Kapitalizmin bir özelliği, sürekli kriz üreten bir düzen olmasına rağmen kendiliğinden yıkılmamasıdır. Diğer bir ifadeyle krizler kapitalizmin can suyu gibidir. Krizler onu adeta “ölümsüz” kılmaktadır. İşçi sınıfı ve halk mı? Onlar kapitalistler için sadece kâr etmek için kullanışlı birer alet işlevi görmektedir. Tabii bunun yanında yolsuzlukların, rüşvetin, yoksulluğun kapitalizmde verimli bir zemin bulduğunu hatırlatmaya gerek yok sanırız. Bunu ifade etmemizin nedeni, bu türden gelişmelerin her ortaya saçıldığında skandal olarak adlandırılması ve sanki ilk kez yaşanıyormuşçasına davranılmasıdır. Zira özel mülkiyete dayanan, sınıf farklılıkları üzerinden yükselen bir düzende, yolsuzluğun, hırsızlığın, rüşvetin vs. olmaması zaten mümkün değildir.
Günümüz Türkiyesi için bu gelişmelerin karşılığı ise halkın bir tebaa olarak görülmesi ve yolsuzluğun başarıyla sürdürülmesidir. Bir yanda Tayyip’in padişahlığı, diğer yanda Gülen’in peygamberliği propagandalarıyla her fırsatta estirilen “kul”luk statüsü, geçmişin Kemalist nizamının “vatandaş”ına ne kadar da benziyor! Velhasıl “eski” ile “yeni” Türkiye arasında halka bakışta hiçbir fark yoktur. Benzerlik sadece işçi sınıfı ve halkı değerlendirmede değil tabi ki. Yolsuzlukta, rüşvette ve faşistliktede tam bir istikrar vardır. Siz bakmayın bunların “Cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluk ve rüşvet operasyonu” söylemlerine! Onların devletinin daha kurulurken temellerinde Ermeni, Rum ve Süryanilerin mülkiyetlerine el koyma vardır. Öyle ki Türk hakim sınıfları, TC’nin ilk on yıllarında yolsuzlukta “Aferizm” sıfatını üreten bir neslin ahfadıdırlar!
Türk hakim sınıflarının başarıları sadece yolsuzlukta, rüşvette, çalıp çırpmada değildir tabii ki. Onlar aynı zamanda, -ne kadar olumsuz olsa da- her şart altında düzenlerini yeniden üretebilmektedirler. Öyle ki TC’nin kuruluşu bile, Kemalistlerin, Bolşevik tehlike karşılığında emperyalistleri ikna etmeleriyle sağlanmıştır. Boşuna demiyor Tayyip, “istiklal savaşı veriyoruz” diye. Amacı kendi düzeninin ömrünü uzatmak, yolsuzluk ve rüşvet çarkının dönmesini sağlamaktır. Son on yılda yaşanan da başta yolsuzluğu meşrulaştırılan “fetva”ların alınmasında olduğu gibi, kendini dinsel/kültürel olarak yeniden üreten ve devlet olanaklarını kullanarak palazlanan Türk hakim sınıflarının bir kesiminin kazanmış olduğu mevzileri terk etmeme mücadelesidir.
MEVTAYI EN İYİ CEMAATİ BİLİYOR!
Ama nafiledir çabaları. Çünkü başka bir şey değil Gezi İsyanı Tayyip Erdoğan’ı ve AKP’sini fena yaraladı. Halk hareketi Tayyip’i o kadar korkuttu ki, o muhteşem Haziran günlerinde kendi sonunu gördü. Öncülük ettiği “yeni” Talan Cumhuriyeti’nin çöküşünün işaret fişeği Taksim Meydanı’nda atılmıştı. İktidarın adeta ölümünü gören yaralı bir hayvan gibi başta halk kitleleri olmak üzere, devrimcilere, ilericilere saldırmasının nedeni buydu. Halen zindanlarda onlarca tutsak sırf itiraz ettikleri, faşizmin zulmünü ve saldırısını kabul etmeyip direndikleri için hapis tutulmaktadır.
