Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak belirli aralıklarla ‘ekonomik program’ ilan ediyor. Her ilanın ardından dolar kuru, faizler ve enflasyon tırmanışa geçiyor. Geçtiğimiz günlerde [1 Nisan] bir program daha açıkladı ve dolar yükselişe geçti… Tabii dolar yükselince başkaları da peşinden gidiyor… Türkiye ekonomisinin temeli 1980, ünlü 24 Ocak Kararları ve onu tamamlayan 12 Eylül Amerikancı-NATO’cu Askeri Darbe sonrasında aşınma sürecine girdi, 17 yıldır iktidarda olan AKP marifetiyle de çökertildi… Aslında, ekonomiyi dışa açma, dünya ekonomisiyle bütünleşme, ihracat öncülüğünde büyüme denilen, tam bir kompradorlaşma tercihiydi… Ekonominin ve toplumun geleceğini küresel sermayeye, küresel finans baronlarına, emperyalizme teslim etmekti… O tarihten sonra Türkiye ekonomisi bir krizden diğerine savruldu ama bu sefer durum farklı, bu kriz artık öncekilere benzemiyor… Tabir maruz görülürse bir ‘çöküş’ söz konusu, zira bütün gösterge ışıkları kırmızıda… Söz konusu olan sadece ekonomik kriz değil… Ekonomik, politik, sosyal, ekolojik, etik dış politika, vb. krizler söz konusu… Üstelik bunların her biri diğerini azdırıyor… Artık çökertilmemiş kurum da kalmadı… Hukuk by-pass edilmiş durumda, değer ölçüsünün ve nirengi noktasının yerinde yeller esiyor… Daha da önemlisi, toplumun kendisi hakkında düşünme yeteneğinin de aşınmış olmasıdır… Akıl almaz bir yağma ve talan almış başını gidiyor… Şeriatçı kafa artı neoliberalizm eşittir çöküş denecektir…
Kendimi bildim bileli iktidar olan her siyasi partinin diline doladığı iki şey vardır: ‘Halkımızı enflasyona ezdirmeyiz’ ve ‘vergiyi tabana yayacağız’… Albayrak da ilan ettiği son ‘ekonomik programla ‘vergiyi tabana yayacaklarını’ söyledi. Aslında bu karşılığı olmayan bir söylemdir… Zira, vergiler zaten ve her zaman ‘tabana yayılmış’ durumdadır. Çünkü vergiyi daima ve daima emekçiler, işçiler, küçük esnaflar, toplumun çalışan mütevazı kesimleri, yoksullar, ‘tabandakiler’ öder. Zira, vergi demek tüketimden kısmak demektir. Vergi veren, ödediği vergi kadar tüketimini kısar, daha az gıda, daha az giysi satın alır, daha az peynir yer, daha az ısınır, daha az tiyatroya gider, daha az kitap satın alır, vb… Söz konusu toplum kesimleri için vergi ödemek, tüketimi kısmak demektir…
Oysa, toplumun varlıklı kesimleri, sermaye sahipleri vergi ödemez. Orada söz konusu olan bir muhasebe oyunu, bir kayıt manipülasyonundan ibarettir… Siz hiç vergi verdiği için tüketimini kısan bir kapitalist, bir burjuva gördünüz mü? Tüketimini kısan bir milyonere, bir milyardere rastladınız mı? Öyle bir şey mümkün müdür? Varlık sınıflar vergi vermezler ama toplanan vergileri yağmalarlar… Kapitalist toplumda hazineyi ve bütçeyi yağmalamak esastır… Durum öyledir ama her yıl bir lüks otelde ‘en çok vergi veren’ bir saygın iş adamına (kadınlar istisnadır) başbakan veya bir bakan tarafından ödül verilir… Bu tür manipülasyonlarla sömürü düzeni kendini meşrulaştırıyor, kabullendiriyor… İyi de o ‘cömert iş adamı’ kimin parasını kime veriyor? Aslında işadamının, kapitalist patronun, mülk sahibinin ‘vergi’ diye verdiği, işçinin yarattığı artı-değerin bir kısmıdır. Üretim süreci sonunda yaratılan artı- değerin bir kısmı vergi adı altında devlete transfer edilir…
