Bilmiyorum, ömrümün kalan sayılı yıllarında bu damgayı, “terörist” damgasını kaç kez daha yiyeceğim? Ya yıllardır sürgünde birlikte olduğum, halkoyuyla girdikleri Meclis’ten devlet terörünün hoyrat elleriyle söküp alındıktan sonra hapis ve hattâ ölüm tehditleri karşısında sürgüne çıkmak zorunda kalan dostlarım Zübeyir Aydar, Remzi Kartal ve daha yüzlercesi…
AKP diktasının av köpekliği misyonunu yüklenmiş olan SETA, uluslararası medyada çalışan demokrat gazetecileri jurnalledikten sonra yayınladığı yeni bir raporda Avrupa’daki tüm Kürt örgütlerini ve yöneticilerini olduğu gibi onlarla dayanışmada bulunan Türkiyeli ya da Avrupalı tüm anti-faşistleri fotoğraflarıyla “terörist” ya da “terörizm destekçisi’ ilan etti.
Ortaokulların Türkçe sınavında dahi geçerli not alması kuşkulu sefil bir Türkçe ile yazılan, anakronik yanlışlarla dolu 666 sayfalık Avrupa’da PKK Yapılanması başlıklı rapor, PKK’nin 1978’de kurulmuş olduğu bilindiği halde, 1971’den itibaren sürgünde örgütlediğimiz Demokratik Direniş Hareketi ve Demokrasi İçin Birlik için de, İnfo-Türk ve Güneş Atölyeleri için de “PKK ile irtibatlı faaliyetleri dolaylı yahut direk gerçekleştirdiğine dair pek çok kanıt mevcuttur” diyebiliyor!
1998’de Kürt ve Asuri lokallerinin Türk faşistleri tarafından yakılması üzerine Belçika Demokrat Ermeniler Derneği, Brüksel Kürt Enstitüsü, Brüksel Asuri Enstitüsü ve İnfo-Türk’ün güçbirliği yapmaları, Ermeni soykırımının 90. yıldönümünde ve 12 Mart darbesinin 35. yıldönümünde 1971 Kollektifi’ni oluşturmaları, Türkiye’deki barış sürecini desteklemek için 2008’de kurulan Avrupa Barış Meclisi’ni desteklemeleri, Brüksel’de her yıl düzenlenen Kürt Kültür Haftası’na Güneş Atölyeleri’nin çocuk atölyeleri kurarak destek vermiş olması, hummalı beyinler tarafından “Kürt sorunu odaklı, PKK’lı yahut PKK ile irtibatlı pek çok örgütün desteğini almış” girişimler olarak suçlanıyor.
1967: Orgeneral Cemal Tural’ın hedefinde…
67 yıllık mücadele yaşamımda böylesine eblehçe suçlamalara maruz kalışım ilk değil, bir yerde şerbetliyiz. Anti-faşist ve anti-militarist bir gazeteci olarak bana bu tür suçlamalar başlarda hep askeriyenin yüksek kademelerinden gelirdi. Bugün ise ordunun “anayasal başkomutanı” sıfatıyla sırtına manevra üniforması geçirip askerleri Rabia işaretiyle selamlayan Tayyip Erdoğan’ın ulufeli jurnalcilerinden geliyor.
60’lı yıllarda “terörist örgüt” diye suçlanacak bir Kürt örgütlenmesi yoktu… Kürt demokratları mücadelelerini Türkiye İşçi Partisi saflarında yürütüyor, onun inisiyatifiyle Güney Doğu illerinde hak yürüyüşleri düzenliyorlardı.
Ancak soğuk savaş dönemiydi… Oligarşik yapıya, ABD emperyalizmine karşı çıkan her örgüt ve kişi merkezi Doğu Almanya’da bulunan Türkiye Komünist Partisi’nin hizmetinde olmak ya da onun yayın organı olan Bizim Radyo’ya servis yapmakla suçlanırdı.
11 Nisan 1967 tarihli Ant Dergisi’nde The New York Times gazetesinin verdiği dehşet verici bir haberi yansıtmıştık. Habere göre Türkiye ile yapılan bir gizli anlaşma uyarınca ABD Ordusu tarafından Türkiye’nin Sovyet sınırına yakın doğu bölgelerine nükleer mayınlar yerleştirilecek, bir savaş durumunda Sovyet Orduları doğu sınırını aşıp Türkiye topraklarına girerse bu mayınlar patlatılarak daha fazla ilerlemeleri engellenecekti. Bu anlaşma, gerçekte, Doğu Anadolu’da çoğunluğu Kürt olan vatandaşların toplu idam fermanıydı.
Bu haberi “Cinayet yerine intihar” başlığıyla duyurarak girişimin engellenmesi çağrısında bulunmamız üzerine zamanın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cemal Tural, 1. Ordu Askeri Mahkemesi Savcılığı’na gönderdiği çift aylı bir yazıda beni “vatan hainliği”yle, Ant Dergisi‘ni de “Bizim Radyo’nun Türkiye’deki basın organı gibi neşriyat yapmak”la suçlayarak TCK’nun 153. Maddesi’ne göre “askerleri kanunlara karşı itaatsizliğe ve vazifelerini ihlale teşvik” suçundan yargılanmamı emretmişti.
Ordunun saldırısına ilk kez hedef oluyordum. Ancak o yıllarda Türk Ordusu’nun subay kadroları üzerinde OYAK gibi tuzakların etkisi daha tam ortaya çıkmamıştı. Üstelik genç subaylar Albay Talat Aydemir ve Binbaşı Fethi Gürcan’ın asılmasında büyük rol oynayan, gazeteci İlhami Soysal’ı kaçırtarak dövdürten Cemal Tural gibi bir generale pek de sempatiyle bakmıyordu.
Büyük hayranlık duydukları Yaşar Kemal gibi bir ünlü yazarın da benimle birlikte duruşmaya gelmesi, ünlü gazeteci Güneş Karabuda’nın mahkeme salonu önünde fotoğraflarımızı çekmesi askeri savcı ve yargıçları etkilemişti. Duruşma sonunda Askeri Mahkemeler Kuruluş ve Yargılama Usulü Kanunu’nun bir gazeteciye uygulanamayacağı gerekçesiyle dosyayı Cumhuriyet Savcılığı’na sevkederek beni serbest bırakmışlardı.
Kapitalistleşen subayların hedefinde
Ordunun saldırısına ikinci kez efsanevi 15-16 Haziran 1970 işçi direnişi sonrasında hedef oldum. Ant‘ın Temmuz 1970 ve daha sonraki sayıları, ordunun sıkıyönetim ilanından yararlanarak sendikacılara, işçilere ve sol eylemcilere karşı uyguladığı baskıları ve kapitalist çevrelerle kurduğu çıkar ilişkilerini açıklayan ayrıntılı bilgi ve analizlerle doluydu. Özellikle Eylül 1970 tarihli sayısı Ant için önemli bir dönüm noktası oldu.
Bu sayının kapağında, direnen işçilerin ve sendikacıların işkenceden geçirildikten sonra sıkıyönetim mahkemelerine sevkedilmesine tepki olarak “Kapitalistleşen subaylar işçileri yargılayamaz” sloganı yeralıyordu. İçinde de subayların özellikle OYAK aracılığıyla kapitalist sınıfa nasıl entegre edildikleri belgelerle ortaya konuyor, bu subayların sınıf çıkarları gereği işçileri objektif olarak yargılayamayacakları vurgulanıyordu.
Bunun üzerine 1. Ordu Komutanlığı’nın adli müşavirliğine celbedildim. Savcılık salonunda üç kuvvete mensup çeşitli rütbede çok sayıda adli subay vardı. Sorguda tüm subayların ortak edildiği OYAK’ın, 15-16 Haziran’da direndikleri için suçlanan işçilerin çalıştıkları Good-Year’ın, TEO’nun, MAT’ın, Graphette’in, Hektaş’ın TPAO’nun, TUKAŞ’ın, Pe-Re-Ja’nın, MAİS’in sahibi olduğunu, ertesi yıl Fransız firması Renault ile Bursa’da otomobil imal etmeye başlayacağını belgelerle ortaya koyunca fazla üsteleyemediler, serbest bırakmak zorunda kaldılar.
Ancak iki saate yakın süren sorgunun sonunda karargahtan ayrılırken havacı yarbay “Bakın, bu kez bu kapıdan geldiğiniz gibi çıkıyorsunuz. Ama gelecek defa hiç de böyle olmayabilir” diye bir gözdağı vermeyi ihmal etmedi.
12 Mart darbecilerinin hedefinde
Üzerinden bir yıl dahi geçmemişti. Ordu 12 Mart 1971 darbesiyle sadece hak arayışındaki işçileri değil, Türkiye’nin tüm demokrasi güçlerini hedef alıyordu. 30 Nisan 1971’de Türkiye radyolarında okunan sıkıyönetim bildirisinde “Türk Ceza Kanunu’nun 142, 311, 312, 156 ve 159. maddelerini ısrarla ihlal eden Ant Dergisi’nin süresiz olarak kapatıldığı, sorumluları hakkında gerekli kanuni takibata geçildiği” bildiriliyordu.
Kapatma bildirisi okunduktan sonra askeri araçlar Ant Yayınları‘nın bulunduğu binanın çevresini sarmışlar, başlarında bir albay olan 12 asker ve bir sürü polis yayınevini dört saat süreyle hallaç pamuğu gibi atmış, tüm kitap paketleri kasaturalarla parçalanmış, bir çok yayına “yasak” diye el konmuştu.
Hakkımızda “vur” emri çıkartıldığı için ya bir sokak arasında ya da işkencede kim vurduya gitmektense illegal yoldan yurt dışına çıkıp Avrupa’da Demokratik Direniş Hareketi’ni örgütlemeye karar vermiştik.
Sürgünde sadece ordu hiyerarşisinin değil, aynı zamanda ordunun emrindeki Türk parlamenterlerinin ve hariciyesinin de hedefi olmaya devam ettik.
12 Mart rejiminin içyüzünü ortaya koyan İngilizce Türkiye Dosyası’nı yayınlayıp uluslararası kuruluşlara iletmemizden sonra Dışişleri Bakanlığı 26 Eylül 1972’de tüm hariciye teşkilatına yayınladığı genelgede şöyle diyordu:
“Yurt dışında bulunan Türk komünistler Moskova paralelindeki yabancı komünistlerden de destek görmek suretiyle Almanya, Danimarka, Hollanda, İsveç ve Fransa mihveri üzerinde bir organizasyon kurmuşlardır. Henüz kuvvetli delil ve emareleri bulunmamakla beraber Doğan ve İnci Özgüden bu faaliyetin içindedirler.”
1973 yılında Başbakanlık tarafından yayınlanan Türkiye Gerçekleri ve Terörizm adlı bir “Beyaz Kitap”ta da açıkça hedef gösteriliyorduk:
“Democratic Resistance of Turkey, Doğan ÖZGÜDEN, eşi İnci ÖZGÜDEN ve onların yanında bulunan, kimisi kanun kaçağı, 4-5 ihtilalci komünist tarafından kurulan bir teşekküldür. Bunların ne demokrasi ile, ne resistansla, ne de Türkiye ile dürüst ve namuslu münasebetleri mevcuttur. Doğan ÖZGÜDEN, 12 Mart öncesinde Türkiye’de ANT adı altında bir dergi çıkartmıştır. Bu dergi ile, ihtilalci, silahlı Marksist-Leninist teori ve bilinci yaymağa çalışmıştır.“
Belçika’daki Türk elçiliğinin hedefinde…
Avrupa’da Mehmet sahte adıyla iki yıllık kaçak yaşamın ardından 1973’te Hollanda’da legale çıkmamızdan sonra da Türk Devleti’nin bizimle uğraşması son bulmadı… Birleşmiş Milletler’in tanıdığı siyasal mülteci olarak tüm Avrupa ülkelerinde çalışma ve seyahat etme hakkımız vardı. Avrupa Birliği’nin merkezi olduğu için çeşitli dillerde yayın yapmak üzere diğer ülkelerdeki devrimci arkadaşların ve Belçikalı dostlarımızın katılımıyla İnfo-Türk’ü bir kooperatif olarak Brüksel’de kurduk. Faaliyetlerin fiili ve hukuki sorumluluğunu üstlenmek üzere Belçika Devleti’nden oturma ve çalışma izni istediğimizde, Avrupa merkezinde muhalif bir sesin kurumlaşmakta olmasından paniğe kapılan Türkiye Büyükelçiliği harekete geçip Belçika makamlarının İnci’ye de, bana da çalışma ve oturma izni vermelerini engelledi.
Öyle ki, gazeteci olarak Belçika Dışişleri Bakanlığı’nın verdiği geçici bir basın kartım olduğu halde Anderlecht polisi 17 Mart 1975’de karta elkoyarak beni Hollanda’ya sınırdışı etti.
Avukatımız Jacques Bourgaux 11 Haziran 1975’te bana yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu: “9 Haziran günü Emniyet Genel Müdürü’nü görerek sizin durumunuzu konuştum. Edindiğim izlenime göre, Yabancılar Polisi sırf siyasal nedenlerle sizin Belçika’ya yerleşmenize izin verme konusunda tereddüt ediyor. Bana açıkça, sizin kültürel faaliyet kisvesi altında Türk Hükümeti aleyhinde çalışma yürüteceğinizden endişe ettiklerini belirttiler.”
Belçika Devlet Güvenlik Birimi de 24 Aralık1975’te Yabancılar Polisi’ne verdiği talimatta kooperatifimizin “Türk marksist-leninistleriyle Belçikalı komünistlerin işbirliği sonucu kurulduğu, esas olarak marksist-leninist ideolojiye ilişkin yayınlar yapmakta ve dağıtmakta olduğu“ gerekçesiyle bize oturma ve çalışma izni verilmemesini emrediyordu.
Ancak Belçika’nın iki ulusal sendikası FGTB ile CSC, Türk işçilerine hitaben yayınladıkları Türkçe gazetenin hazırlanmasında İnci’yle bana ihtiyaçları olduğu için hükümete baskı yaparak 1976 yılı sonunda ikimize de oturma ve çalışma izni verilmesini sağladılar.
Buna rağmen baskılar bitmedi. 12 Şubat 1977’de bir jandarma ekibi kooperatif merkezini bastı. “Bir süre önce size siyasal mülteci olarak Belçika’da çalışma ve oturma izni verildi, Ama, Belçika yasalarına göre bir siyasal mültecinin, terkettiği ülkenin siyasal durumuyla ilgili herhagi bir eleştiride bulunması, yazı yazması, gösteriye katılması yasaktır. Sizin bu yasaklara aykırı faaliyette bulunduğunuz bize ihbar edildi. Bu türden illegal faaliyetleri durdurmadığınız takdirde derhal Belçika’dan sınırdışı edileceksiniz” diye tehdit ettiler.
Belçika’daki Türkiye kaynaklı baskılardan iyice bunalmıştık. Hava değiştirmek için 1977’yi 1978’e bağlayan yılbaşı gecesini Almanya’daki dostlarımızdan, geçen ay vefatını üzüntüyle öğrendiğimiz Ataman Aksöyek ve ailesiyle birlikte geçirmek üzere trenle yola koymuştuk ki, bu kez Alman polisi tarafından sınırda dertest edildim.
Alman emniyetinin Koblenz’deki güvenlik merkezi nezdinde yapılan sorgulamada Özgüden adının Almanya’ya girişi sakıncalı yabancı gazeteciler listesinde olduğu bildirilmişti. Beni gün boyu nezarette tuttuktan sonra akşam geç vakit yine polis refakatinde Belçika’ya doğru sınırdışı ettiler.
Terörist başı Evren’in hedefinde
Türk Devleti’nin asıl büyük darbesi 12 Eylül 1980’den sonra geldi. Yasaklar kalktıktan sonra 1976’da Türkiye İşçi Partisi’nin yeniden kurulması üzerine onun sesini Avrupa’da duyurmak ve anti-faşist mücadeleye yurt dışından katkı sağlamak üzere Demokrasi İçin Birlik’i kurmuştuk. Darbeden sonra İnfo-Türk’ün yanısıra DİB adına Tek Cephe adlı Türkçe bir aylık gazete yayınlamaya başladığımız gibi, başta TİP genel başkanı Behice Boran ve genel sekreteri Nihat Sargın olmak üzere birçok yoldaşı Brüksel’de ağırlayarak siyasal sığınma almalarına yardımcı olduk. Avrupa başkentinde 14 Şubat 1981’de Evren Cuntası’na karşı ilk enternasyonal direniş gecesini örgütledik.
O sırada Evren Cuntası devlet terörünü kısa zamanda yurt dışına da yayarak Avrupa ülkelerindeki rejim muhaliflerini Türk vatandaşlığından çıkartma kararı almıştı. İlk olarak TİP genel başkanı Behice Boran ve TÖB-DER genel başkanı Gültekin Gazioğlu vatansızlaştırıldı.
Bu uygulama kısa zamanda yaygınlaştırıldı, Şanar Yurdatapan, Melike Demirağ, Yılmaz Güney, Cem Karaca, Mehmet Emin Bozarslan, Nihat Behram, Mahmut Baksı, Şah Turna, Fuat Saka, Demir Özlü, Yücel Top gibi İnci ve ben de Cunta şefi Evren tarafından “kansızlar” diye suçlanarak vatandaşlıktan atıldık.
Kişisel dostluğumuz olan Kürt arkadaşlarla örgütsel plandaki ilk ilişkilerimiz de o baskı döneminde kuruldu. Belçika’da Kürt öğrenci ve işçilerin kısa bir süre önce kurmuş oldukları, sonradan Brüksel Kürt Enstitüsü adını alacak olan Tekoşer ile, Almanya’da Komkar ve KKDK adındaki Kürt göçmen örgütleriyle, Fransa’da ise Nizan Kendal’ın yönetiminde kurulan Kürt Enstitüsü ile… Bu örgütlerin hiçbirinin PKK ile ilişkisi yoktu, aksine örneğin Komkar Kemal Burkay’ın lider olduğu Türkiye Kürdistanı Sosyalist Partisi’nin çizgisindeydi.
1980 darbesinden sonra sadece Belçika’ya değil, tüm Avrupa ülkelerine Türkiye’den yoğun bir siyasal göç başlamıştı. İnfo-Türk’e paralel olarak kurduğumuz Güneş Atölyeleri, 50’yi aşkın farklı kökenden göçmen ve mültecilere olduğu gibi Türkiye’den gelen Kürt, Ermeni ve Asuri mültecilere de başta eğitim ve kültürel etkinlikler olmak üzere çeşitli hizmet veriyordu.
Daha sonraki yıllarda Belçika’ya gelerek önce Sürgündeki Kürt Parlamentosu’nu, daha sonra Kürdistan Ulusal Kongresi’ni kuran Remzi Kartal, Zübeyir Aydar ve diğer Kürt milletvekili arkadaşlarla ilişkiye geçmemizden, kamuoyuna seslerini duyurma çalışmalarında onlara yardımcı olmamızdan daha doğal bir şey düşünülemezdi.
Her zaman vurgularım… Türkiye’deki mücadelenin sesini Avrupa’da duyurmaya başladığımız 70’li yıllarda en büyük dayanışmayı o dönem Türkiye gibi faşist diktatörlük altında bulunan İspanya, Yunanistan ve Portekiz’in sürgündeki devrimcilerinden görmüştük.
