Egemen Sınıfların İhtiyacına Göre Değişen Toplumsal Cinsiyet Rolleri
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, sözde “kadınlar lehine” geliştiği propaganda edilen süreci doğru anlayabilmek için, ataerki ve toplumsal cinsiyet rollerini doğru okumamız gerekir. Toplumsal cinsiyet-rolleri, biyolojik cinsiyetin ötesinde, toplumun (ve elbette esasta onu şekillendiren devlet iktidarının) insanlardan, cinsiyetlerine göre sahip olmalarını bekledikleri rol, davranış ve fiziksel görünüşün bütünüdür. Tarihler boyudur toplumda kadınlardan ve erkeklerden beklenen roller birbirinden farklıdır ve bu roller ilk doğum anından itibaren aile, eğitim, din, askerlik, medya vb. kurumlar tarafından öğretilir, yasalarla da resmileştirilir. Bu meseledeki en önemli nokta, toplumsal cinsiyet rollerinin her zaman ve her koşulda aynı olmayıp, zamana, yaşanan coğrafyaya ve kültüre, ama en önemlisi de egemen sınıf(lar)ın ihtiyaçlarına göre değişken olmasıdır. (Diğer yandan bu roller konusunda belirleyici noktalardan biri de, kadın mücadelesinin gücü ve etkinliğidir. Geniş kadın kitleleri bilinçlendikçe, mücadeleye katıldıkça, bu toplumsal rollerin değişiminde etkili olurlar.)
Örneğin; nüfus politikaları açısından iktidar, nüfusun yaşlandığını, burjuvazi için gerekli dinamik işgücünün yetersiz kaldığını tespit ettiği durumda, kadınların “annelik” görevlerini ön plana çıkartır. Medyada, basında çok çocuklu ailelerin propagandası yapılır, camilerde fetvalar verilir, kürtaj yasaklanır, LGBTİ+ düşmanlığı üzerinden aile vurguları artar vs.
Yine ucuz, vasıfsız ve uysal işgücüne ihtiyaç duyulduğunda ya da savaş dönemlerinde veya savaşların ardından erkek işgücünün azaldığı koşullarda, çeşitli kampanyalarla kadınların çalışma yaşamına katılmaları teşvik edilir, doğum kontrol yöntemleri konusunda toplumsal bilinç yükseltilmeye çalışılır, kürtaj serbestleştirilir veya kuralları esnekleştirilir…
Örneğin Avrupa’da 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı yıllarında erkekler ağırlıklı olarak cepheye gidince, ortaya çıkan işgücü açığı kadın işgücüne başvurmayı zorunlu kılmıştı. Bunun için egemenler geleneksel değerleri yeni duruma adepte etmek zorundaydılar. Bu nedenle toplumsal kültürel şekilleniş, “Perçinci Rosie” kampanyasıyla değiştirilerek, kadınlar çalışma hayatına teşvik edilirken, aynı dönemde Osmanlı’da ise “Kadının yeri evidir” söyleminin yerini “Vatan için çalışmak kutsaldır” ideolojik söylemi almıştır. Savaş sonrası fabrikalarda erkeklere yer açabilmek için, Perçinci Rosie’lerin evlerine dönmesi gerektiğinde ise yeni kampanyalarla kadınların annelik, zevcelik ve tüketicilik rolleri yüceltilmiştir.
Toplumsal cinsiyet rolleri, homojen bir ulus-devlet inşası çabası içinde olan Türk egemen sınıfları tarafından da etkili bir şekilde kullanılarak, kadın üzerinden aile ve çocuklar, yeni topluma uygun, cumhuriyetin ihtiyaçları/çıkarları doğrultusunda dizayn edilmeye çalışılmıştır.
