Kendini sol/sosyalist kimliğiyle tanımlayan her insan, yaşadığı yer neresi olursa olsun gördüğü haksızlıkların karşısında olup ezilenlerin yanında saf tutar. Çünkü sosyalist olmak bunu gerektirir.
Bu yüzden ezilenlerin mücadelesinde tereddütsüz nerede durması gerektiğini bilir. Bilir ki, bu düzen içerisinde birlikte mücadele edilmeden, bedel ödenmeden hiçbir hak ve kazanım elde edilemez. Ve elbette ezilenlerden yana olmak, her türden sömürüye karşı durmak, bu topraklarda yaşayan herkesle “hayatı yeniden kurma”yı istemektir aynı zamanda.
Bu anlamıyla bu topraklara olan bağlılığımız, kimsenin sorgulayacağı, üzerinden siyaset yapmaya çalışacağı bir durum değildir, olamaz da. Kendisini Türk milliyetçisi/ulusalcısı olarak tarif edenlerden bu topraklara bağlılığımız eksik olmadığı gibi, yaşananlara bakıldığında fazlasıyla diyebileceğimiz yanlarımız da vardır.
Çünkü bizim bu topraklara bağlılığımız, bir halkı veya kültürü yok sayan/ötekileştiren, onlarla hiyerarşik ilişki kuran bir şekilde inşa edilmemiştir. Eşit-özgür, tamamıyla ‘gönüllü’ olarak bir arada yaşamayı güvence altına almak isteyen bir yurtseverliktir bizimkisi. Böyle düşünüp yaşamı böyle tahayyül ederken halihazırdaki siyaset yapma anlayışını/şeklini yeterli görmek de mümkün değildir.
Özellikle tekçi (Sünni/Türk) kimliği öne çıkartan siyaset anlayışı ve bu anlayışın farklı biçimlerde karşılık bulduğu hiçbir parti, bu ülkede ezilenlerin ve ötekileştirilenlerin ne sesi ne de içinde siyaset yapabileceği yer olabilirdi.
Böylesi bir arayışın karşılık bulabileceği HDP, işte 8 yıl önce sosyalistlerin, sendikaların, yeşillerin, Alevilerin, feministlerin, kadın örgütlerinin, sol liberallerin, demokratların, emek yanlısı bir siyasal duruşu benimseyen İslamcı çevrelerin, LGBTİ+’ların ve Kürtlerin bir araya geldiği bir çatı partisi olarak kuruldu. Tüm bileşenlerin yani ezilenlerin, ‘ana akım siyaset’ tarafından dışlanan kişi ve grupların ortaklaştırdığı talepler doğrultusunda kuruldu HDP ve programını oluşturdu.
Emekten yana, halklar arasında gönüllü ve eşit bir ilişkiyi esas alan, cinsiyet eşitliğini benimseyen, doğa üzerinde hâkimiyeti değil, doğayla uyum içinde yaşamayı temel felsefe kabul eden bir programdı bu. HDP, yaratılmak istenen algının aksine DBP (Demokratik Bölgeler Partisi) gibi sadece Kürtlerin yoğun yaşadığı yerlerde örgütlenen bir “bölge” partisi de değildi üstelik.
Bu yanıyla HDP içinde olmak, bir bütün olarak hayatın her alanında ezilen/ötekileştirilenlerden yana bir parti olduğu için bilinçli bir tercihin ötesinde zorunluktu aynı zamanda bizim için. Ayrıca bu kuruluş süreci, “Kürt Meselesi”nin barışçıl mutabakatla çözülmesi için siyasi iktidarla Kürt siyasi çevrelerin yoğun diyalog içinde olduğu bir konjonktürde başlamıştı.
Fakat bu mutabakat -ne yazık ki- bozuldu. Sürecin çözümsüzlükle sonlanmasında, altını çizmek gerekir ki, siyasi iktidar ve sermayedarların ABD’yle yaptığı gizli ittifaklar belirleyici olmuştur. Mevcut iktidarın oyalama ve aldatma sürecine girmesinin yanında, zaten ABD’nin, ülkelerin iç çatışmalarından beslenen bir devlet olduğunu dünya âlem biliyor. Bizim coğrafyamızda da böylesi bir anlaşma ve barışın yapılmaması için boş durmayacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yok.
