“Kıbrıs Sorunu” denildiğinde, sorunla doğrudan ya da dolaylı bir şekilde ilişkilenerek taraf olduğunu iddia edenlere göre farklı anlam ve içeriklere sahip bir sorun algısı veya tanımı ile karşılaşırız. Çünkü sorunun kendine özgü gelişim süreci aynı zamanda çoklu tarafları da sorunun bizzat esas unsurları haline getirmiş ve daha karmaşık bir meseleye dönüşmesine vesile olmuştur. Dolayısıyla bugünlerde bir kez daha BM’nin kurmuş olduğu masada sorunun müzakere edilmesini doğru bir şekilde anlayabilmek için gerçekten de çözülmek istenilenin ne olduğuna ve kimlerin bunu istediğine bakılması gerekir. Bunun için de sorunun tarihsel gelişimine göz atılmasında yarar vardır.
Kıbrıs, antik çağlardan itibaren, coğrafi konumundan dolayı stratejik önemiyle her daim egemenlerin ilgisini çekmiştir. Ada, M.Ö. 1000 yılından başlayarak Finikeliler, Yunanlılar, Asurlar, Persler, Romalı Bizanslılar, Lüzinyanlar, Venedikliler ve 1571 yılında da Osmanlıların egemenliğini yaşamıştır. Osmanlı işgalinden önce Kıbrıs’ta yaklaşık 800 yıl hüküm süren Bizanslılar olduğu için nüfus da esasen Ortodoks Rumlardan oluşuyordu. Adaya Türklerin yerleşmesi ise 300 yıllık Osmanlı egemenliği sürecinde gerçekleşir. Nitekim Osmanlı, Kıbrıs’ı 1878’te İngiltere’ye kiraladığında adadaki nüfusun % 76’sını Rumlar, % 24’ünü de Müslüman Osmanlılar oluşturuyordu.
İngiliz emperyalizmi için Kıbrıs, Doğu Akdeniz’in Ortadoğu’ya ve Asya’ya açılan en önemli kapılarından birisi demekti. Ortadoğu’da petrolün varlığı, Kızıldeniz üzerinden Süveyş kanalının açılması, Kıbrıs’tan Suriye, Lübnan, Ürdün gibi sonradan kurulacak Arap ülkelerine yakınlığı ve adadaki bakır madenleriyle birlikte askeri üsler için de muazzam bir konum arz etmesi gibi temel noktalar Kıbrıs’ı daha da önemli hale getirir. 1914’te 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın başlaması ve Osmanlı’nın da Almanya’nın yanında saf tutmasıyla İngiltere bunu ileri sürerek Kıbrıs’ı ilhak ettiğini açıklar. Böylece Kıbrıs, İngiltere’nin sömürgesi haline gelir. 1923 yılı Lozan Anlaşmasıyla birlikte İngiltere’nin ilhak durumu onaylanır ve 1925 yılında Kıbrıs, resmi olarak doğrudan İngiliz sömürgesi olarak kabul görür ve tanınır. Adadaki İngiliz varlığı ve taraflığı bu şekilde gelişir.
1931 yılında Kıbrıslı Rumların İngiliz sömürgeciliğine karşı ayaklanmasıyla adadaki siyasi ortam ve süreç değişmeye başlar. Çünkü bu ayaklanmanın bastırılması sırasında İngiliz emperyalizminin gelenekselleşmiş politikası olan böl-parçala-yönet ile adadaki Türkler, Rumların karşına çıkartılır. Böylece yüzlerce yıldır iç içe yaşayan halklar arasındaki kırılmanın tohumları da atılmış olur. Oysa bu iki halk adanın her yanında iç içeydiler. Adanın en güney ucunda Türk köyleri bulunurken kuzey ucunda da Rum köyleri ve aynı şekilde birçok yerde de karma nüfus şeklindeki yerleşimler söz konusudur. Kiliseler, camiler yan yana ve dini bayramlar, cenaze merasimler, düğünler vs. iki halk birlikte uygulanarak hayatı paylaşabilmekteydi. 1960’lara kadar Kıbrıs genelinde 392 Rum köyü, 123 Türk köyü ve 144 tane de karma nüfuslu köy bulunmaktaydı. 1940’larda Kıbrıslı Rum ve Türk halkını milliyetçi, ırkçı, faşist ideolojinin kurbanı haline getirerek düşmanlığı körükleyen sürecin önü açıldı. Kıbrıslı Rumların Yunanistan’la birleşme ideali olan “Enosis” ile Kıbrıslı Türklere dayatılan ve bölünmeyi amaçlayan “Taksim” söylemi ön plana çıkartılır. Milliyetçi-faşist örgütlenmeler ve propagandalar eşliğinde Kıbrıs halkları ulusal boğazlaşmalara varan sürecin içine hızla sürüklenir.
1950’lere gelindiğinde artık hem Yunanistan’ın hem de Türkiye’nin dâhil olduğu bir Kıbrıs sorunu temellenir. Sorun Kıbrıs’la sınırlı kalmaz. Yerine göre Yunanistan-Türkiye sorunu haline alır. Ülkedeki Rum ve Türk kökenli halklar da sorunun parçası haline getirilir, siyasi koz ya da manevra malzemesine dönüştürülür. Nitekim 1955’e gelindiğinde 6-7 Eylül olayları ve devamındaki gelişmeler bir örnektir.