Böylelikle Türkiye halkı, “Osmanlı döneminde kadınların toplumda vasıfsız-silik varlıklar olarak yer aldığı, Cumhuriyet döneminde ise kadınların sahip olduğu bütün hakların M.Kemal tarafından verildiği” yalanına inandırılmaya çalışılmıştır. Oysa Osmanlı’da Tanzimat süreciyle birlikte başlayan kadın hakları mücadelesi, bu hakların bahşedildiği iddia edilen Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra da uzunca bir süre devam etmiştir. 1870’lerden 1923’e kadar yüze yakın kadın örgütünün kurulduğu gerçeği de buna işaret etmektedir. Osmanlı’da Osmanlı’dan itibaren Türk, Kürt, Ermeni ve Çerkez kadınlar biraraya gelerek çeşitli örgütlenmeler kurmuşlar, ancak milliyetçilik düşüncesinin yaygınlaştığı dönemin konjonktüründe bu ortak çalışma çok ilerleyememiş, mücadelenin öznesi olan kadınlar, esasta kendi milliyetlerinden kadınlara yönelik dergilerini çıkartarak, dernek ve vakıflarını kurarak bu mücadelenin parçası olmuşlardır. Örneğin Kürt kadınların kurduğu “Kürt
Kadınlarının Teali Cemiyeti” vardı. Faaliyetleri hakkında çok fazla bilgi bulunmamakla birlikte bu cemiyetin kapılarının bütün kadınlara açık olduğu, örneğin “Ermeni tehcirinde” kadın ve çocuklara yardım etme, zor durumda olan herkese kucak açma hedefleri çeşitli kaynaklarda yer almaktadır.
Yine örneğin, Rusya’dan sürülen bir milyonun üzerindeki Çerkez milliyetine mensup kadınlar, Hayriye Melek Hunç, Seza Pooh Emine Zalique Hanım, Makbule Hanım, Faika Hanım önderliğinde, Çerkez Kadınları Teavün Cemiyeti’ni kurmuş, Cemiyetin kapatıldığı 1923 yılına kadar hem Çerkezlerin hem de kadınların hakları için mücadele etmişlerdir.
Ermeni kadınlar açısından ise örneğin Zabel Yaseyan, Hayganuş Mark, Elbis Gesaratsyan, Sırpuhi Düsap gibi öne çıkan yüksek eğitim almış, gazetecilik, yazarlık gibi mesleklere sahip kadınlar tarafından yürütülen mücadelenin yanısıra 1915 Soykırımı sonrasında Ermeni cemaati esasta kadınlardan oluşurken, azınlık durumuna düşmüş Ermenilerin siyasi ve kültürel hayatına yön verenler de esasta bu kadınlar olmuştur. Gitar, Hay Gin gibi kadınlara yönelik çeşitli gazete ve dergiler çıkartılmıştır.
Kısacası, bugün birçok insan, nasıl ki Osmanlı toplumu dediğinde Türk ve Müslümanları algılıyorsa, Osmanlı’da kadın ve kadın mücadelesi denilince de sadece Türk-Müslüman kadınlar anlaşılıyor. Oysa birkaç örnekte de ifade ettiğimiz gibi Osmanlı’da kadın ve kadın mücadelesi daha çoğulcu, özgürlükçü bir yapılanmaya sahipti. Ancak Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte kadın hareketi tek dilli ve tek kültürlü Türk-Müslüman kadın hareketi olarak sahnede yerini almıştır.
Cumhuriyet döneminde M.Kemal’in en az tartışılan ve gizli kalan yanı kadınlara dönük politikaları olduğunu görebiliriz. Osmanlı dönemi ile Cumhuriyet döneminin kadın mücadelesinin bağını kopartan, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e devrolan kadın mücadelesini yok sayan M.Kemal’in kadın politikalarının bugüne kadar açığa çıkamayışının nedenlerinden birisi, kadın hareketinin, 1930’lardan itibaren Kemalist tek parti rejimine tümüyle entegre edilerek geriletilmesidir. Diğer bir nedense, Latin alfabesine geçişle birlikte yeni kuşaklar içinde Osmanlı döneminden kalma arşivleri ve materyalleri inceleyecek Osmanlıca bilen insanların sayısının son derece az olmasıdır. 1980-1990’lar itibariyle tekrar gelişmeye başlayan kadın mücadelesi, tarihini de açığa çıkarmayı başarmıştır.
