesidir.

Mesele; insanı, kendinden ve sosyal çevresinden korkar olmaya alıştırıp-alıştırmama, birey sağlığını düşünürken toplum sağlığını unutup-unutmama meselesidir. İnsanlar grip olandan, hapşırandan, burnunu silenden, öksürenden veya maskesiz gezenden korkar olmuşsa biraz düşünmek gerekmez mi? Bir çoğumuz, bu sendromları gösterenlere istemeyerek de olsa çoğu zaman tedirgin, şaşkın hatta hakir gözle bakarken kendimizi yakalamadık mı? Tam da bu korku, feragat ve rızalık halleri gerici diktatörlüklerin, uluslararası faşizmin toplum, insan ve kültür üzerindeki düşünsel kalıntıları değil midir?

Bu yığınsal sinmişlik-sindirilmişlik sarmalı olmadan İtalya, Almanya, İspanya, Yunanistan, Arjantin, Japon faşizmleri ayakta kalabilir miydi? Bugünde iktidarları gasp eden Türk, Macar, Polon, Brezilya faşistleri aynı korku damarından beslenmiyor mu? Korku, feragat ve rızalıklar üzerinden kitleler nezdinde bir tür sindirilmişlik sendromu yaratmayı amaçlamıyorlar mı?

Oysa ki, bu korku, feragat ve rızalık sarmalı içinde, sadece eski alışkanlıklar veya rejimler korunmamakta, diğer taraftan da gelecek dönemlerin ‘dijital faşizan egemenlik rejimleri‘, örtülü veya açık olarak, yeniden inşa edilmektedir. Egemenlerin denetimindeki üretilen dijital araçlar, yapay zekalar, özel programlar, algoritmalar, app’ler, sözde sosyal medya araçları, bizim kontrolümüz dışında, hakkımızdaki bilgi veri tabanları yaratarak bizleri  daha efektif yönetir  olmuyorlar mı?

Bütün bu programlar veya sözde sosyal medya araçları, bizi bizden daha iyi bilmekte ve bizim online ilişkiler içindeki var oluşumuza, ilgimize ve davranışlarımıza göre, bizlere dolaylı veya dolaysız yönlendirmeler yapmaktalar. Üstelik, bizler de bunları faydalı ve zorunlu ihtiyaçlarmış gibi algılamakta, gönül rahatlığıyla, bağımsız irademizle onayladığımız feragatlar ve rızalıklar içinde, kabul etmekten imtina etmemekteyiz.

Amazon, Google, Alibaba, Tiktok gibi şirketler tam da bunun için tüketici insanlar hakkında her şeyi bilme ve bilgileri depolama, denetleme ve yönlendirme üzerine inşa edilmekteler. Ayrıca sorgulanmadan kabul edilen dijital ve sanal kültür alışkanlıkları üzerinden insanların önemli bir kısmı yığınlar halinde bağımsız iradesinden, itiraz hakkından, muhalefet hakkından, eleştiri hakkından, üstelik yanlış yapma hakkından dahi vazgeçme eğilimi gösterebilmekteler.

Bırakalım sıradan apolitik insanları, güya politik, bilinçli, muhalif insanlar dahi, bu yayılmacı kültürü hızla benimsemekte ve özellikle yapısal veya hayati tehlike koşullarında “kendi gemisini kurtaran kaptandır” rolüne hızla bürünebilmekteler. Bu eğilimlere ve sorunlu yaklaşımlara devrimci bir set çekilmez ise, küresel çapta yeni dikta rejimleri, yeni faşist iktidarlar, yeni küresel savaşlar ve daha kapsamlı yıkımların önü devrimci muhalefete rağmen hızla açılmış olacaktır.

 

Yaşam ve ölümün daha fazla tabulaşması

Pandeminin ortaya çıkardığı bütün objektif hayati tehlikeler kıskacı arasında; gözlemleniyor ki; insanların düşünüş ve davranışlarında çok hızlı ve tedirginlik  değişimler gözlemlenmektedir. Örneğin insan sağlığı ve yaşam hakkının bu denli tehlike altında olmasından kaynaklı, yaşam ve ölüm kavramları kitleler içinde, eskisinden daha fazla tabulaştırılmaktadır.