ABD’nin özellikle Irak’a ardından Suriye’ye müdahalesiyle birlikte Ortadoğu’da kartların yeniden karıldığı bir süreçte, milliyetçi/siyasal İslamcı çizgideki iktidarın bölge üzerinden Kürtleri yok sayan yayılmacı politikaları, Türklerle Kürtler arasındaki yüzyıllara dayanan duygusal bağları giderek daha fazla zayıflatmaktadır.
Kürt siyasal hareketi, bu bağı kimi zaman ordu ve/veya Ulusalcılar üzerinden, kimi zaman da 1996’da olduğu gibi Erbakan’ın İslami referansları güçlü partisi üzerinden kurmak istedi; fakat Türk siyasal hayatında T. Özal dönemi ve sonrasında “Çözüm Süreci” hariç bu bağ, ciddi biçimde hiçbir zaman kurulamadı. Uzun zamandır aradaki duygusal bağlar, sol/sosyalist /demokrat/devrimci güçler üzerinden kurulabiliyor kısmen de olsa. Biraz abartarak olacak ama aradaki tek bağ bu güçlerdir diyebiliriz. Bunun cisimleştiği yer de HDP’dir. Çünkü hem ezilenlerin her türden taleplerini görünür kılmayı hem de Türklerle Kürtlerin eşit ilişkiler içinde örgütlenebilmesini sağlayan tek güç ve merkezdir HDP. Tutuklanan MYK üyelerinin çoğunluğunun Türk halkından gelenler olması bile bu bağı kimin kurduğunun -sınırlı da olsa- bir göstergesidir.
Yani bizler genel olarak ezilenlerin sesi olmak dışında, bölgede emperyal emelleri olan devletlerin bu topraklarda iktidarlar eliyle tarihsel ve duygusal bağlar bulunan halkları karşı karşıya getirecek politikalarına karşı durmak/engellemek için de HDP’de bulunuyoruz. Bunun farkında olan siyasi iktidar ve ortakları, bu bağın güçlenme ihtimalinden rahatsızlık duyuyor, dolayısıyla HDP’ye bu kadar düşmanca bir siyaset tarzıyla yaklaşıyorlar. Tekçi devlet zihniyeti ile ülkenin ‘beka ve bölünme’sine karşı bariyer olduğu iddiası taşıyan Türk milliyetçi/Ulusalcı ve İslami güçlerin keskin siyasal söylemleri/yönelimleri, ‘bölmeye çalışıyorlar’ hezeyanları, Kürtlerin bu topraklara olan tarihsel ve duygusal bağlarına her geçen gün zarar veriyor.
Yaratılan bu siyasi iklimin sonuçlarının ağır olacağını görmüyor, “Denize düşen ABD türünden yılana sarılır” misali ABD’nin bu bağları daha da zayıflatmak için müdahil olmasının koşulları yaratılıyor. Hatırlanırsa, Irak Arap Yönetimi’nin Kürtlere karşı geliştirdiği sert milliyetçi politikalar, 1991-2003 arasında yaşanan Körfez Savaşı sonrası, Kürtlerin Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’ni ilan etmesine ve ABD ile ilişkilerini derinleştirmesine neden olmuştu. Türkiye için de bu olasılık -bu politikalarla devam edilirse- Irak’tan az değildir.
2000’li yılların başından itibaren Türkiye’deki Kürtler, “ayrılma hakkı” eksenli bir siyasal programları olmadığını birçok platformda dile getirmişlerdir. İlk kez “İmralı Savunmaları”nda ifade edildi bu eksen değişikliği. Sonrasında “Çözüm Süreci”nde yapılan “Dolmabahçe Mutabakatı” ile “İmralı” tarafından önerilen 10 maddelik programla bir kez daha deklare edilmiş oldu.