Bizim de bu politikaları açığa çıkartabilmek ve konuyu doğru anlatabilmek/ anlayabilmek adına, kısaca Osmanlı’nın son süreçlerindeki kadın mücadelesine bakmamızda fayda var.
Osmanlı’da kadınların siyasal hayata katılımı
“Kadının görevi nedir?” sorusuna “Allah’a ibadet, padişaha itaat, kocaya hürmet, evlada muhabbet” cevabının verildiği Osmanlı toplumunda kadınların özgürlüğü, din faktörünün de etkisiyle, batılı hemcinslerine göre çok daha fazla kısıtlı durumdaydı. Kadınlar çok kısıtlı eğitim hakkına sahip olmanın yanısıra, istedikleri yere gidemezler, her yerden alışveriş yapamazlar, ulaşım araçlarının ancak kendilerine ayrılan özel bölümlerinde yolculuk yapabilirlerdi. Erkek “boş ol” dediğinde kendini kapının önünde bulan kadın, çocuklar üzerinde de hiçbir hakka sahip değildi.
1. Abdülhamit döneminde (1842 –1918) Tanzimat’la (1876) başlayan aydınlanma sürecinin Türkiye’deki ilk sonuçlarını vermeye başlayan ve (1908 – 1920) 1. ve 2. Meşrutiyet dönemiyle devam eden reformlar, klasik ev kadını yanında, o zamana kadar toplumun yabancısı olduğu işçi ve entelektüel kadın tiplerini de ortaya çıkartmıştır. Bu kadınlar Türkiye’de kadının siyasallaşmasının temellerini attılar.
Bir taraftan yüksek eğitim almış burjuva kadınlar “eğitim hakkı, üretimde/ kamuda yer alma ve siyasal hak talepleriyle” mücadeleyi yükseltirken, diğer taraftan işçi kadınlar düşük ücretlere, kötü çalışma şartlarına ve iş alanlarının sınırlılığına başkaldırmaktaydılar.
Aristokrat, bürokrat vb. üst sınıfın kadınları, kız okullarının açılmasından önce evlerde özel eğitimler alıyor ve yabancı dil öğreniyorlardı. Bu kadınların bazıları Avrupa basınını takip ediyorlar ve Batı da gelişen kadın özgürlük mücadelesinden etkileniyorlardı. Ancak çeşitli yollardan eğitim alabilseler de, dini baskı, kadının toplumsal statüsü, toplumsal kültürel şekilleniş vb. nedenlerle kamuda çok sınırlı bir çalışma alanına sahip olmak, bazı eğitimli kadınları rahatsız etmekteydi.
1868’den itibaren çıkmaya başlayan çeşitli kadın gazeteleri ve dergilerin büyük bir kısmı, ev işleri, çocuk terbiyesi, eğitim, sağlık, moda gibi konuları işlese de; sınıfsal zemini orta katmanlara doğru gelişen yazarların yer aldığı yayınlar da çıkmıştı. Örneğin yazı kurulunda Ulviye Mevlâna, Fatma Aliye, Emine Semiye, Şair Nigâr gibi yazar ve şairlerin yer aldığı Kadınlar Dünyası, kadınları üretime katılmaya teşvik eden, kadınların toplumsal konumunu sorgulayan bir dergi olarak öne çıkmıştı
Yine bu süreçte açılan sayısız kadın dernekleri daha çok kadınlar ve kız çocukları ile yardımlaşma gibi çalışmalar yürütmekteydiler.
Bu derneklerin içinden, Ulviye Mevlan öncülüğünde, 28 Mayıs 1913’te kurulan “Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti” (Osmanlı Kadın Haklarını Savunma Cemiyeti) tek kadın hakları savunucusu dernek olarak tanımlanır. Derneğin başta gelen hedefi, “kadınları çalışma yaşamına ve toplumsal hayata katabilmek, ilköğretimin zorunlu olması, kızlara yüksek öğrenim hakkının tanınması” idi.
