Sınıf çelişkisi ve toplumsal cinsiyet eşitsizliği mücadelesinin hedefi olan sistemin ortadan kaldırılmasını savunuyorsak, sistemi bütünlüklü olarak anlamamız-çözümlememiz gerekmektedir. Ki, bu sistemi anlamak-çözümlemek ancak iç içe giren unsurları, birbirleriyle ilişkileri içerisinde, süreç olarak ele almakla olabilir. Bunun dışındaki ele alışlar, eklektik, parçalı, kısmi sonuçlara götürecektir.
Devlet iktidarı, toplumsal cinsiyetin kurumlaşmasında, ataerkinin varlığının güçlenmesinde ideolojik-politik ve baskı aracı olarak bu bütünsel yapıda merkezi bir yer tutar. İktidar, salt, soyut bir şey olarak anlaşılamaz. İktidar ilişkileri; özgül kurumlar, aygıtlar içerisinde maddileşirler (Poulantzas).
Devlet, bu aygıtlardan sadece birisidir ama belirleyici rolü olan bu aygıttır. Devletler, egemen sınıfların ellerindeki “özel bir iktidar örgütü” olarak, erkek iktidarlarının her türlüsünü kullanması-desteklemesi kadar; kendileri de tüm kurumlarıyla ataerkil yapıdadır. En başta devletlerin personel ve bürokrasisi cinsiyet temelli bölünmüştür.
Yine hükümetlerde, parlamentolarda ezici bir erkek çoğunluğu mevcuttur. Erkekleri silahlandıran da devlettir. Bu hem devletlerin kolluk güçlerinin, askeriyesinin tamamına yakınının erkek olması anlamında böyledir hem de askeri-militarist politikalarla, ideolojik aygıtlarıyla gücü, şiddeti erkeklerle özdeşleştirmesiyle erkeklerin bireysel silahlanmasında böyledir.
Hukuksal boyutuyla da devletler; doğum kontrolünden kadının giyim kuşamına, kürtajdan çocuk sayısına, evlenme yaşına … hemen her türlü cinsiyet, toplumsal cinsiyet konularıyla ilgili olarak yaptırım gücünü de kullanmasıyla önemli bir güç durumundadır. Uygulanan ekonomi politikalarında, aile ücreti, kreş vb. konularda da belirleyicidir. Kısacası R. W. Connell’in belirttiği gibi “Devletin, toplumsal cinsiyeti barındıran toplumsal ilişkilerde derin bir yeri olduğunun reddedilmesi oldukça güçtür.”
Ataerki; sınıfsal, ulusal, dinsel olarak kapitalist toplumun tüm unsurlarıyla, ekonomik-politik ve ideolojik olarak da tüm düzeyleriyle iç içe girmiştir. Ataerki sermayeye, sermaye ataerkiye uyum sağlamıştır. Bu ilkel birikim sürecinden başlayan bir ortaklıktır. “Cadı avı” olarak adlandırılan süreç, kadınların ekonomik birikimine, toplumdaki yerlerine, ellerindeki tıbbi bilgilere yönelik bir saldırıydı. Yapılan araştırmalar, bu süreçteki kadın katliamının birikim sürecinde önemli bir etkisi olduğunu göstermektedir.
Kadının kullanılması; çocuk-yaşlı bakımının kadınlara bırakılması (hatırlanmalı ki neo-liberal politikalar ekseninde sağlığın özelleştirilmesi, kreşlerin kapatılması kadınların çocuk-yaşlı bakımına artan şekilde zaman ayırmasına yol açmıştır), aile ücreti ile kadınların erkeklere ekonomik olarak bağımlı kılınması, heteroseksüel evliliklerin zorunlu kılınması, aile yapısı, devletin bütün kurumları ve “erkekler arasındaki toplumsal ilişkilere dayanan çok sayıda kurum-kulüpler, spor tesisleri, sendikalar, meslekler, üniversiteler, kiliseler, şirketler ve ordular.” (Acar-Savran G., Tuna Demiryantan N., Kadının Görünmeyen Emeği içinde “Hartmann H. Marksizmle Feminizmin Mutsuz Evliliği; s:179”, Yordam Kitap)
Bütün bu unsurlar, istikrarlı bir şekilde birbiriyle bağlantılıdır. İşlevleri, etkileri birbirleriyle, eklemlenerek oluşturdukları bütünlük içinde ortaya çıkmakta/belirlenmektedir. Dolayısıyla ataerkiye karşı mücadele bütünlüğün tamamına karşı mücadeledir, ama daha da önemlisi politik olarak bu bütünlüğün merkezine, ana çekirdeğine karşı mücadele şeklinde ele alınmalıdır.
Yazımızın başında bahsettiğimiz toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin “kişiden kişiye şiddet biçimi” olarak yorumlanmasındaki bireysellik ile bunun felsefi bir tartışma haline getirilmiş “biriciklik” ve “her yerde iktidar” söylemleri(!) arasındaki ilişkiye de dikkat çekmek istiyoruz.
Bütün bir yüzyıla damgasını vuran Freud’da kadın ve erkeğe dair olan tüm söylenceleri alıp ilişkiyi rasyonalize eden bir bilim çıkmıştı (Millet K., Cinsel Politika). Biriciklik iddiası, öznelliğin söylemle inşası veya yıkılması da görünenin rasyonelleştirilmesi olarak, kadınların hem kendi içlerinde hem de diğer ezilenlerle birlikte mücadelesini zayıflatmaktadır.
Bu belirlemeler evde, işte, sokakta karşılaştığımız –Foucault’un ifadesiyle- mikro iktidarlarla mücadelenin yok sayılması değildir. Politik olarak mesele zincirin ana halkasını çekip almaksa, bir bütün olarak kadın mücadelesinin ana hedefini belirtmiş oluyoruz sadece. Dolayısıyla kadınların birliği olarak toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin maddi temellerini yok etmenin ön koşullarını kendi yapısal özelliği olarak yerine getirecek olan sosyalizmi hedefliyor ve buna “biricikliğimiz”le, “bireyselliğimiz”le değil, kolektif bir ele alışla ulaşabileceğimizi bilerek hareket ediyoruz.