Çelişkilerin derinleştirildiği böylesine bir zeminde 1959 yılında Zürih’te İngiltere, Yunanistan ve Türkiye arasında var olan anlaşmayla Kıbrıs’a “bağımsızlığı” verilir. Ve 1960 yılında “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin kurulduğu ilan edilir. Bu anlaşmayla esas onaylanan İngiltere, Yunanistan ve Türkiye’nin “garantörlük” hakkıdır. İlan edilen cumhuriyette oluşturulan anayasa ve siyasi-askeri yapılanmaya dair Kıbrıslı halkların iradeleri ya da talepleri dikkate alınmaz. Egemen devletlerin ve burjuvazilerin çıkarları temelinde yukarıdan dikta edilen bir süreçtir söz konusu olan. Dolayısıyla Kıbrıslı halklar bağımsızlığına kavuşamazlar. Aksine garantörlük temelinde güçlü bir vesayetin, ilhakın ve egemenliğin altına alınırlar. İngiltere ada üzerindeki askeri üslerini güvence altına alırken, Yunanistan ve Türkiye asker bulundurabilme ve gerektiğinde askeri müdahale hakkı elde etmiştir. Kıbrıs halklarının iradelerine her açıdan ipotek konulmuştur özetle.
“Kıbrıs Cumhuriyeti”ne rağmen sorunlar bitmez. Aksine eli güçlenen egemen devletler asıl amaçları için ortam oluşturmaya çalışır ve fırsat kollar. Nihayetinde 1974 yılında “Barış Harekâtı” adı altında Türk devleti işgale yönelir. 20 Temmuz 1974’te adanın % 7’lik kısmı, 15 Ağustos 1974’te ise % 35’lik bir orana kadar işgal eder. 6 bin insan yaşamını yitirir. 200 bin Rum yerinden yurdundan edilir. Kuzeydeki Rumlar güneye, güneydeki Türkler kuzeye göç ettirilir. Kıbrıs fiilen bölünmüştür artık. 13 Şubat 1975’te “Kıbrıs Türk Federe Devleti” ilan edilir. Ve 15 Kasım 1983’te de “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” olarak değiştirilir. Ama uluslararası zeminde meşru bir devlet olarak kabul görmez. Emperyalist kapitalist blok 1960’ta ilan edilen “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni “bağımsız” bir devlet olarak tanımama tutumunu sürdürür.
1980’lerden günümüze kadar Kıbrıs sorunu artık ABD’nin, AB’nin de içinde olduğu uluslararası bir sorun olarak sürekli gündemdedir. Bugüne kadar Türk ve Yunan burjuva devletleri ve uzantıları durumundaki Türk ve Rum hükümetleri yani adadaki yerel egemen güçler bu sorunu iç ve dış politika yaptılar ve sürekli çözümsüzlükten yana tutum takındılar. İşgalin, ilhakın ve vesayetin tüm yönleriyle devam ettiği bir ortamdan Kıbrıs halkları için gerçek çözümden söz edilmesi oldukça zordur. Türk devleti bölgesel çıkarları ve güvenliği açısından stratejik bir perspektifle tutumunu şekillendirmekte, Yunanistan ise Türk işgaline rağmen mevcut kazanımlarını elde tutma önceliğiyle konumlanmaktadır. İngiltere Kıbrıs’taki üslerinin varlığını ve garantörlük hakkını önemserken AB ise üyesi yaptığı Kıbrıs Cumhuriyeti yani meşru Rum yönetimi üzerinden adadaki ekonomik, siyasi çıkarlarını gözetiyor. ABD ise İngiltere ve Türkiye üzerinden Kıbrıs’ta dolaylı da olsa hak sahibi olma çabasında. Kısacası Kıbrıslı halklar dışında herkes Kıbrıs üzerinde söz ve hak sahipliğine soyunmuş vaziyette.
Bugün yeniden gündemleşmesinin en önemli sebeplerinden birisi son zamanlarda Doğu Akdeniz’de peş peşe keşfedilen doğalgaz ve petrol yataklarıdır. Kıbrıs açıklarında şu ana kadar 200 milyar metre küp doğalgaz ve 3.7 milyar varil petrol rezervi bulundu. İşte bu enerji kaynağının paylaşım ve dünya pazarına taşınması aslolandır. ABD’nin ve AB’nin desteklediği İsrail-Kıbrıs-Türkiye’den oluşan anlaşmayla bu zenginliğin pazarlara taşınmasıdır. Bu yüzden de egemen güçler açısından ihtilaflı olan bazı siyasi ya da askeri pürüzlerin giderilmesi gerekmektedir. Garantörlük, toprak, asker bulundurma, çekilme ya da harita tartışmaları yürütülmektedir. Söz konusu uzun vadede, daha kazançlı çıkarlar olunca egemenlerin veremeyeceği taviz yoktur. Ama her durumda bütün bunlar Kıbrıs halkları için gerçek anlamda çözüm olmayacaktır. Çünkü işgal, ilhak ve vesayet sarmalı olduğu gibi korunmaktadır.
Gerçek çözüm Kıbrıslı Rumların ve Türklerin bağımsız iradeleriyle kendi geleceklerini özgürce belirleyebilme hakkının tanınması ve bu hakkın pratikleştirilmesi mücadelesiyle mümkündür.