Dolayısıyla Türkiye’deki Kürtlerin siyasal çizgisi, Irak’taki Kürtlerin “ayrılma eksenli” programından farklıdır. Ancak bunun karşılığında Türkiyeli Kürtler, eşit yurttaşlık ve anayasal güvence talep ediyorlar. Bu tavır açık ki, “gönüllülük” temelinde kurulmak istenen bir duruşa işaret ediyor. HDP’nin kuruluşunda bu felsefi ve programatik arka plan çok etkili olmuştur.
Elbette ki bunun ancak Türkiyeli Kürtlerin anayasal haklarının hukuki güvence altına alınmasıyla mümkün olacağı açıktır. HDP’deki demokratik muhalif güçler bu anlamıyla, artık AKP türünden İslamcı siyasetin bile “Ümmetçi” çizginin gerektirdiği kapsayıcılıktan uzak olduğu bugünkü koşullarda, aradaki en önemli bağı sağlamak üzere önemli bir rol üstlenmektedir. Eğer HDP üzerinden yapılan operasyonlarla bu bağ kopartılırsa, bunun ağır tarihsel sonuçları olacaktır.
“Kürt Meselesi” çözülmezse Kürt düşmanlığı üzerinden politikalarla beslenen siyasi iktidar, ülke içinde gerilimi tırmandırmaya devam edecektir. Bu durum, sürekli aşınan duygusal bağları kopma noktasına getirecektir. Dolayısıyla böylesi bir tablonun sorumlusu, Türk milliyetçiliği ve siyasal İslam çizgisinde siyaset yapan iktidarın kendisi olacaktır. Ve böyle bir sonuç, kimseye kazandırmayacaktır.
Osmanlı’nın dağılmasına neden olan milliyetçiliğin yarattığı ağır travmayla birlikte bölünme/küçülme psikozu altında güçlükle kurulabilen Türk Ulus Devleti, aradan yaklaşık yüz yıl geçmesine rağmen hâlâ bu psikozdan kurtulabilmiş değildir. Tüm ulus devletlerin doğasında olan kendi dışındaki etnik/kültürel farklılıkları homojenize etme çabası, Türkiye Cumhuriyeti’ni de benzer yönelimlere sürüklemiştir.
Hâlâ “küçülme/bölünme” ağır psikozu altında farklılıklara tahammülsüzlük, herkesi ve her kültürü “mermer” metaforunda olduğu gibi aynılaştırma travmasıyla hareket edilemez. Günümüz siyaseti hem bu darlıkta devam ettirilemez hem de bu tahammülsüzlük ciddi kırılmalara yol açacaktır. 97 yıllık Cumhuriyetin son 40 yılı bu travma ve psikozun tahrip edici etkisi altında geçti. Türkiyeli demokrasi güçleri bu psikolojinin dayattığı ve yaşattığı ağır sonuçların tekrarlanmaması için her koşulda Kürtlerle yan yana durmanın gerekliliğini, teorisi ve pratiği ile göstermeye çalışmaktadır. Bu duruş, Kürtlerle Türkler arasında önemli bir bağı sağlarken tarihsel bir görevi de yerine getirmeye çalışmaktır aynı zamanda. Dolayısıyla HDP’nin kuruluş sürecinde Türkiyeli muhalif güçlerin önemli bir ağırlığı da bulunmaktaydı parti içinde.
Kuşkusuz Kürtler çok daha örgütlüydüler ve nüfuslarının yoğun olduğu bölgelerde belirleyicilikleri zaten tartışma götürmeyecek kadar açıktı. Fakat sonrasında yaşanan kimi gelişmeler -Çözüm Süreci’nin başarısızlıkla sona ermesi ve 7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP’nin kazandığı başarının AKP-MHP-Ulusalcı güçler tarafından kabul edilmeyişi- nedeniyle parti üzerinde baskılar artmaya başladı. Bu durum, HDP’nin Türkiye’nin batısında örgütlenme olanaklarını azalttı.