Berat Albayrak’ın son ekonomik programında, ‘Kurumlardan [sermaye sahiplerinden] alınan vergilerin düşürüleceği’ söyleniyor… İyi de bunu hangi gerekçeye dayandırıyorlar? Gerekçe belli: Kapitalistler ne kadar az vergi veririlerse o kadar çok yatırım yaparlar, böylece üretim ve istihdam artar, toplum zenginleşir, ekonomi zaferden zafere koşar… Toplum muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkar… Artık vergiler vergi olmaktan çıktı, tam bir haraca dönüştü ve insanlar birer harâç güzâr haline geldiler… Teorik olarak vergilerin bir amaç için ödenmesi ve vergi verenlerin de verdikleri verginin nereye, nasıl harcandığını bilmeleri gerekiyor ama bunun için de ‘bilinçli yurttaş’ olmak gerekiyor. Üretirken de, tüketirken de vergi ödüyorlar ama ödedikleri verginin akibetiyle hiç ilgilenmiyorlar… Suyu parayla satıyorlar ve bir kaç çeşit de vergi alıyorlar. Sattıkları su da kirli… En azında içme suyu için kapitalist şirketlere de ödeme yapılıyor [işte damacana su denilen], ya da bir arıtma aleti satın almanız gerekiyor… Bana gelen son 104 liralık su faturasının 48 lirası vergiydi…
Sadece o kadar da değil, kıdem tazminatını da kapitalistlere peşkeş çekmek istiyorlar… Eğer bu ülkede örgütlü-bilinçlimücadeleci bir işçi sınıf olsaydı, öyle bir şeyi akıllarından geçirebilirler miydi, öyle bir şeye cüret edebilirler miydi? Eğer sendikalar adına layık örgütler olsalardı, devletin ve sermayenin hizmetinde içi boş yoz örgütler olmasalardı, kıdem tazminatı tartışma konusu yapılır mıydı?
Sıkça duyulan bir şey de “ Krizin faturasını çıkaranlar ödesin”, “krizin yükü emekçilere ödetilmesin!” söylemi. Eğer geçerli olan kapitalizm ise, faturayı krizi çıkaranların ödemesi diye bir şey asla mümkün değildir. Öyle bir şey eşyanın tabiatına aykırıdır… Zira, kâr etmek için ekonomiyi krize sokanlar, çıkardıkları krizden de kâr ederler. Eğer krizin yükünü sırtlamak istemiyorsanız, yapılacak şey, egemen kapitalist sınıfa ve burjuva politikacılarına ricada bulunmak, yalvarmak değil, kapitalizmden kurtulmaktır… Kapitalizm işsizlik ve yoksulluk üreten, yeniden üreten bir makinadır ve o makina çalışmaya devam ettikçe işsizlik de, yoksulluk da artmaya devam eder… Şimdilerde bir iş bulabilmek, kendini sömürecek birini bulmak bir ayrıcalık haline gelmiş bulunuyor… Fakat kapitalizm sadece sosyal sorunlar [işsizlik, yoksulluk, sefalet, aşağılanma…] yaratmıyor bir de doğa-toplum metabolizmasını da zora sokuyor ve ekolojik krizi tetikliyor…
O halde iki şey: Birincisi, bu kriz öncekiler gibi bir kriz değil ve zaten mevcut durumu-süreci de kriz kavramı karşılamıyor… Krizden değil, çöküşten söz etmek gerekiyor; ve ikincisi, artık bildik yöntem ve araçlarla, eski kafayla işin içinden çıkmak mümkün değil… O zaman geriye paradigmayı değiştirmek kalıyor…