20 Temmuz 2015’de SGDF’nin çağrısıyla ülkenin dört bir yanından Kobane’nin yeniden inşa sürecine katılmak üzere yola çıkan yüzlerce kişi Suruç’ta Amara Kültür Merkezi önünde basın açıklaması gerçekleştirirken DAİŞ çetelerinin bombalı saldırısıyla karşılaştı.
DAİŞ çetelerinin insanlık dışı saldırıları altında; boğulmaya çalışılan Rojava devrimine dokunmak için yola çıkan devrimcilere yönelik gerçekleştirilen katliam devletin katliamcı yüzünü bir kez daha gösterdi.
Devlet saldırının gerçekleşeceğinden haberdar olmasına karşı müdahale etmeyerek izlerken, bu katliam sonucunda devrime dokunmak isteyen 33 devrimcinin katledilmesiyle tüm topluma mesaj vermek istendi.
İstihbarat raporlarında Suruç Emniyet Müdürlüğü’ne saldırıya ilişkin bilgi verildiği ancak katliamın engellenmediği ortaya çıktı. Dönemin Başbakan’ı Ahmet Davutoğlu’nun ifadeleriyle saldırganların kimliği ve yapacağı saldırılar bilinmesine karşılık “bombalı saldırılar gerçekleşmeden bir şey yapamayacağını” beyan eden devlet görevlileri katliamın önünü açmıştı.
Saldırı neden gerçekleşti?
6-7 Ekim sürecinde Erdoğan “ Kobane düştü düşecek!” diye haykırırken, binlerce genç sokakları doldurarak, Kobane’de varlığıyla ve demokratik kazanımlarıyla DAİŞ çetelerinin, hedefinde olan Kürt ulusunun, yanında olduğunu haykırdı. Gençlik dünyanın dört bir yanında dayanışma eylemlerini ortaya koydu. Şovenist saldırganlığa karşı sınırları aşan TC devletinin heveslerini kursağında bırakan bir direniş gerçekleşti.
Devletin bu direniş karşısında 30 Ekim 2014 MGK toplantısında aldığı karar ise başta Kürt ulusu olmak üzere ülkede devrim ve demokrasi mücadelesi yürüten öznelere yönelik “diz çöktürme operasyonu” oldu. 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin barajı geçerek AKP hükümetinin tek başına iktidar olmasını engellemesi üzerine, HDP’nin ortaya koyduğu demokratik kazanım ve AKP’nin yaşadığı yenilgi “diz çöktürme operasyonu”nu devreye sokan diğer etken oldu.
AKP hükümetinin seçim öncesi 5 Haziran Amed mitingi ve HDP binalarına yönelik bombalı saldırılarla başlattığı imha saldırıları artık Erdoğan’ın seçim politikası olmuştu. “80 milletvekilini verin” bu işi çözelim diyen Erdoğan, tehditlerinin karşılığı olarak katliamların önünü açtı.
Saldırının gerçekleştiği tarih TC tarihi açısından yeni bir dönemin startının verildiği bir dönemeç oldu. AKP hükümeti Suruç katliamıyla 30 Ekim 2014’de gerçekleştirilen MGK toplantısında kararlaştırdığı “diz çöktürme operasyonu”nu devreye sokarken Kürt Özgürlük Hareketi ile girdiği “çözüm süreci”ni de sonlandırmış oldu.
Devlet bu saldırıyla birlikte Kürt ulusuna yönelik imha-saldırı politikasının askeri ayağını yeniden devreye soktu.
Devlet, Suruç’ta gerçekleştirilen saldırı ile devreye soktuğu savaş konseptiyle Kürt Özgürlük Hareketi ile ittifak gerçekleştiren ve Rojava devrimi ile Türkiye halklarının umudunu büyütmek isteyen devrimci güçlere açıktan bir mesaj iletmeye çalıştı. Kürt sorununa dokunmanın ateşten gömlek niteliğini barındırdığını yeniden ortaya koymuş oldu.
Devlet DAİŞ’i Rojava’da Kürt ulusunun devrimci-demokratik kazanımlarını boğmak hedefiyle kullanmaya çalışırken, ülke içinde devrimci-demokratik kitle hareketini bastırmak için kullanmaya çalıştı. Suruç katliamının ardından gerçekleştirilen 10 Ekim katliamı DAİŞ-TC işbirliğinin boyutunu göstermiş oldu.
Dünyanın neresinde ezilenler birleşirse egemenlerin korkusu olur
Devletin Kürt ulusuna yönelik açık savaş konseptinin startını Türkiyeli devrimcilere yönelik imha saldırılarıyla vermesi bu mesajı belirgin bir şekilde ortaya koymakta; egemenlerin korkusunu göstermektedir.
