“Davaya zarar verecek hal ve hareketlerden kaçının. Lüks yaşamayın.” Bu sözler Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan’a ait. Malum kendisi partisindeki “metal yorgunluk”tan şikayetini birkaç defa dile getirmiş, faturayı kestiği kesimlerin başında ise partisinin belediye ve il başkanları gelmişti. Bunlar içerisinde en çok konuşulan kuşkusuz İstanbul ve Düzce belediye başkanlarının istifası oldu.
Başta Ankara olmak üzere çok sayıda belediye başkanının da istifasının söz konusu olduğu dilden dile dolaşıyor. Gerçi 1995 yılından bu yana Ankara halkının başına türlü bela kesilen AKP’li Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, sarayda yaptığı “sıkı pazarlık” sonucu şimdilik koltuğunu bırakmayacakmış, ancak bu “metal yorgunluğun” onun 2019’da gerçekleşecek yerel seçimlerde aday olmayacağına kesin gözüyle bakıldığı, saray eşrafı tarafından sıkça dillendirilir oldu.
Erdoğan’ın “Kadir abi” dediği AKP’li İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ı bile bu denli göz önündeyken istifaya ettirmesinin esas nedeni “lüks yaşamaları” mı? Bunun samimiyetine inanmak mümkün değil, keza öyle olsaydı, Erdoğan öncelikle kendi ve palazlandırdıklarının paraya, ranta ve lükse düşkünlüğüne bir an önce son vermesi ve bütün bir Afrika coğrafyasının kalkınmasını sağlayabilecek varlıklarını sahiplerine, yani sırtından kazandığı halka teslim etmesi gerekirdi. Oysa durum hiç de böyle değil! Keza durumun böyle olması egemen sınıfları, varlık gerekçeleriyle antagonist çelişkilere sürükler, egemen sınıflar ve uzantısı olan aygıtları “kendiliğinden” ortadan kalkıverirdi!
Bunun böyle olmadığını sadece toplumsal mücadele yasalarına bakarak iddia etmiyoruz kuşkusuz. Sayıştay raporu, bu bakımdan sınıfların varlığını ve mücadelesinin zorunluluğunu ortaya koyan bir delil olarak görülmeli. Her ne kadar halkımızca “örtülü ödenek” olarak bilinse de gerçek adı “Gizli Hizmet Gideri” olan kalemde yapılan harcamaların boyutunu bilemesek de raporda açığa çıkan harcamalar bile hakim sınıfların saray yoluyla halkı nasıl sınırsızca sömürmeyi kendine hak bildiği ve adeta Osmanlı Devleti’nin “Lale Devri”ni yaşadığı görülür: Rapora göre 2016 yılında Saray’da “temizlik” için 2 milyon 48 bin 921 TL, “kırtasiye masrafı” için 1 milyon 540 bin 858 TL, “beslenme, gıda amaçlı ve mutfakta kullanılan tüketim malzemeleri” için ise 1 milyon 216 bin 63 TL harcanmış! Yaklaşık 5 milyona yakın olan bu harcama muhtemelen “buzdağı”nın görünen yüzü!
“Örtülü ödenek”ten yapılan harcamaların nereye gittiği bilinmese dahi bilinen bir gerçek daha var ki, o da 2017’nin Ağustos ayına kadar geçen zamanda örtülü ödenek harcamasının geçen yıla göre yüzde 63.1’lik artışla 2 milyar 121 milyon liraya yükselmiş olduğudur. Cumhurbaşkanı için “örtülü ödenek” bütçesi eskiden de vardı, ancak şimdiye kadar cumhurbaşkanlarının ihtiyaç duymadığı bu uygulama, 2015 yılında sabaha karşı bir torba yasa tasarısına eklenerek Meclis’ten geçirilmiş, başbakan gibi cumhurbaşkanına da örtülü harcama imkanı verilmişti. Cumhurbaşkanının “kimseye hesap vermek zorunda olmadığı” bu ödeneğin “devletin güvenliği”, “özel işleri” vs. ile ilgili olmadığı da ortada, keza o harcamalar zaten başbakanlığın bütçesinden kullanılıyor.
Ama Erdoğan ve şürekâsının bu konuda da diyecekleri var: “Sayın Cumhurbaşkanımızın maaşı ve artış oranları abartılı şekilde yüksek gösterilmeye çalışılmaktadır. Cumhurbaşkanlarının maaşları uzun yıllar boyunca devlet memurlarına yapılan zam oranlarına göre artırılmaktadır. Sayın Cumhurbaşkanımızın döneminde de maaş artışları yine devlet memurlarına yapılan zam oranlarında gerçekleştirilmiştir.” Yapılan bu açıklamada Erdoğan’ın “İtibardan tasarruf olmaz” sözüne de yer veriliyor. Görünen o ki, arabasının Passat olmasına can-ı gönülden isyan eden ve “İstanbul Valisi ‘s350’ye biniyor. Hakkari Valisi de ‘s350’ye biniyor o zaman nasıl Kastamonu, Ankara, İzmir, Pendik, Üsküdar Belediye Başkanları Audi’ye biniyorsa, Düzce Belediye Başkanı’nın da en doğal hakkı” diyen Düzce Belediye Başkanı Mehmet Keleş yalnızca “ustasının sadık bir öğrencisidir”! O halde istifaya zorlanarak “hakkı yenilmiş” bile denebilir!