Üst tabakadan burjuva kadınların verdikleri zorlu mücadeleler sonucu elde edilen ebelik eğitimi, eşit miras hakkı, ilk öğrenimin zorunlu olması, kız meslek ve öğretmen okulunun açılması, karma eğitimin resmileşmesi, sınırlı da olsa kadınların kamu yaşamına katılmaları vb. Osmanlı’da kadınların yaşamlarının değişmesinde çok büyük ve önemli adımlardı…
Böylece, 19. yüzyılda Osmanlı’da başlayan reform ve kadın mücadeleleri, kadınları özel öğretmenli aile içi eğitimlerden, resmi okullardaki eğitim ve öğretime sevk etti.
Osmanlı’da kadın işçilerin tarih sahnesine çıkışı
Kemalist tarih kitaplarında esamesi okunmayan bir diğer nokta ise Osmanlı’daki kadın işçilerin mücadelesidir. Oysa incelenen kaynaklarda, Osmanlı’nın son süreçlerinde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında işçi kadınların büyük mücadelelerine tanık oluyoruz.
Osmanlı ekonomisi tarıma dayalıydı, teknoloji öküz ve sabanla sınırlı olduğundan, üretim Anadolu’daki halkın kol emeğine dayanıyordu. Köylü kadınlar tüm gün tarlada çalışıp, evde ailenin ihtiyaçlarını sağlamak ve çocuklara bakmakla karşı karşıyaydılar. Köylü kadınların emeği ve yaptığı iş görülmüyor, çalışma yaşamına katılmak, “kentte bir iş tutmak” şeklinde algılandığından, kadının çalışmadığı, ekonomiye katkıda bulunmadığı düşünülüyordu. Ki bugün de bu durum değişmemiştir.
Kadının ekonomik yaşamdaki rolüne ilişkin bu yanlış algılamada kadının “görünmezliği” etkiliydi. Ki, nüfus sayımları bile asker ya da vergi toplamak amacıyla yapıldığı için, 1882’ye kadar kadınların sayılmasına gerek duyulmamıştı.
1800’lerden itibaren ortaya çıkan fabrikalar ve Balkanlar’da tekstile dönük endüstriyel gelişmelerle birlikte, kadınlar da artık sadece tarım ve el sanatlarında değil, sanayi işçisi olarak da önemli bir işleve sahip oldular.
1897’de İstanbul’da kibrit fabrikasında çalışan 201 işçinin 121’i, Bakırköy Bez Fabrikası’nda çalışanların yarısı kadınlardan oluşuyordu. Adana, Ankara, Konya, Sivas ve Kayseri’de 8.000 kadın ev içinde yün dokumacılığı ile uğraşırken, Bitlis’te 1907’de 5.000 dokuma tezgâhı vardı. Halep, Adana, Urfa el örme makineleriyle çevrilmişti. Halı ihracatının yapıldığı İzmir’de, bu ihraçtan yılda 6 milyon Mark gelir sağlanmaktaydı. 1906 rakamlarıyla 3.500 kadın, 750 kız çocuğu halı dokurken, 750 erkek işçi de yıkama ve boyama gibi yan işleri gerçekleştiriyordu. 1908’de 250 bin işçinin 70-75 binini kadınlar oluşturmaktaydı, ağırlıklı olarak tekstil ve gıda sanayiinde çalışıyorlardı.
Kadın emeğinin kullanıldığı bu alanlarda, kadınların çalışma süreleri uzun olduğu gibi, ücretleri de çok düşüktü. (Bir ekmek 5 kuruş iken, kadınlar ancak 1.6 kuruş gündelik alabiliyorlardı. Yani bir ekmek için kadınların üç günden fazla çalışması gerekmekteydi.) Bu durum işçi kadınları çeşitli gösteri ve grevlere aktif olarak katılmaya zorunlu kılıyordu.