Bugün George Floyd’un katledilmesinin ardından ayağa kalkan Afro-Amerikalı’larla Trump Hülkümetinin neo-liberal politiklarına isyan eden “beyaz yurttaş”ların mücadelesinin birlikteliği Trump hükümetinin nasıl korkmasına neden oluyorsa, TDH’nin Rojava devrimiyle kurduğu ilişki Kürt ulusunun yürüttüğü mücadele ile diğer devrimci-demokratik mücadelelerin birleştirilmesinden TC devleti de öyle korkuyordur.
“Çözüm süreci” içerisinde gerçekleşen Gezi İsyanı, 6-7 Ekim serhildanları ve 7 Haziran seçimlerinde Kürtlerin, Türklerin, Alevilerin, kadınların, LGBTİ+’ların emekçilerin, gençliğin ortaya koyduğu dayanışma ve birleşik mücadele pratiği ezilenlerin elini güçlendiren egemenlerin korkularını büyüten bir pratik hat oldu. Bu temelde devlet saldırılarının esasına bu birleşik mücadele hattını koydu.
Devlet savaş konseptini tam bu cenderenin ortasında Rojava Devrimiyle ilişkilenmek isteyen devrimcileri koyarak Ortadoğu halklarının direniş umuduyla, ülke içerisindeki özgürlük ve demokrasi mücadelesini hedefine almış oldu.
Suruç katliamının ardından
Devletin pratik ve ideolojik olarak gerçekleştirdiği saldırılar Suruç katliamıyla başka bir aşamaya taşınırken 5 yıldır devrimci-komünist güçler tarafından gerçekleştirilen direniş bu saldırıların esasta ideolojik olarak boşa düşürüldüğünü gösteriyor. Pratik olarak devrimcileri katletmeye, imha etmeye yönelen devlet, ideolojik olarak katliamları nasıl ele aldığını, katliamcı yüzünü ortaya koymaya devam ediyor. Suruç katliamıyla toplumun tüm kesimlerine verilmek istenen mesaj 10 Ekim’de Ankara’da gerçekleştirilen saldırıda da kendini açık bir şekilde ortaya koyuyor.
Suruç davasında neler oluyor?
Devletin katliamla olan ilişkisi apaçık ortadayken bu davanın aydınlatılması engellenmeye çalışılıyor. 2019 yılında DAİŞ’in Türkiye Emiri olduğu iddia edilen Yasin Aydın tutulduğu hapishanede ANF’ye verdiği röportajda saldırıları MİT ile birlikte planladıklarını itiraf etti.
Devlet, bu davada sanıkların konuşmasını istemiyor. Davanın sanığı olan 3 kişiden İlhami Balı ve Deniz Büyükçelebi aranırken, sadece Yakup Şahin tutuklu bulunuyor, Yakup Şahin ise mahkeme salonuna dahi getirilmiyor.
Devletin aradan geçen 5 yıla rağmen katliamı aydınlatmak için tek adım atmaması devletin katliamdaki rolünü gösterirken; bu davanın mahkeme salonlarında çözülmeyeceği, adaletin katillerin mahkemelerinde sağlanmayacağı apaçık görünüyor.
Katliamın gerçekleştiği günden bu yana YDG’nin de dahil olduğu ve birçok gençlik örgütünün ortaya koyduğu sahiplenme ve dayanışma örneği adaletin hangi dinamikler üzerinden getirileceğine işaret ediyor.
Bu minvalde gençlik örgütleri olarak örgütlenen “Suruç için adalet, herkes için adalet!” kampanyası 5 yıldır devletin katliamcı yüzünü teşhir ederken devletin gerçekleştirdiği diğer katliamlar ve cinayetlerin adalet talebiyle bu davanın ilişkisini ortaya koyuyor. Ülkede adalet bekleyen yüzlerce toplumsal olay varken, devletin bu olaylarda ortaya koyduğu çözümsüzlük ezilenlerin adaleti sağlamak için mücadele etmesini dayatıyor.
5 yıldır örgütlenen kampanya çerçevesinde Suruç katliamının, Madımak katliamının, 10 Ekim katliamının, Berkin Elvan’ın, Ali İsmail Korkmaz’ın, Şule Çet’in ve adalet bekleyen tüm cinayet ve katliamların hesabının ezilenlerin kendi mücadele araçlarıyla yürütülmesi gerektiğini gösteriyor.
Bu çerçevede adalet talebiyle başvurulan tüm devlet mekanizmaları adaletsizliği büyütmeye devam ederken Sivas katliamı örneğinde gördüğümüz üzere devrimci-komünist güçlerin her hesap sorma pratiği ezilenlerin umudunu büyütüyor.
Bu gerçekliğe dayanarak adalet talebinde bulunan ezilenlerin; mücadelelerini birleştirerek, hesap sorma pratiğini ortaya koymak adalet mücadelesinin gelişimi açısından oldukça önemli bir yer tutuyor.
Devletin ortaya koyduğu katliamcı karakterine karşı; ezilenlerin umudunu, adalet özlemini gençliğin mücadelesiyle pratiğe dönüşmesi oluşturuyor.