T. Erdoğan Haziran’da aldığı ölümcül darbenin ardından, bir zamanlar ortak iş tuttuğu ve bugün her türlü hakareti yağdırmakta beis görmediği (ki bu durum aynı zamanda onun İslamcı söylemine ayna tutmakla birlikte, “yeni” Türkiyelerinin nasıl kurulduğunu da göstermektedir) ve vakti zamanında Kemalistlerin hakimiyetinin geriletilmesinde her türlü yöntemi birlikte kullandıklarını görmezden gelmemizi salık veriyor. Erdoğan’ın sözlerinden, yeni düzenlerini “paralel” devlet aracılığıyla, “dış” mihraklara dayanan “sahte” bir peygamberle birlikte kurdukları anlaşılıyor. Ne diyelim “Allah söyletiyor”!
Yaşananlar T. Erdoğan ve hempalarının siyasal bir mevta haline gelmesiyle sonuçlandı. Bunda temel etkenin Gezi İsyanı olduğunu ifade etmekle birlikte, Gülen Cemaati’nin yolsuzluk operasyonunun rolü tartışmasızdır. Çünkü mevtayı en iyi Cemaati biliyor!
Burada devrimciler açısından önemli olan artık bir mevta haline gelmiş olan AKP’nin nasıl defnedileceğidir? Çünkü biz tarihsel tecrübeden biliyoruz ki eğer mevta halk ve devrimciler eliyle kaldırılmazsa başka partileri aracılığıyla “yeniden dirilme” ihtimali taşımaktadır. Üstelik de kimi yıpranmışlıklarını düzelterek! Biliniyor ki, AKP de ekonomik kriz üzerine gelmiş, 3Y’yi (Yolsuzluk, Yoksulluk ve Yasaklar) ortadan kaldıracağız iddiasıyla tek başına hükümet kurmuştur. Aradan geçen on yıl içinde ise hiç de şaşırtıcı olmayan biçimde bu üç alanda gayet “başarılı” bir performans sergilemiştir!
Dolayısıyla hangi parti olursa olsun, -eğer devrimci bir müdahale olmazsa- kervan yürümektedir. İfade ettiğimiz gibi, kapitalizmin en önemli özelliği, onun krizlerden beslenerek kendini yeniden üretebilmesidir. Bu son derece önemli özellik, Türkiye gibi ülkelerde kapitalizmin komprador karakterli ve yarı-feodal özellikler taşımasıyla daha bir güç kazanmaktadır. Her şey bir yana, başka bir ülkede daha ortaya çıktığı anda, hükümet devirecek gelişmeler, Türkiye’de olağan karşılanmakta ve hatta kimi “aydın”larca savunulmaktadır. Yolsuzluğun, hırsızlığın, rüşvetin, çalıp çırpmanın savunulmasından bahsediyoruz! Bu tür bir durum ancak ve ancak Türkiye gibi feodalizmi tasfiye edememiş sosyal formasyonlara özgü olabilir.
Tüm bu hercümerç içinde -yine her zamanki gibi-, kendine “aydın” diyen kimi yazar çizer takımı, halkı hakim sınıfların dalaşında taraf olmaya çağırıyor. Daha dün “eski” Türkiye’ye karşı “yeni” Türkiye için halkı saf tutmaya çağıranlar, bugün “yeni” Türkiye’yi de eskitip, “üçüncü” Cumhuriyet çağrısı yapıyorlar. Vakti zamanında “kullanışlı aptal” durumuna düştüklerini ilan edenler, bu rollerini fazla benimsemiş olacaklar ki, halkımızı yeniden saf tutmaya çağırıyorlar. Bu “aydın”lar, bir zamanlar Lenin’in ifade ettiği “kullanışlı aptal” kavramını araklayıp, kendi duruşsuzluklarını meşrulaştırmaya çalışıyorlar.
Her birisi kendi ikballerinin peşinde ve an itibariyle beslendikleri saflara göre çağrı yapmaktadırlar. Gülen Cemaati sözcüleri “yolsuzluk ve rüşvete tavır almaya”, (sanki kendileri yapılanlara ortak değillermiş gibi) AKP sözcüleri ise “yeni” Türkiye’ye yönelik gerçekleştirildiğini ileri sürdüğü “yargı darbesine tavır almaya” (sanki on yıldır halka yönelik kolluk güçleri ve yargı aracılığıyla, her gün darbe yapılmıyormuş gibi) çağırıyor. Kendilerine “solcu” diyen diğer hakim sınıf klik temsilcilerinin yaşananlar karşısında adeta “iki cami arasındaki binamaz kalmış” tavırları ilginç olsa da; hem yolsuzluk, rüşvet hem de halka karşı saldırıda benzer bir sicile sahip olduklarından diyecek pek bir şeyleri bulunmamaktadır.