Bir yandan partiye dönük baskılar diğer yandan “HDP Kürt partisidir, terörle iç içedir” algısı yaratma çabaları, parti içindeki Kürtler dışındaki diğer tüm güçlerin başlangıçtaki gücü ve dinamizmini kısmen azalttı. (Kuşkusuz kimi dönemlerde parti içinde Türkiye toplumundan dinamikleri yeterince dikkate almayan tavır da bu zayıflamanın küçük ama görmezden gelinmeyecek nedenlerinden biridir.) Şimdi HDP’nin baskılarla sadece Kürt bölgesinde sınırlandırılma çabaları ile -eğer becerilebilirse- “Kürt Partisi” haline getirilmesi, Kürtlerle aramızdaki duygusal bağları zayıflatmak dışında kime ne kazandıracak? Tersinden söyleyecek olursak HDP üzerinden -en azından 6 milyon oy sahibinin- Türkiye’nin batısına uzattığı eli ortada bırakmak kime ne kazandıracak? Uzatılan elin ortada kalmasıyla HDP’nin gerçekten bir “Kürt Partisi” haline gelmesi bu noktadan sonra Kürtlerin suçu mu olacak?
Adına “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denilen bu ucube rejimi sürdürme koşullarının azaldığı bir sıkışmışlıkla, ilk elden HDP’ye yapılan “6-8 Ekim Olayları” kapsamındaki operasyonun arka planını iyi anlamak/anlatmak gerekir. Gerçekleri bütün boyutlarıyla kavramak için biraz geriye gitmek gerekiyor: ABD emperyalizminin Körfez Savaşı ile önce Irak sonrasında Suriye’ye müdahalesi ile başlayan süreçte, Türk hükümetinin Irak’a değil de Suriye’ye yapılan müdahalenin bir parçası haline geldiği genel olarak ülke ve dünya kamuoyunda kabul gören bir olgudur. Hem Irak’a hem de Suriye’ye yapılan müdahalelerle yerlerinden yurtlarından edilen milyonlarca insan, mülteci durumuna düşürüldü. IŞİD, böyle bir ortamda ABD’nin örgütlediği “Yeşil Kuşak”ın bir türevi ve diğer yanıyla da ABD’nin yarattığı ucube bir hareket olarak ortaya çıkmıştır.
ABD işgaline karşı bölge halklarının direnişi elbette en doğal haklarıdır ama bunun IŞİD türünden hareketlerle kendini örgütleme çabası çıkmaz sokaktır! Çünkü IŞİD, işgale karşı bir tepkiyi örgütlemek yerine; Kobane’de Kürtlere, Şengal’de Ezidilere, Tuzhurmatu ve Telafer’de Türkmenlere ve Sünni olmayan diğer mezhepten insanlara karşı vahşice saldırıya geçti. Bu saldırılarda kadınları köle pazarında satmaktan tutun da tarihi/kültürel mekânları tahrip etmeye, insanları hunharca öldürmeye kadar bir dizi katliama başlamıştı. Elbette tarih ve insanlık dışı bu eli kanlı örgütün Kobane’ye saldırısının Kürtler içerisinde bir reaksiyon yaratmayacağı düşünülemezdi.
Çok geçmeden IŞİD’in 15 Eylül’deki Kobane saldırısının hemen ardından kendiliğinden tepkiler ortaya çıkmaya başlamış, bölge halkının sokağa çıkması ve gösteriler, 26 Eylül’de zaten başlamıştı. Yani HDP’nin 6 Ekim MYK çağrısından önce gösteriler, tamamıyla demokratik sınırlar içerisinde ve kendi doğallığında devam etmekteydi. Türkiye-Suriye sınırında sadece tel örgülerin ayırdığı tarihsel ve etnik olarak akraba olan insanların Kobane’ye yapılan saldırıya tepki vermeleri o ölçüde eşyanın tabiatına da uygun bir durumdur. Çünkü IŞİD, ele geçirdiği her yerde öyle korkunç bir terör estiriyordu ki, böyle bir vahşetin/katliamın Kobane’de de yaşanma ihtimali, büyük bir korku ve tedirginlik yaratmıştı bölge halkında. Üstelik o günlerde IŞİD katliam görüntüleri tüm dünyaya servis edilmekte ve sınırın bu tarafındaki insanlar, bu vahşi terör çetesinden duydukları kaygılar nedeniyle kendi öz iradeleriyle sokağa çıkmaya başlamıştı. Aralarında tarihsel ve etnik bağ olan bu insanların böylesi kritik bir süreçte kimseden direktif almaya gerek duymadan tepki göstermesi kadar ayrıca doğal ve normal ne olabilirdi?