İnsan sağlığının ve metabolizmasının küresel çapta aynı zaman dilimi içinde topyekün bir yapısal saldırıya maruz kalması, ölümün yaşama bu denli güçlü darbeler indirmesi, belki de bu tabularla düşünme eğilimlerini bir nebze anlaşılır kılmaktadır.

Ancak, unutulmamalıdır ki; bunca güvencesizlikler içinde, hızla yükselen kitlesel korku psikolojisi, anın egemen kapitalist iktidarları tarafından bilerek ve isteyerek teşvik edilmekte veya yönlendirilmektedir.

İnsanların yığınlar halinde çok yönlü güvencesizleşmesi, canlı nesillerin varlık koşulları ve sağlıklarının hızla tehdit edilmesi, doğa ve çevrenin devasa yıkıcı tehlikelere maruz kalması gibi yapısal toplumsal sorunlar, azami kar eksenli ve bireysel kalkınma odaklı kapitalist politik ekonomi egemenliğinin zorunlu bir sonucudur.

Aşırı kapitalist üretim ve aşırı tekelci birikim sarmalında, toplumları krizden krize koşturan kapitalist emperyalizm gelinen aşamada,  tükenmişlik ve çekilmezlik sendromları içinde insanlığa artık topyekün ve çok yönlü yıkımlar yaşatmaktadır.

Tam da bu salgının bu denli yıkıcılık koşullarında, en derin yaşamsal korkularımız üzerinden, bir çeşit sürü psikolojisi oluşturularak, egemen güçler tarafından insanların yığınlar halinde hizaya getirilmek istendiği gerçeği karşımıza çıkmaktadır. Bu nesnel bir tehlikedir. Nitekim geçmiş zamanlardaki onca saldırganlık savaşları, insanlık kırımları, soykırımlar, holokostlar yığınlar halinde feragatlıklar ve rızalıklar gösteren modern kapitalist toplumların ve onların en gerici iktidarlarının bir ürünü olarak var olabilmiştir.

Ancak, en kötü koşullarda bile egemen güçlerin bütün saldırılarına, çok yönlü saldırganlıklarına karşı; ezilen halkların, bilinçli ve aydın insanların, devrimci-demokrat muhalif örgütlenmelerin itirazları da çoğalmakta ve hızla yükselmektedir.

Sermaye güçleri, çok yönlü yıkımlar ve güvencesizlikler üzerinden yaşamsal-varlıksal-yığınsal tehlikeler yaratmaktan, hatta şimdiki süreçlerde görüldüğü gibi, “sürü salgını” gibi yeni yıkımlar üzerinden toplumları ve insanları hizaya getirmekten çekinmezler. Emperyalistler insanlığı kısmen, tamamen veya topyekün yok edecek o kadar çok silaha, güce ve yöntemlere sahipler ki; onların azami kar hırsları ve ölümcül rekabetleri, dünyamızdaki insanlık dışı yaşanmazlık ortamlarını sürekli yeniden üretebilmektedir.

Onlar toplumsal yaşamı hem potansiyel ve hem de nesnel olarak, sürekli ama artık topyekün olarak dinamitlemekteler.

Covid-19 salgınına dair, bu salgın doğal mı yapay mı, insan üretimi mi değil mi sorularını sormaktansa devrimciler açısından daha önemlisi şudur: Bu salgının canlı nesiller, insanlar ve toplumlar üzerindeki nesnel etkileri, sonuçları ve çözümleri nelerdir? Bu salgın toplumsal yaşamı, dolayısıyla insanı, özellikle de üretken insanı ve sağlığını nasıl etkilemektedir? Bu sorulara doğru cevaplar vermek, virüsün nereden yayıldığına verilecek cevaptan, nesnel açıdan, çok daha önemlidir.