DARBE DİYE DİYE DARBEYİ ÇAĞIRMAK!
Bugün tam bir “taşları sıkıca bağlayıp, köpekleri köy meydanına salma” durumu yaşanıyor aslında. Burjuva-feodal devletin tüm çivileri çıkmış durumda. Üstelik bunu söyleyenler öyle devrimci falan yani faşizmin söylemiyle “yeminli devlet düşmanları falan” değiller. Kendileri de Türk hakim sınıflarınin hizmetinde olan kalemler son bir aydır çeşitli kaygılarını dile getiriyorlar. Gelinen aşamada ortaya saçılan yolsuzluk ve rüşvet ilişkilerinin üzerini örtmek için bizzat T. Erdoğan tarafından, “milli iradeye darbe yapıldığı” propaganda ediliyor! Yaşanan durum öyle olağan karşılanıyor ki, Tayyip’in yolsuzluğunu soruşturmak suç olmuş durumda.
Hakim sınıflar arasındaki bu klik dalaşı, sonuçları itibariyle halka, -başta ekonomik olmak üzere- daha fazla yoksullaşma olarak dönecektir. Nitekim dövizde yaşanan gelişme ve faizlerin artırılması bu durumun ilk işaretlerini oluşturmaktadır. Benzer şekilde, yolsuzluklarının aleni bir şekilde ortaya serilmesiyle siyaseten ölen T. Erdoğan; “Balyoz” ve “Ergenekon” davaları başta olmak üzere, Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılması, TMK’nın CMK içine yedirilmesi vb. olmak üzere “yeni bir demokrasi hamlesi/paketi” başlatacaklarını ilan etti! Biz biliyoruz ki hakim sınıfların her “demokrasi” hamlesi, halka, devrimcilere saldırı olarak dönmüştür. Hakim sınıfların tepişmesinden, birbirlerine girmesinden hiçbir zaman “demokrasi” çıkmamıştır. Bugün de çıkmayacaktır. Çünkü amaç demokratikleşme değil, boğazına kadar yolsuzluğa batmış, İslamcıların “yeni” Türkiye’sine, Kemalistlerin “eski” Türkiye’sinin urganını atmaktır. Urganın İslamcıların eline mi yoksa boynuna mı geçirileceği, ilerleyen süreçte koşullara (ve emperyalistlerin tavrına) bağlıdır.
Öte yandan hazırlanacağı “müjde”si verilen demokrasi paketinde bir konu da yolsuzlukla mücadeleymiş. Şaka gibi… Yolsuzluktan dört bakanı istifa eden bir hükümetin vaadi bu! Çürüyen bir düzenin etrafa saçtığı koku bunlar. Başka şey değil.
MEVTAYI ANCAK
DEVRİMCİLER KALDIRABİLİR!
Türkiye devrimci hareketi açısından önemli bir tarihsel süreçten geçiyoruz. Hakim sınıf klikleri arasında yaşanan iktidar dalaşı ve ortaya saçılanlar, halk kitlelerinin gözünün önündeki perdeyi aralamak için devrimcilere muazzam propaganda olanakları sunuyor. Üstelik önümüzdeki sürecin bir “seçimler dönemi” olması, devrimci çalışmanın halkta karşılığını daha fazla bulmasının koşullarını daha da olgunlaştırmış durumda. Klasik söylemle objektif durum son derece uygun, mesele subjektif gücü örgütlemede düğümleniyor!
Bu vesileyle yerel seçim sürecine girildiği bugünlerde, çalışmalarımız her zamankinden çok, örgüt ve örgütlenme konusunda olmak zorundadır. Bu çalışmanın temelinin, ülke devrimine hizmet edecek tarzda demokratik devrimin öncü ve önder gücünün; örgütlü olunan bölgelerde kurumsallaşma, örgütlü olunmayan bölgelerde yeni ilişkilerin yakalanması ve geliştirilmesi hedefini içerdiğini bir an için akıldan çıkarılmamalıdır.
Kuşkusuz ki evveliyatı olan ama son Gezi İsyanı’nda daha bir ete kemiğe bürünen halkın kendiliğinden gelişen haklı isyanını demokratik devrimin kanalına akıtabilmek ve başladığımız işi bitirmek için, artık bir mevta olan ve giderek kokmaya/çürümeye başlayan Talan Cumhuriyeti’ni öldüğü yerden kaldırıp defnetmek için örgütlenelim, mücadele edelim, daha üst boyutta örgütlenelim!