Zekeriya ve Sabiha Sertel çifti, neredeyse tüm kürenin İkinci Dünya Savaş ile kavrulduğu, Türkiye’nin de -‘dışında’ kalmakla birlikte- bu cehennemin hem ekonomik zorluklarına hem de içeride büyük bir devlet baskısı olarak tezahür eden iklimine maruz kaldığı yıllarda sosyalist eğilimli Tan gazetesini çıkarıyorlardı.
Savaş sona erer ve dünyanın yakın vadedeki gidişatı hakkında bazı yeni eğilimler belirginleşirken, bir tür parti-devlet pozisyonundaki CHP içinde de çekişme vardı. Daha çok sivil ve asker bürokrasiyi, Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın adlandırmasıyla söylersek ‘devlet sınıflarını’ temsil eden, İnönü şefliğindeki parti merkezine karşılık; başta toprak reformuna karşı çıkan büyük arazi sahipleri olmak üzere, yeni rejim zengini bazı hür teşebbüsçüler, ‘milli burjuvazi’nin artık devletten eskisi kadar kolay kredi bulamayan pek çok unsurunun bir koalisyonu olarak, Celal Bayar – Adnan Menderes hizbi…
Egemen sınıflar arasındaki tarihsel blokta bu açık bölünmenin, uluslararası koşulların da Türkiye’yi tek parti yönetimi dışında reformlara zorlayacağı açıkken, bir yeni siyasal parti doğuracağı aşikârdı. Herkesçe bilinen/beklenen bu gelişmenin işaret fişeği, Celal Bayar’ın eylül sonunda milletvekilliğinden istifa etmesi oldu. İnönü yönetimindeki siyasal iktidarın, halk sınıfları nezdinde itibarının giderek çöktüğü de görülüyor, ama bir bakıma ‘devletleşmiş’ iktidar kliğinin, kendi düşüşüne nasıl bir tepki vereceği kestirilemiyordu. Sermaye ve toprak sahiplerinin, köylü kitlelerinin ve görece daha zayıf olan işçi sınıfının desteğine ihtiyaçları vardı. Aynı zamanda da soldan, Nazizme karşı tereddütsüz bir direnç göstermiş sosyalistlerden bir ‘meşruiyet eli’ne…
TKP ve komünist aydınlar, büyük kentlerdeki işçi sınıfı içinde sınırlı da olsa bir örgütlülüğe ve yıllardır süren baskılar karşısındaki varlığıyla da demokratik bir meşruiyete sahipti. Tek parti rejiminin gerçek mağdurları; iğneyle kaya kazıyan komünistlerle, en ağır baskılara, fiziksel şiddet, hapis ve sürgüne karşı direnen solcu aydınlar; kendi sınıfsal acil çıkarlarıyla bu tek partiden kopmakta olan toprak ağaları, savaş vurguncuları ve devlet ihalesiyle zenginleşmiş milli burjuvaların hizbinden çok daha temiz ve donanımlıydı.
Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuad Köprülü gibi Demokrat Parti kurucuları, Sertel çifti ve Tan gazetesiyle ilişki geliştirdi. Serteller, ağır siyasi koşullara karşı birleşik bir muhalefetin önemine ve etkin olacağına inanıyordu. Liberal ekonomiden yana bir sağcı olan Bayar, büyük toprak sahibi Menderes ve Türkçü-Turancı Köprülü ile birlikte bir dergi çıkarmayı benimsediler.
1945 sonlarında, Görüşler adıyla yayınlanacak bu derginin hazırlıkları sürerken, Sabiha Sertel, sürgünden dönmüş olan Halide Edip’i ziyaret ederek dergiye yazmasını istedi. Hayal kırıklığına uğrayarak, süresini tamamlamadan istifa edip ayrılsa da kendi de sonradan bir süre DP milletvekilliği yapacak olan Halide Edip, ‘ilk sayıyı gördükten sonra yazarım’ demeye razı geldi; ama Bayar grubuna karşı güvensizliğini de dile getirdi. Sabiha Sertel’i dinledikten sonra şöyle demişti:
“Dünyanın bugünkü durumunda artık bu sistem yürütülemez. İnönü’nün bu hürriyetleri vereceğine inanmıyorum. […] Fakat Celal Bayar iktidara gelirse onun da bu hürriyetleri vereceğine inanmıyorum.” *
Halide Edip haklıydı, ‘Hürriyetleri’ 10 yıl boyunca iktidar kalacak Bayar-Menderes grubu da tanımayacaktı.
Görüşler dergisinin ilk sayısı 1 Aralık 1945’te yayınlandı. Derginin duyurularında adı anons edilen yazarlar arasında Celal Bayar ve Behice Boran, Fuad Köprülü ve Mehmet Ali Aybar, Adnan Menderes ve Niyazi Berkes gibi birbirlerinden çok farklı isimler vardı. Bayar da, Menderes de, Köprülü de ilk sayısından itibaren ağır taarruza uğrayan bu dergiye hiç yazmadı. Derginin tanıtım anonslarındaki isimleri, Türk hakim sınıflarının tarihsel bir restorasyon hamlesi öncesi gösterdiği, şark kurnazlığıyla karışık politik ilkesizliğin izi olarak kaldı.
