TÜİK’in açıkladığı rakamlara göre 2017’nin ilk altı ayında yüzde 5 büyüyen Türkiye ekonomisi, üçüncü çeyrekte ise beklentileri aşarak yüzde 11,1’lik büyüme gerçekleştirmiş. Durumun böyle olduğunu kabul edersek Türkiye, Çin ve Hindistan gibi devleri geride bırakarak üçüncü çeyrek itibariyle dünyanın “en hızlı büyüyen ülkesi” olmuş durumda.
Açıklanan verilere göre Türkiye ekonomisinde çok ciddi bir büyüme söz konusu. Ancak biliyoruz ki, ekonomide bir büyümeden bahsedebilmek için üretimden de bahsetmek gerekir. Yani büyümeyle üretim doğru orantılı olarak şekillenir bu durum. Ülke genelinde bakıldığında üretimin olmadığı, artan ithalat rakamlarından belli oluyor. Gümrük ve Ticaret Bakanlığı’nın dış ticaret verilerine göre, 2017’de ihracat bir önceki yıla göre yüzde 0.84 azalarak 143 milyar 814 milyon dolardan 142 milyar 610 milyon dolara geriledi. Bu dönemde ithalat da yüzde 4.17 artışla 207 milyar 226 milyon dolardan 215 milyar 577 milyon dolar seviyesine yükseldi.
Meseleyi daha güncele indirirsek, geçtiğimiz günlerde etin ithal edilmesi ve ucuz etin satışına başlanması gündeme geldi. Böylelikle iç piyasadaki satış hızlanarak ekonomik bir büyüme sağlanacağı hükümet tarafından açıklandı. Ancak bu söylemde bir çelişki var. Ekonomik bir büyümeden bahsedilmesi için ithalatın değil ihracatın büyümesi gerekir. İhracatın olabilmesi için ülkede üretim koşularının yani yerli üretimin artırılması lazım. Bakıldığında bir büyümeden bahsediliyor ancak üretim olmadığı da gıda sektöründeki ithalat oranlarında göze çarpıyor. Peki, üretimin olmadığı bir ekonomi nasıl oluyor da böylesi bir artış gösteriyor. Bu sorunun cevabı ekonomideki baz etkisiyle ilişkili. Ne demek baz etkisi; iki farklı dönemin birbirlerine karşı değişimi hesaplanırken değişime karşın bir dönem referans olarak alınmaktadır. Referans alınan bu dönemde normal koşullardaki beklentilerin çok üstünde veya çok altında bir değişim meydana gelmesi durumunda değişimin hesaplandığı döneme olan etkisi baz etkisi olarak ifade edilir.
Şimdi, bu tanıma göre ekonomideki baz etkisini değerlendirirsek, geçen dönem için ekonominin küçüldüğü aslında ortada olan bir durum. O nedenle şimdiki küçük çaptaki artış, büyüme olarak lanse ediliyor. Bunu gidermek için mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış veriye bakmak gerek. Yılın 3. çeyreğinde mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış veriye bakarsak, büyüme 1,2 ile 2. çeyreğin gerisine düşmüş durumda. Tarım 0,2, imalat sanayi -1,3 daralmış. Baz oranları çıkarıldığında ülke için önemli olan imalat sanayi ve tarımdaki azalış göz önüne alındığında aslında büyüme denilenin göstermelik bir durum, bir yanılsama olduğu ortaya çıkıyor.
Diğer yandan bir büyümenin olduğunu varsaysak bile bu büyüme, özel tüketimden oluştuğu için sürdürülebilir bir büyümeden söz edilemez. Ekonomide cari açığın büyümesi ve bu açığın sıcak para ile kapatılmayı çalışılması da ekonominin ısındığını gösterir. Ekonominin aşırı ısınmasına kanıt olarak GSYH’nın yüzde 4-5’ine denk gelen cari açığa işaret edebiliriz. Cari işlemler dengesinin kalitesi kısa vadeli yurtdışından gelen sıcak paraya baktığı için zayıf. Merkez Bankası’nın elinde yeteri kadar döviz rezervi olmadığından sıcak para akışını karşılamıyor. Bu da büyüme denilenin kendiliğinden ortadan kalkacağını gösteriyor.
“Büyüme” halka yansımıyor!
2017 yılının üçüncü çeyreğinde bir büyümeden bahsedilen istatistiklerde ülke ekonomisinde yaşanan büyümenin halk tabanına yansımadığı da yine verilerle ortada. Büyüme söylendiği gibi üç sene üst üstte olsa işsizlik oranlarında bir artış söz konusu olması gerekiyor. Yine istatistiksel olarak baktığımızda yüksek büyüme oranlarına rağmen işsizlik oranı gerilemiyor. Hatta mutlak rakamlarla işsiz sayısı artıyor. Örneğin 2004’te işgücü piyasasına 850 bin yeni emek arzı olurken yaratılan istihdam 650 binde kaldığı için işsiz sayısı artıyor. Türkiye, istihdam yaratan ekonomik büyüme tarzından tamamen kopmuş görünüyor.
Cari açığın sıcak parayla kapatılması sorunu yani ekonominin ısınması olayı enflasyonu çok yükseltti. Ayrıca geçtiğimiz günlerde vergi oranlarını ciddi derecede artıracak olan ve 2018’de yürürlüğe girecek olan torba yasa R. T. Erdoğan tarafından kabul edildi. Bu yönüyle baktığımızda bile bahsedilen sözde büyümenin hiç kimseye faydası yok.
Verilen oranlar tamamen siyasidir. Ülke ekonomisindeki kaosun üstünü örtmeye çalışan AKP hükümeti, ülke ekonomisini iyi durumdaymış gibi göstermeye çalışmaktadır. Son dönemde burjuva medyaya bile yansıyan dolar artışı, faiz oranları gibi başlıklar da ekonomide büyüme değil, çöküş olduğunu gösterdiği için, hükümet, bunun yarattığı olumsuz atmosferden kurtulmanın yolunu istatistik oranlarında şişirme yapmakta buluyor. Halihazırda ekonomi bu kadar ısınmışken, dünya ile kurduğu ilişkilerle yani dış politikada dibe batmışken, TC gibi ekonomisi yabacı sermayeye bağımlı olan ülkelerde ekonomik gidişatın iyi olması gibi bir durum söz konusu bile olamaz. Ülke ekonomilerinin düzeyini belirleyen temel kavram, çoğulun yoksulluk oranlarıdır. Nüfusunun yüzde 20’si yoksul olan Türkiye, OECD ülkeleri arasında en yoksul 3’üncü ülke olmuş durumda. 33 ülkenin üye olduğu OECD üyesi ülkelerde yaşanan ekonomik krize rağmen yoksulluk oranları değişmezken Türkiye’de yoksulluğun oranı 2017’de yüzde 2 düzeyinde artmıştır.
Yoksulluğun arttığını görmek için bu rakamları okumaya da çok gerek olmasa da, basın-yayın kurumlarıyla “büyüme” reklamları yapan egemenlerin halk kitlelerini buna inandırma çabasına karşılık ekonomideki değişimlerin gerçek okumasının yapılması önemlidir.