İşçi hareketinin Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk çıkış biçimi, ilk fabrikalarda yapılmaya başlayan makineleri kırmak gibi sabotaj yöntemleriydi (1851).
Osmanlı’da ilk işçi grevi 1863’te Ereğli kömür madenlerinde örgütlenmiştir. 1870’lerde yaygınlaşan grev ve direnişler, Abdülhamit’in tüm yasaklamalarına ve baskılarına rağmen başta tersaneler, demiryolları ve maden ocakları olmak üzere birçok işyerinde kimi zaman yükselerek, kimi zaman durağanlaşarak devam etmiştir. Kadın işçilerin çalıştığı fabrikalarda da durum farklı değildi.
Ocak 1873’te yüzlerce yerli Hıristiyan ve Müslüman Kasımpaşa tersane işçilerinin gerçekleştirdikleri bir haftalık greve ilişkin, 27 Ocak 1873 tarihli Hedika gazetesi, “Bu greve grevcilerin eşlerinin, annelerinin ve kız kardeşlerinin de katıldığını, tramvay grevcilerine destek amacıyla, tramvayların sefere çıkmaması için rayların üzerine yattıklarını” yazar.
1908 Temmuz ile Ekim arasında gerçekleşen grevlerin 40’a yakını kadın işçilerin ağırlıklı olduğu gıda ve dokuma işkollarında yaşandı. Tütün, kumaş, deri, halı vb. işyerlerinde çalışan kadınlar bu grevlerde oluşturdukları grev komitelerinde aktif yer aldılar. Sivas’ta kadın işçiler, belediye başkanının evini taşladılar, buğday depolarına el koydular.
24 Temmuz 1908 tarihli bir gazete de kadın işçilerin grevi şöyle anlatılmakta. “Kadınların çalıştığı Bursa Dokuma Fabrikası’nda ve İzmir Tütün Fabrikası’nda kadınların başlattığı grevler hızla öteki fabrikalara da sıçramıştır. Neymiş? Az ücret alıyorlarmış. Daha düne kadar bir kuruşları bile olmayan, erkeklerin eline bakan şu kadınların açgözlülüğüne bakın! Boşuna karısını dövmeyen dizini döver dememişler. Bir an önce tedbir alınmazsa bu kadınlar tepemize çıkar alimallah.”
1910’da Bilecik’te 1.000’in üzerinde ipek işçisi kadın greve giderken, Bursa’da greve giden 30 bin işçinin de çoğu kadındı.
1914-1918, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı yıllarında erkekler cepheye gidince kadınlar iş yaşamına daha aktif katılmak zorunda kaldılar. Hastanelerde, posta tekel idaresinde, laboratuvarlarda, silah, tekstil ve gıda fabrikalarında kadınlara açılan işyerleri, işçi sınıfının kadın çapını önemli oranda genişletti. 1915’te Osmanlı Ticaret Nezareti tarafından kadınlar için zorunlu hizmet kanunu yayımlanmış, ardından 1916’da “Osmanlı Kadınları Çalıştırma Cemiyet-i İslamiyesi” açılmış ve Kadın Amele Taburları oluşturulmuştur. İlk çağrıya 11 bin kadın, iş başvurusu yapar.
Savaş sürecinde üretime katılan kadınların aldıkları ücret, savaş öncesinde erkeklere ödenen ücretin çok çok gerisinde olmasının yanı sıra, aldıkları ücretin üçte birine “yeni iş yerleri açmak” adı altında Osmanlı tarafından el konulmaktaydı.
1913 ve 1915 yıllarında İstanbul, İzmir, Manisa, Bursa, İzmit, Karamürsel, Bandırma ve Uşak’ta yapılan ilk sanayi sayımına göre, 1913’te sanayide çalışan kadın sayısı % 20 iken, 1915’te % 30’a çıkmıştır.
1923’te İzmir Mensucat adlı tekstilde kadın işçilerin gerçekleştirdiği grevi, 1931 ve 1936 yıllarında da tekstil işçilerinin grevlerinin takip ettiği görülmektedir. (Devam edecek)