Genel olarak insanlık ve özel olarak işçiler-emekçiler ve bütün üretici güçler, korona pandemisi sürecinde olağanüstü bir topyekün saldırı biçimiyle karşı karşıyadır. Kapitalist, liberal, gerici, feodal, despotik, faşist, sosyal demokrat, reformist-liberal sol, kısacası dünyadaki bütün iktidarlar bu salgın gerçekliğini, halk kitlelerine yardımcı olmak için değil, aslında kendi gerici egemenlik emellerini pekiştirmek için kullanmak peşindeler.

Bunlar hep bir ağızdan olağanüstü önlemlerden bahsetmekteler. Ancak pandemi ortaya çıktığından beri, 1 yılı aşkın bir süredir, maske ve 1,5-2 metrelik mesafe koymanın dışında hiç bir ciddi ve etkin önlemden bahsedememekteler. Sosyal izolasyon, iletişim yasağı, kontak yasağı, ev işi gibi birbirine tezat kavramlar üzerinden yeni algı operasyonları yapılmakta ve insanlar bunları korkulardan kaynaklı hızla kabul edebilmekteler.

Egemen güçlerin hepsi bir taraftan “çaresizleri” oynamaktayken, diğer taraftan da ilaç ve kimya tekellerine devasa kaynaklar ayrılarak bir an evvel aşı bulunarak rekabet gücünün artırılması beklenmekte ve bu arada kitleler yığınlar halinde ölüme terkedilmektedir. Peki, sözde aşılar bulunduğunda ne olacaktır? Kapitalist rekabetçilik koşullarında bu aşıların hangileri bilimsel ve güvenceli çalışmalar sayesinde üretilecektir? Bu aşıları işçiler, emekçiler, düşük gelirliler, göçmen veya mülteciler ödeyebilecek midir? Bütün bu tür sorular tamamen muammadır.

Ayrıca, böylesine olağanüstü süreçlerde, iktidarlar kadar, düzen içi veya düzen dışı muhalefetler de olağanüstü çözümler üretme sorumluluğu altındalar. Nasıl ki, farklı çelişkiler farklı çözümler gerektiriyorsa, farklı süreçler de özgün çözümler gerektirmektedir. Ancak komplo teorilerine kaymadan, özellikle işçi-emekçi-üretici insanların durdukları sınıf gerçekliği perspektifinden olay ve olgulara bakmak gerekmektedir.

Ekonomi-politik ve sosyo-politik gerçeklikler üzerinden doğru yorumlar, yine de mümkündür. Bunun için güçlü bir sınıf bilinci, toplumsal gerçekçi bir eleştirel durum bilinci ve  süreci nitel olarak değiştirici çözümler üreten devrim bilincine gereksinim vardır.

Ne var ki; toplumlar ve insanlar büyük kaygılar içinde aklı selim düşünmeyi öğrenmek  zorundalar. Ölüm korkusu, hak feragatı ve politik rızalık gibi, çaresizlik kabullenişleri üzerinden insanları bağımsız iradelerinden, özlük haklarından ve medeni cesaretlerinden vazgeçmeye iten, çok ilginç yığınsal ve toplumsal eğilimlerin olduğunu devrimciler özellikle görmeli ve kitlelerin bu hassasiyetlerini kibirli yaklaşımlarla değil, anlayış ve güven vererek karşılamalılar.

İşte tam da böylesine olağanüstü çaresizlik süreçlerinde ortaya çıkan korku, feragat ve rızalık eğilimleri devrimci muhalefeti de kısmi bir ‘bekle gör’ tavrına itebilmektedir. Bu ikircikli tavır, süreci algılama, kavrama ve kriz karşısında doğru önermeler yapma konusunda devrimci, sosyalist veya komünist muhalefeti ketumlaştırmaktadır.

Bu süreç, sol-devrimci-komünist hareket saflarında uzun zamandır varlık gösteren atalet (eylemsizlik) krizini de yeniden açığa çıkarmakta, ya da daha fazla görünür kılmaktadır. Bir çok devrimci-demokrat örgüt veya bireyler süreci anlama ve kitlelerin yaşamsal ve varlıksal sorunlarına çözümler üretme konusunda gelinen aşamada artık daha fazla aktif olsa dahi, solun bu eylemsizlik ve inisiyatifsizlik krizi esas itibarıyla devam etmektedir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu