Bir sanat eseri olarak niteleyebileceğimiz kitapların, yine sanatın dalları olan tiyatro, sinema vs. gibi alanlara uyarlanmaları elbette çeşitli tartışmalara neden olur. Normal şartlarda veya olması gereken diyelim, bu uyarlamaların kitaba sadık kalınarak mı yoksa değiştirilerek mi ya da sanatsal taraflarının ne kadar korunmuş olarak uyarlandığı şeklinde tartışmalar yürütülür.
Bu meseleye en iyi örnekler, çeşitli romanların TV dizilerine uyarlanmaları ve bunlar üzerine yapılan yorumlar veya tartışmalardır. Bu tarz tartışmalar genellikle eserlerin, beğenilerine sunulduğu izleyiciler ya da sanat eleştirisi yapan kimseler tarafından yürütülür. Fakat Türkiye’de bir sanat dalıyla ilgili kendisinde olur olmadık yorum yapma hakkı duyan o kadar çok kişi var ki gün geçtikçe sanat daha çok, siyasetin klik çatışmasında bir malzeme haline geliyor.
Daha bir sene bile geçmedi, sinema sanatının birtakım şakşakçıların alkışları arasında, bilmem kaç kişilik seçici kurul vasıtasıyla beyaz perdede kendisine yer bulabilmesi kuralı getirilmesinin üzerinden! Biz kısaca bu olaya ‘Sansür Yasası’ dedik!
Son günlerde Selahaddin Demirtaş’ın hikaye kitabı olan Devran’ın tiyatroya uyarlanması, siyasetin ve sosyal medyanın gündemine oturan ve çeşitli polemiklere sebep olan bir konu oldu.
Tiyatro sahnelerinde can bulduğundan beridir tartışılan konular arasında, eserin sanat değeri hiç yer bulmadı. Fakat eserin yazarının siyasi bir tutsak olmasından tutalım da kimlerin izlemeye gittiğine ve bu kimselerin iktidarın birinci ağızları tarafından alenen tehdit edilmesine kadar birçok polemik dönüyor. Ha keza Devran kitabının İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’ne (İBB) bağlı İstanbul Kitapçısı’nda satılıyor olması da tartışma konularından birisi oldu.
Önce İç İşleri Bakanı Süleyman Soylu, her konuda olduğu gibi bu konuda da aklı yok fikri çok bir şekilde konuşarak tiyatroyu izleyenlerin hepsine ve ayrıca oyuncu Kadir İnanır’a, “Eksik yapmışsınız Kadir Efendi” sözleriyle saldırdı.
Daha sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan aynı şekilde, özellikle eseri izlemeye giden kadınları, “… Milletim vakti geldiğinde bunlara gereken dersi verecektir” şeklinde hedef gösterdi. Peki sanatın ‘s’ sinden bir haber olan Doğu Perinçek, sultanından geri kalır mı? Asla! O da sarıldı klavyeye, yazdı Twitter’a bir şeyler ve kitabın satıldığı yerleri gündeme getirdi. Yine sosyal medya mecralarından Başak Demirtaş ile birlikte tiyatroyu izlemeye giden Dilek Kaya İmamoğlu ve Selvi Kılıçdaroğlu’nun, CHP’li kimlikleri ile HDP’lilere destek verdikleri, iki partinin görünmez ittifakını kadınların aracılığıyla sağladığı şeklinde çeşitli yorumlar yapıldı.
Bu saldırılara karşı gerek sosyal medya üzerinden gerekse de gazetecilerin soruları üzerine, hedef alınan kişilerce çeşitli cevaplar verildi ve bu cevaplarda “barış” vurgusu yapıldı. İmamoğlu, hamaset siyaseti yapmadığını vurguladı. Ya da mesela Kadir İnanır ben bu yazıyı yazdığım sıralarda “Orada insanları barışa teşvik var, barış için oradaydık. Öyle ufak şeylere takılmayın” şeklinde basına demeç verdi.
Bütün bunların hepsi siyasetle, klik savaşlarıyla ilgiliydi. En azından saldıran taraf için net bir şekilde böyle diyebiliriz. Polemiklere bakıldığında bu tartışmaların içerisinde olan ve sanatın herhangi bir dalıyla ilgilenen tek kişi de Kadir İnanır. Diğerleri ise siyasetçi ya da eş durumundan siyasetin içerisine dahil edilen, dahil olmak zorunda kalan insanlar.
Devran kitabı ve tiyatro oyununun gündeme gelmesi ile birlikte konuşulmaya başlanan konulardan birisi de İstanbul Kitapçısı ve burada satılan kitaplar arasında, Paris’te MİT işbirliği ile katledilen üç kadından birisi olan Sakine Cansız’ın “Hep Kavgaydı Yaşamım” adlı kitabının yer alması oldu. Gündeme gelmesinin hemen ardından “Hep Kavgaydı Yaşamım” kitabı, İBB’ye bağlı olan İstanbul Kitapçısı’nın satış listelerinden çıkartıldı.
Yani olan şu ki birkaç tane siyasetçi iki laf edince; bir sanat eserleri okurların ulaşımından kaldırılabiliyor, insanların hedefi haline gelebiliyor, sansürlenip yayından ya da sahnelerden men edilebiliyor!
Sanat ve sanat eserleri üzerinde, siyasetçilerin (ya da iktidarın demeliyiz), sanatçılardan ya da sanat severlerden daha çok söz hakkına sahip hale geldiği, faşizmin her boyutuyla günden güne hayatlarımızı abluka altına aldığı bir ülkede yaşıyoruz. Buna karşılık insanlar hala bir şekliyle hayatlarını sürdürmeye, sanatçı sanatını yapmaya, işçi işinden olmamaya, gazeteci haber yapmaya çalışıyor…
Sanatçılar kendilerini, sanatlarını iktidarın tüm baskılarına rağmen ayakta tutmaya, ifade etmeye uğraşıyor. Bu duruma ‘bir yaşam savaşı’ da denilebilir aslında!