Tarım ülkesi olduğu söylenen Türkiye’de emekçi halk sınıflarının gıdaya erişimi her geçen gün biraz daha zorlaşıyor (zorlaştırılıyor.)
Türk-İş, Mayıs ayında dört kişilik bir ailenin yeterli, dengeli ve sağlıklı beslenmesi için yapması gereken aylık harcama miktarını 18 bin 969 lira olarak açıkladı. (Birleşik Kamu-İş Konfederasyonu Ar-Ge biriminin raporuna göre ise açlık sınırı: 19 bin 926 lira.) AKP işbirlikçisi Türk-İş’in hesaplamış olduğu açlık sınırı bile asgari ücretin bin 967 lira üzerinde istihdamdaki toplam nüfusun yarısından fazlasının asgari ücret veya asgari ücret çeperinde maaş aldığı bir yerde açlık sınırının 18 bin 969 lira olması gıda krizini yapısal bir sorun haline getiriyor.
AKP iktidarının uygulamış olduğu ekonomi politikaları nedeniyle yaşanan gıda krizi hızlı bir şekilde açlık krizine doğru evriliyor. Meclis kürsüsünde kuru ekmek bulabilenlerin aç olmadığını söyleyen AKP zihniyeti, gelinen aşamada kuru ekmeği bile halk için lüks tüketim maddesi haline getirdi (dersek çok abartı yapmış olmayız).
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçiş ile birlikte derinleşen ekonomik kriz sarmalının tarım ve gıda alanında yaratmış olduğu yıkımın ağır faturası, emekçi halk sınıflarına açlık ve yoksulluk olarak geri dönüyor. AKP’nin yoksulluğu sıradanlaştırdığı, açlığı ise “normal”leştirdiği bir gerçeklik olarak yaşanmaktadır, dönemsel değil sürekli bir hal almaktadır.
Bugün Türkiye’de yaşanan gıda krizi sadece kent yoksullarının yaşadığı bir sorun değil, benzer biçimde kır yoksulları da aynı (gıda krizi) sorunu yaşıyor. AKP iktidarının 21 yıl boyunca uyguladığı tarım politikasının ülkeyi getirdiği vahim durum; çay üreticisinin çay içemediği zeytin üreticisinin zeytin-zeytinyağı yiyemediği garabet bir sistemdir.
Kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden yapılandırılması sürecinin bir parçası olan bu garabet sistemin yarattığı ve gıda krizi olarak yaşadığımız sürecin temelleri 1980’lerde neoliberal serbest piyasa ekonomi politikalarıyla atılmıştı. Emperyalist-kapitalist birikim rejimi aktörlerince, uluslararası işbölümü dahilinde dünya tarım rejimi, piyasaların ihtiyacı doğrultusunda bir bütün dönüşüme tabi tutulmuş ve bu dönüşümün dinamosu da uluslararası finans kapital olmuştur.
1980’lerden sonra emperyalist finans ellerinde biriken sermaye fazlasını tarım sektörüne aktarmaya başlamış ve doğrudan tarım şirketlerinin hisselerini satın alarak veya kredi sağlayarak orta ve büyük ölçekli tarım-gıda şirketlerini palazlandırmıştır. Finans kapitalin dolaysız desteğiyle ulusal bazdan uluslararası ölçekli tarım tekellerine dönüşen bu devasa bütçeli şirketler, dünya tarım piyasasını kontrol altına almaya başlamış ve bunu IMF ve Dünya Bankası’nın himayesinde nihayete ulaştırmışlardır.
Tarım şirketleri küresel ölçekte, piyasalar üzerinde egemenlik alanını genişletmiş; yarı sömürge ülkelerin tarım sistemine müdahale etmeye başlamış ve kendi gıda rejimlerini hâkim hale getirmek için dünya tarım sistemini temelden bozup sil baştan yeni bir yapılanmaya yönelmişlerdir. Bunu yaparken uluslararası finans kapitalin yıkıcı yüzünü kullanmayı da ihmal etmemişlerdir.