Bölge halkından herhangi bir kimsenin bugüne kadar “Bizi HDP sokağa çıkardı” şeklinde bir açıklaması da olmamıştır. (Hazırlanan iddianamede gizli tanıklarla buna da çözüm bulunmuş!) Üstelik sokağa çıkan insanların hepsinin HDP’li olduğu iddiası da kabul edilemez. Çünkü HDP’li olan-olmayan, AKP’ye oy verenler de dâhil olmak üzere birçok Kürt vatandaşımız kendi öz iradesiyle o süreçte sokağa çıkarak tepkilerini göstermeye başlamıştır. Bu, tamamıyla IŞİD teröründen duyulan korku ve kaygının karşılığı olarak zuhur etmiştir. Dolayısıyla kitleleri sokağa çıkartan HDP değildir. HDP’nin bölge halkını bu düzeyde sokağa çıkartacak, isnat edilen fiilleri örgütleyebilecek hiçbir mekanizması/kurum ve altyapısı, şiddet yaratacak aygıtları olmadığı gibi böylesi bir politikası da yoktur.
26 Eylül-7 Ekim arasında devam eden gösteriler sırasında hiçbir ölümlü vaka da yaşanmamıştır. Ardı ardına gelen ölüm vakalarının ilki 7 Ekim’de 14.30’da güvenlik güçlerinin açtığı ateşle (Muş/Varto-Hasan Buksur) meydana gelmiştir. İddia edildiği gibi 6 Ekim akşamı atılan tweetlerin hemen ardından gerçekleşmemiştir. 7-8 Ekim, bu iki gün, ölümlü vaka haberleri gelmeye başladı. Devletin güvenlik güçleri sokaklardan büyük oranda çekilmiş, ortalıkta “karanlık güçler” boy göstermeye başlamıştır.
Olayların seyri başka bir noktaya, çatışmalı bir hale evrilmiştir. Bu kişilerin IŞİD benzeri cihatçı çete üyeleri ile iktidarın paramiliter güçleri olduğu iddiası, siyasal iktidarın aydınlatması gereken en önemli soru olarak cevap beklemektedir. Üstelik ölenlerin çoğunun HDP’ye oy veren insanlar olması da başka bir izaha muhtaç durumdur. Bütün bunlar açıklığa kavuşturulmadan tüm yaşananlardan HDP’yi sorumlu tutmak, paylaşılan tweetleri bahane ederek operasyonlarla insanları tutuklamak, bunun üzerinden siyasi rant devşirmeye çalışmak, olayların sorumluluğundan kaçmanın yanında miadı dolan siyasi rejimin nasıl bir acz içinde olduğunun da en açık göstergesidir.
Kobane’ye saldırıların ardından gösteriler devam ederken HDP, 6 Ekim’de niçin tweet atma gereği duydu? Bu soru da açıklıkla yeniden cevaplanmalı: Öncelikle HDP’nin seslendiği kitle, emeğiyle geçinen toplumsal kesimler ile Kürtler ve Aleviler gibi kimlik üzerinden geçmişten bugüne sorunlar yaşayan kesimlerdir. HDP, bu emekçi toplumsal dinamiklerin sorunlarını görünür kılmak, sorunlarına çözüm üretmek ve aynı zamanda bu sorun ve talepleri meclis dâhil her platformda gündeme taşımayı en başat politika olarak belirleyen bir partidir. Özellikle son 40 yıldır anayasal/hukuksal kimi haklar talep eden Kürtlerin de HDP’den önemli beklentileri vardı.