* * *
Türkiye’nin önemli dönüm noktalarında “devlet” ile “halk” sınıfları arasında yaşanan kopukluğun bir benzeri yaşanıyor bugün. Mevcut rejimi siyasal olarak temsil eden ittifakın, giderek daha fazla zor uygulayarak öne çıkan hakim hizbi, toplumu seferber etme yeteneğini hızla kaybetmekte olduğunu gösteriyor. Ve buna bağlı olarak etrafındaki egemen sınıflar ittifakı da çözülüyor. Bunların, bu siyasal olarak sıkışmış rejime bir restorasyon, bunun için de yeni bir siyasi terkip arayışı güncel sonuçlar doğurmaya başlıyor. 17 yıllık siyasi hegemonya, sadece dışsal aktörlerin değil; kendi içinden türeyen fraksiyonların da etkisiyle çatlıyor.
Erdoğan’ın ‘her şeye sahip’ statüsünün sürmesini isteyen Saray ve yakın çevresi diyebileceğimiz AKP fraksiyonu; daha çok parti içindeki muhayyel bir dinamizme ve muhafazakar İslamcı söylemin daha otantik bir versiyonuna yatırım yapan Davutoğlu fraksiyonu; ‘Batıyla daha iyi geçinen’, yani esasen küresel kapitalizme daha sadık, ‘ılımlı’ İslam, uyumlu muhafazakar, alımlı demokrat Gül-Babacan fraksiyonu; o çatlayan kabuğun arkasından üç baş olarak görünüyor.
Bunlardan ‘Saray partisi’ diyebileceğimiz ilki, alışageldikleri toplumsal desteğin ellerinin arasından akmakta oluşuna şaşkınlıkla karışık bir yadsıma gösteriyor. Nitekim bu ekip ‘eski yerinde’ duruyor, eski söylem, araç ve kadrolarını büyük oranda aynen kullanmaya devam ediyor. Ama bunlardan eski ‘verimi’ alamıyor. Burada, Saray partisinin de kendi hilafına olacak şekilde anlamadığı şey, değişenin yönetenler değil yönetilenler olduğudur. Toplum Erdoğancılıkla, eskisi gibi ve eskisi kadar seferber edilememektedir. AKP ve giderek onun vatmanı haline gelen Saray fraksiyonu politik-kültürel etkinliğini kaybetmektedir. Popülist bir iktidarın popülaritesinin azalması şeklinde seyreden ölümcül bir hastalık…
AKP, “devlet olma” sürecinde de önemli bir yol ayrımına gelmiş ve “devlet olan” rejim elitiyle, giderek daha büyük bir gövdesi oradan dışlanan AKP organizması ayrışmaya başlamıştır. İşte bu noktada ‘diğer fraksiyonlar’, Gül-Babacan, Davutoğlu vs; Erdoğan ve elitlerinin “devlet” olduğu koşullarda Türkiye olarak kalan, onun makûs talihini yaşayan kalabalıklarla sistem arasında, restore edilmiş ‘yeni’ bir ilişki kurmaya odaklanan birer AKP fazıdır. AKP’nin devamı bile değil, onun bizzat kendisidir.
Bir yıkıntının içinde, onu ayakta göstermeye yeltenen bir sütun görevi istemektedirler… Sermaye sınıfının anlık çıkar ve beklentilerinin, müstakbel uluslararası zorunluluk ve zorlamaların –genellikle ortak olan– ufkundaki restorasyon panteonunda birer putturlar.
Bu haliyle, söylendiği gibi “ümmeti bölen” de Gül-Babacan değildir. Ya da şöyle söylemek daha doğru olacak belki: “Ümmeti bölen” yalnızca Gül-Babacan vs. değildir. Bu bölme işlemini bizzat Saray kliği de yaptı, yapmaya devam etmekte. Erdoğancılar, 17 yıllık bir iktidarın hakim fraksiyonu olarak “her şeyi” isteyegelmiş ve bu imtiyaz paylaşım mekanizmasını ilk olarak onlar sekteye uğratmıştır.
Daha alacalı olan koalisyonu bozan bu kliktir. Mecburi ‘nüfuz genleşmesi’nin bu sorunlu anında, o genleşmeyi artık sürdüremez hale geldikçe, vaktiyle Refah/Fazilet Partisi’nden neşet eden kendi fırsatçılığının hayaletini görüp, ümmet gibi, dava gibi dinsel-ideolojik kasılmalar geçirmeleri bu gerçeği değiştirmiyor.
* * *
Kemal Tahir, burada daha önce de anılan ve Cumhuriyetin 30’lu yıllardaki devletleşmesine eşlik eden yozlaşmaları, parçalanmaları anlattığı “Yol Ayrımı” romanında, Kanuni Sultan Süleyman’ın cenaze töreni için yazıldığını rivayet ederek bir beyiti aktarır. Eski İttihatçı Doktor Münir’e, Talat Paşa’nın portresine dalmışken hatırlatır bu mersiyeyi:
“Yanında bunca kuldan bir âdemin bile yok
Bu nasıl bir seferdir ki beyim ihtiyar ettin.”
Erdoğan AKP’si ile fraksiyon mücadelesine girişen klikler, onun gerilemesini daha görünür hale getiren, belki hızlandıracak olan, orada çözülmekte bulunan bir yumaktaki ipleri çeken bir fonksiyonda olabilirler. Ama bir başka ve daha kalıcı fonksiyonları, 2001’deki AKP’nin devamlılığıdır. ‘Erdoğansız AKP’ler vaat etmektedirler. Güvenilirlikleri de 1940’ların ikinci yarısında ılımlı, uyumlu ve demokrat görünen Bayar-Menderes’ten daha fazla değildir. Türkiye yeni bir yol ayrımında bunlarca çekiştirilmektedir.
* Sabiha Sertel, Roman Gibi, sf. 272 vd., Can Yay., Aralık 2015