Finans kapitalin desteğiyle palazlanan tarım şirketleri tekelleştikçe, “Tarım ürünlerinin üretimi ve dünya çapında ticaretinin denetimi (özelde de tahıllar ve süt ürünleri gibi kayıtlı veya standardize olmuş ürünlerde) birkaç şirketin elinde birikmiştir. Bu şirketler tarımda kullanılan tüm girdi zincirine hâkimdirler. Bu da sermayenin merkezileşme sürecini hızlandırmıştır. Günümüzde bir şirket ekonomideki belli ürün ve sektörlerdeki tüm üretim ve ticaret zincirini denetleyebilmektedir. Tarımsal girdi üretiminde (gübre, kimyasallar, zehirler, böcek ilaçları üretimi gibi), tarım makineleri, ilaçlar, melez ve genetiği değiştirilmiş; tohumlar ve menşei Agran endüstri olan besin veya kozmetik üretimi ve ticareti gibi her alanda bir tek şirketin hâkimiyeti görülebilmektedir.” (Aysu, 2010)
Gıda krizi, yoksul halkın gıdaya ulaşamamasıdır
Dünyada ve Türkiye’de büyük sanayi tarım şirketleri ve lojistik alt yapı ağına sahip şirketler üretim zincirinin, yani gıdanın ilk halkası tohumdan başlayıp sofraya ulaşıncaya kadarki tüm aşamalarını kontrol altına aldıkça, gıda fiyatlarını oluşturma gücüne de sahip olmuşlardır. Bugün gıda krizi olarak yaşadığımız ve telaffuz ettiğimiz şey, gıda ürünlerinin yokluğu veya da azlığı nedeniyle yaşanan bir şey değildir. Gıda krizi dediğimiz şey yoksul halkın pahalılık nedeniyle gıdaya ulaşamamasıdır.
Pazarda, markette tarım ve gıda ürünleri bol miktarda ve çeşit çeşit var. Fakat hepsinin fiyatı ateş pahası, yanına yaklaşılmıyor. Çileğin en bol olduğu şu günlerde çileğin fiyatı 75-80 liradan aşağı düşmüyor. Eriğin bol olduğu mevsimde erik fiyatı ucuzlamıyor. Yaz mevsimi denince akla ilk gelen karpuz son yıllarda zengin sofralarının lüks tüketim nesnesi oldu.
1990’larda işten evine dönen bir işçi yol kenarında seyyar tezgâhlarda satılan karpuzu cebindeki bozuk parayla alabilirken bugün bir işçinin karpuz alabilmesi için cebindeki bozuk parayı değil günlük yevmiyesini bırakması gerekiyor. Eskiden ithal gıda ürünleri hariç her çeşit ürün mevsiminde bol ve ucuz olurken uluslararası tarım şirketlerinin tarım-gıda piyasasını ele geçirmesiyle bu nispi ucuzluk hali de ortadan kalkmıştır.
Emperyalist tarım şirketlerinin dünya tarımsal üretim zincirine egemen olması demek Türkiye’de üretilen bir ürünün fiyatının yabancı ülke borsalarında belirlenmesidir. (Benzer durum diğer yarı-sömürge ülkeler için de geçerlidir.) Bir ürünün nerede kimler tarafından hangi koşullarda üretildiğinin bir önemi kalmıyor, suyun başını tutan şirketler suyu istedikleri zaman ve istedikleri kadar kanala veriyor.
ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’in 1974 yılında ABD güvenlik raporunda belirttiği, “Petrolü kontrol edersen ulusları kontrol edersin, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin” politik yönelim aradan geçen 50 yılda parça parça oluşmuştur. Bugün dünya tarım piyasasını kontrol eden birçok devasa büyüklükteki tarım-gıda şirketi ABD menşeilidir!
Kapitalizmin iktisadi teorisinin ya da teorilerinin merkezinde mevcut üretim ilişkilerine hâkim olmak yatmaktadır. Fiyat, fiyat istikrarı ya da piyasa içinde değerlenme araçları gibi birçok ekonomik araçla bunların yapılmaya çalışıldığını biliyoruz. Kur-Faiz enflasyon kıskacında yaşananlara bu temelde baktığımızda genel emtia fiyatlarıyla toplum yönetişimi arasındaki ilişki de görülmüş olacaktır.
“Türkiye ekonomi modeli”, pahalıya patladı!