Türkiye’den gelen Kürt, Ermeni, Asuri yoldaşlara yardımcı olmak da bizim görevimizdi.
Sözüm ona demokrat Özal’ın hedefinde
Türk Devleti ve onun Avrupa’daki uzantıları, parlamenter düzene geçildikten sonra da çalışmalarımızı hep büyük bir düşmanlıkla izlediler, çalışmalarımızı sabote etmek için ellerinden geleni arkalarına koymadılar.
Vatandaşlıktan atıldıktan sonra tekrar siyasal mülteci statüsündeydik. Mülteci sayısının artması üzerine diğer ülkelerden Fransa’ya girmek isteyen siyasal mültecilere önceden vize almak şartı koşulmuştu. Ben gazeteci olarak Avrupa Konseyi toplantılarını izlemek, milletvekilleriyle temas kurmak için sık sık Strabourg ya da Paris’e gitmek zorundaydım, her defasında da hiçbir sorun olmadan vize alıyordum.
Fransa’nın A2 Televizyon Kanalı 3 Ocak 1985 tarihli Résistances Programı‘nda “Çizmeler altında Türkiye” adlı bir belgesel yayınlayacaktı. Röportajı izleyen tartışma bölümünde ise bir Kürt ve bir Türk konuşturmak istiyorlardı. Kürt olarak Nizan Kendal konuşacaktı. Ne var ki, Fransa’dan bu programda konuşacak bir Türk bulamamışlardı. Yapımcı Bernard Langlois’nın ısrarı üzerine Fransa’ya gidip programa katılarak Türkiye’de Kürtlere, Ermenilere, Asuri-Keldani’lere ve demokrat düşünceli Türklere yapılan yeni baskılarla ilgili bilgi verdim.
Programın yayınlanmasından hemen sonra Türk medyasının intikam saldırısı gecikmedi. Ertesi gün Hürriyet Gazetesi benim Fransız televizyonunda Türkiye düşmanı konuşmalar yaptığımı yazarak yeni kışkırtmalarda bulundu.
Dahası, Özal Hükümeti’nin baskısı üzerine o tarihten sonra Fransız Hükümeti bana vize vermeyi sürekli reddetti. Üstelik de sosyalist Mitterand’ın cumhurbaşkanı olduğu bir dönemde gazeteci olarak seyahat özgürlüğümü çiğnedi.
Özal’ın yaptıkları bununla da kalmadı. Brüksel’de yaptığı bir basın toplantısı sırasında Türkiye’deki insan hakları ihlalleri konusunda İnci’yle birlikte kendisine sorular sorduğumuz için Brüksel’deki Türkiye Başkonsolosluğu aracılığıyla Türk vatandaşlığından atıldığımızı ikinci kez tebliğ ettirdi.
Seyahat serbestliği kazanabilmek amacıyla Belçika vatandaşlığına geçmek için baş vurduğumuzda ise, 15 yıl önce Belçika’da oturma ve çalışma izni almamız Türk elçiliğinin baskısı sonucu marksist-leninist olduğumuz gerekçesiyle nasıl uzun süre engellendiyse, bu kez de terör örgütleriyle ilişki kurduğumuz gerekçesiyle talebimiz uzun süre reddedildi.
Gösterilen resmi gerekçe “Belçika toplumuna yeterince uyum sağlayamadığımız” iddiasıydı. Oysa bizim Güneş Atölyeleri’nde eğitim verdiğimiz çeşitli kökenlerden öğrenciler Belçika toplumuna uyum sağladıklarının kanıtı olarak Fransızca ve sosyal-mesleki yönlendirme eğitimi gördüklerine dair ya benim ya da İnci’nin imzaladığı belgelerle başvuru yapmışlardı, talepleri de kabul edilmişti.