Öyle de zenginiz ki, işçi patrondan çok vergi ödüyor!
Peki bu istifaya zorlamalar hangi “davaya zara verdikleri” için gerçekleşmektedir?
Bu “davanın”; güzellemesi yapılan, muhafazakar kesimler açısından herkese eşit olmak, adaletli yaklaşmak anlamında kullanılan “Hazreti Ömer’in adaleti”ni sağlama davası olmadığı ortada! Bunun için de son süreçte açıklanan dış borç tutarlarına ve gündeme gelen zamlara bakmak gerekir:
Devletin toplam dış borç tutarının milli gelir toplamının yarısını geçtiğini ve 432 milyar dolara yükseldiğini Hazine Müsteşarlığı’nın açıkladığı hesaplardan görmek mümkün. Bu da, AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana her fırsatta dile getirdiği ülkenin dış borçlarını temizlediği, ülkeyi yeniden refah dolu günlere kavuşturduğu yalanının artık geçerliliğinin kalmadığının göstergesi, çünkü bu borç, 2001’de derin bir ekonomik ve siyasal krize neden olan borç tablosundan daha büyük.
Bu krizin derinleşmesinin önüne geçmek için kolları bir süredir sıvamış olan hakim sınıfların bu borcu kapatmak için yeni düzenlemelere gittiği, her seferinde hakim sınıfların açgözlülüğü, rant kavgası ile elinde patlayan ve krizi derinleştirmekten başkaca işe yaramayan bu yöntemlerin zam ve vergi artırımı olduğunu söylemeye hacet bile yok! Bu zam ve vergilerin de halkın cebinin hortumlanmasından ziyade bir durum olmadığı söylemek hele söz konusu bile olmamalı. Keza patronların vergilerinin neredeyse yüzde yüz silindiği bir vergi sistemi ile başkası da, hakim sınıflar “vicdana gelse” dahi mümkün değil! MTV zammı için “mecburuz” açıklaması yapan devlet temsilcileri, iş patronlara geldiğinde 0 (sıfır) vergi ile anlaşmalar yapıyor ve böylelikle bir işçinin, halka küfreden büyük patronlardan Mehmet Cengiz’den daha fazla vergi ödemesini sağlayabiliyorlar. Büyük yetenek doğrusu!
Bizim de “cephe tahkimatı”na ihtiyacımız var!
Bu “davanın” ne adaletle ne eşitlikle ilgisi yoktur. Bu “dava”, Erdoğan’ın başını çektiği hakim sınıflar kliğinin; her durumda ayakta kalma, emekçi halkın sömürüsü ve her türden ezilenler üzerinde tahakküm araçlarını elde tutma davası olduğu ortadadır. Bu “dava”da “metal yorgunu” olanlara dönük bu hızlı operasyon hali ise sıkça parlatılmaya çalışılan “Erdoğan’ın vizyon yenilemesi” olarak değil, bu hakim sınıf kliğinin “cephe tahkimatı” olarak okumak gereklidir.
2008’den bu yana emperyalist-kapitalist sistemin bir türlü yarasını saramadığı ekonomik-siyasi krizin derinleşmesinin, Suriye ve Ortadoğu başta olmak üzere dünya üzerinde süregiden savaş ve çatışmalı ortamın sürmesinin etkisinin; TC gibi ülkelerde sermaye sisteminin ihtiyaçlarını karşılayamayan, halkın isyan ve öfkesini dizginleyemeyen iktidarlar açısından her an alaşağı olmak anlamına geldiği açıktır. OHAL’di, KHK’lerdi, Kürt ulusal mücadelesi başta olmak üzere işçi ve emekçilerin, kadın ve LGBTİ’lerin, azınlıkların, inançların yok edilme çabasıydı derken aslında AKP kendisi açısından bir çözümsüzlük ve kriz içerisinde debelenmektedir. Buradan çıkışı da ancak “cephe tahkimatı” ile mümkündür. Emperyalist Rusya ile yapılan görüşmelerde, S-400 silahlarının siparişinde, yine Rusya’nın ABD ile Rusya arasındaki Suriye çıkar kavgasında TC’yi burnunu sürterek yanına çekme çabalarında, İdlib’e asker göndererek işgal hazırlığına soyunmasında etkili olan budur.
Yapılması gereken bu “cephe tahkimatı” karşısında, halkın emeğini-canını-kanını sömürmekte “itibarda tasarruf olmaz” diyerek kendine meşruluk kazandırmaya çalışan hakim sınıflara karşı direnişten tasarruf etmemektir! Halk düşmanı hakim sınıfların sömürü, rant ve işgal politikalarının yaygın teşhirini yapmak bunun bir aşamasıyken, sokağın gücünü örgütlü güce çevirmenin yollarına yoğunlaşılmalı, bir “cephe tahkimatı”na da direnenler olarak sahip olabilmek için bunun hazırlığına hızla girilmelidir.
Devrimci öncüyü, bu sürece uygun hale getirebilmek elbette onun son süreçte aldığı yaraları sarmakla ve bu yaralarına mücadeleden beslenen pansuman ile müdahale etmekle mümkündür. Çemberin en içinden halka halka yayılarak örgütlülüklerimizi güçlendirebilmekle, bir “cephe tahkimatı”mız olan öncüyü yenilemekle mümkündür.