Kapitalizmin uygulamaya koyduğu her ekonomik siyasi politikadan beklenen sonuçları alamadığı da bir gerçektir. Sermayenin küresel çapta sıkıştığı, “refah toplumu” uygulamalarının getirdiği kayıplar, modern revizyonizmin dağılmasıyla birlikte kapitalist emperyalizmi tersi yönde, geniş anlamda sosyal hakların tırpanlandığı, siyasetin sıkıştırılacağı, toplumların baskı altına alınacağı, ekonomik-siyasal sömürünün genişleyeceği, toplumsal muhalefetin, örgütlenme ve ifade özgürlüklerinin engelleneceği, gıda güvenliğinin, erişebilirliğinin, sağlıklı gıdanın neredeyse ortadan kaldırılacağı bir dönemi getirmişti. Neo-liberal dönem tam olarak böyle bir dönemdir.
Kapitalist-emperyalist neoliberal ekonomik-siyasal politikalarla ülke ekonomilerini içine soktuğu süreçten en olumsuz etkilenenler bu sebeplerle yoksul ezilen-sömürülen halklar olmuştur.
Türkiye gibi ülkelerin süreçten etkilenme şekli hem genel politikaların etkisiyle hem de kendi içindeki siyasal süreçleri nedeniyle daha katmerli olmuştur. AKP’nin sözcülüğünü yaptığı sermaye kesimlerinin devlet yapılanması içinde egemen hale gelmesiyle, bunu sürekli kılmaya çalışma şeklindeki uygulamalar temel olarak bugün oluşan ekonomik-siyasal gerçekliklerin açıklamasını vermemektedir.
Erdoğan’ın “Nas var, sana bana ne oluyor”, “Ben ekonomistim, bilirim” çıkışlarıyla ilan ettiği “Türkiye ekonomi modeli” ile “Kur korumalı mevduat” sistemiyle gelinen nokta burası olmuş, heterodoks politikalar tekrar yerine Ortodoks politikalara bırakmıştır. “Türkiye ekonomi modeli” ile “Çin tipi büyüme modeli” uygulanacak, çalışma ve üretim rejimi buna göre esnekleştirilecek güvencesizlik katlanacak, ücretler, sosyal imkânlar tırpanlanacak, göçmen iş gücü emek piyasasına dahil edilerek fiyat oluşumları baskılanacak bunların neticesinde ülkeye yabancı sermaye yatırımı yapacak üretim tesisleri kuracaktı. Sonuç da sonuncusu hariç diğerleri gerçekleşti. “Türkiye ekonomi modeli” Türkiye halkına çok pahalıya patladı, dahası bu süreçten çıkıp koşulları da oldukça maliyetli bulunmaktadır.
Kur-Faiz, enflasyon kıskacındaki Türkiye ekonomisinde genel ekonomi içinde tarımsal ekonominin getirildiği nokta daha kötü parametrelere sahiptir. Gıda fiyat endekslerinin sürekli yukarıya doğru tırmanmasının sebebi budur. Buraya baktığımızda oldukça hızlı bir şirketleşme olduğunu, şirketleşmeyle aynı hızda tarımsal yoksullaşmanın geliştiğini görüyoruz.
Tarımsal yoksullaşma elbette salt gıda anlamında değil, üretim bilgi birikimi, ekim alanlarının tasfiyesi, kırsal nüfusun oldukça gerilemesi, kendine yeterlilikten ithalata bağımlı hale gelinmesi gibi geniş ölçeklidir. Sözleşmeli tarım yasasıyla bu yoksulluk bir daha derinleşmiş durumda. Çünkü şirket-gıda ilişkisi artık belirleyici plandadır.
Türkiye tarımının, Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu bunalım sürecinin de etkisiyle içine sokulduğu bu istikametten çıkması, dolayısıyla genel enflasyonu aşması artık eskisinden daha zor. Bunun için de gıda enflasyonunun düşmesi çok uzun bir süre mümkün değildir.
Tüm bu noktalara baktığımızda mevcut sömürücü piyasa ilişkileri dışında üretim, tüketim, paylaşım yönetim ilişkilerine dayalı kooperatiflerin düşünülmesinin bugün çok daha önemli hale geldiği görülmelidir. AKP-Erdoğan’ın “ha bugün ha yarın düşecek” diyerek sürüncemeye aldığı, alıştırmaya çalıştığı durum acı bir gerçeklilikti; açlık ve yoksulluk, kooperatifler buna muhtaç olunmadığını anlatan yöntemlerden sadece bir tanesidir.