Meclis’e gönderdiğimiz protestolar sonucunda gerçek red nedeni ortaya çıktı. Kraliyet savcılığının Meclis’e gönderdiği rapora göre, Devlet Güvenlik Birimi (DGB) bizim “yıkıcı faaliyetlerde” bulunduğumuzu, özellikle de 1986 yılından beri “terörist faaliyetleri çok iyi bilinen” PKK’nin basın toplantılarına katıldığımızı ileri sürerek Belçika vatandaşlığına geçmemizin sakıncalı olacağını bildirmişti.
Gerçek nedeni öğrenince kamuoyuna bir bildiri yayınlayarak sormuştum: “Gazeteci olarak 1974 yılından beri yüzlerce basın toplantısına, konferansa, yürüyüşe ve şenliğe katıldık. Basın toplantılarını izlediğimiz politik şahsiyetler arasında Belçika’dan Deprez, Spitaels, Claes, Gol, Anciaux, Spaak, yabancı ülkelerdense Turgut Özal, Papandreu, Mandela, Arafat, Perez, Kohl, Tatcher de var… Bu toplantıları izlemiş olmakla bu kişilerin siyasal partilerine hizmet etmiş mi oluyoruz?”
Tabii ki, Belçika demokratik güçlerinin ve ilerici milletvekillerinin müdahalesi sonunda Türk Devleti’nin ve onun bu ülkedeki dostlarının komplosu bir kez daha boşa çıkartılmış, Belçika vatandaşlığımız 1995’te Meclis’in olağanüstü bir toplantısında onaylanmıştı.
Ve de şimdilerde rabia işaretli başkomutanın hedefinde
Türkiye’de 50 yıl önce faşist generallerin, sürgünde 40 yıl önce 12 Mart cuntacılarının, 30 yıl önce 12 Eylül cuntacılarınının bize karşı kullandıkları iftiraları 20 yıla yakın süredir AKP iktidarının hizmetindeki devlet kadrolu ya da besleme ispiyonlar aynı utanmazlık ve yüzsüzlükle kullanıyor, hedef gösteriyor.
12 yıl önce Brüksel’de bir Kürt ailesine yapılan baskıyı açıkladığımız zaman Türkiye Büyükelçisi Fuat Tanlay 21 Nisan 2007 tarihli Hürriyet Gazetesi’ne isterik bir demeç vererek İnfo-Türk’ü doğrudan hedef göstermişti.
Ertesi yıl Brüksel’de Dersim katliamı üzerine uluslararası bir konferansın organizasyonuna katkıda bulunduğum ve Asurilerin bir konferansında konuştuğum için Türkiye’de Yeni Çağ gazetesi ile Brüksel’de bir Türk sitesi 22 Kasım 2008’de bana karşı linç çağrısı yapmışlardı.
2015 yılında Ermeni soykırımının 100. yıldönümü dolayısıyla soykırım anıtı önünde konuşurken çekilmiş resmim bir Türk sitesinde basılarak “Bu adamı tanıyın!” diye hedef gösterilmiştim.
Aynı site, 2016 yılında da, “Türkiye karşıtı derneklerin başında ağa babaları İnfo-Türk kurucusu, eski solcu tüfeklerden Doğan Özgüden geliyor!” diyerek provokasyonu tekrarlamıştı.
Alçakça saldırılara hedef olan sadece bizler değiliz…
SETA’nın bir önceki raporunda adı geçen gazeteciler, bu ikinci raporda adı geçen Kürtler, Türk-İslam sentezinin rahlei tedrisinde beyni yıkanmış karanlık güçlerin sinsi saldırılarına her an hedef olabilir.
“Avrupa’da PKK yapılanması” raporunda isimleriyle, resimleriyle hedef gösterilen Kürt halkının seçkin şahsiyetleri dün olduğu gibi bugün de dostlarımdır, ömrüm vefa ettiğince de öyle olacaktır.
Teröristlerin “terörist” avına pabuç bırakacak değiliz…
(Artıgerçek, 18 Temmuz 2019)