Üstelik bu talepleri için büyük bedeller ödemiş bölge halkının sorunlarına HDP’nin duyarsız kalması, görmezden gelmesi asla düşünülebilecek bir durum da değildir. Yine aynı şekilde ele geçirdiği yerlerde yaptığı katliamlarla kitlelerde infial uyandıran IŞİD’e karşı bütün dünyanın tepki gösterdiği o günkü koşullarda, Kobane’de saldırıya uğrayan Kürtlerin akrabası olan sınırın bu tarafındaki bölge halkının, dolayısıyla HDP’nin tepki göstermemesi düşünülemezdi.
Yine aynı süreçte dünya çapında onlarca ülke, IŞİD Karşıtı Uluslararası Koalisyon’la yaşanan katliamlara karşı mücadele yürütme amacıyla -üstelik göstermelik de olsa birçok ülke gibi Türkiye devleti de bu koalisyona katılmıştı- hem içeride hem de dışarıda IŞİD karşıtı böylesi bir tepki yükselmişken HDP’nin bu sürece dâhil olmasından daha doğal ne olabilirdi? Ayrıca bu katliam çetesine tepki gösteren insanlara ses olmaya çalışmak, bugün hangi mantıkla terörle ilişkilendirilebiliyor? Yanı başımızda hem de dünyanın gözü önünde yaşanan bu vahşete/katliama elbette seyirci kalınamazdı.
HDP’nin tweetleri her şeyden önce, insanlık adına yapılması gereken bir dayanışma eylemliliğidir. Atılan tweetler böylesi bir anlam taşıyorken, gösterilere müdahale sırasında ortaya çıkan olaylar ve şiddetten HDP’yi sorumlu tutmak, yaratılan çatışmalı şiddetin gerçek nedenlerini örtmeye çalışmaktır. Kaldı ki HDP o tweetleri atmamış olsaydı dahi, gösterilerin ardından böylesi bir çatışmalı sürecin yaşanacağını öngörmek için 90’lı yıllara dönüp bakmak yeterlidir.
IŞİD ve benzeri cihatçı çetelerle kurulan ilişkiler, yapılan işbirliği, sağlanan imkanlar, ülke sınırları içinde kurulan kamplarda verilen eğitimler ve sonrasında yaratılan çatışmalı sürecin ve ölümlerin sorumlusu elbette HDP olmayacaktır. Ayrıca, ele geçirdiği yerlerde İslam Devleti ilan eden eli kanlı güruha göstermelik üç beş açıklama dışında sessiz kalındığını da bu ülkede yaşayanlar olarak biliyoruz. Siyasal İslamcı iktidarın bu cihatçı çetelerle -ki birçok emperyal ülke de dahil buna- bölge halklarının çatışmalarının derinleşmesi için gizli işbirliği yaptığını da… Rojava’da başlayan direnişle ancak önü kesilip kontrol altına alınabildi bu terör çetesinin. Rojava’da bölge halklarının IŞİD’e karşı verdiği ölüm kalım savaşı sayesinde. Başta da Kürtlerin…
Gösterilerin çatışmalı bir hal aldığı o iki gün boyunca, HDP’den S.S. Önder, İ. Baluken ve P. Buldan ile Başbakan Yardımcısı Y. Akdoğan ve İçişleri Bakanı E. Ala arasında yürütülen görüşmelerle olayların durdurulması amaçlanmış, bu doğrultuda hükümet, “İmralı”dan mektup getirerek S. Demirtaş’ın kamuoyuna açıklamasını istemiştir. (Demirtaş’ın bu süreci anlattığı ifadeleri mahkeme tutanaklarında mevcuttur.)
O süreçte HDP ve Hükümet yetkililerinin koordineli bir çalışma yürüttüğü yine kamuoyu nezdinde bilinen bir durum. 9 Ekim’de İmralı’dan gelen “sükûnet çağrısı” ile olaylar sonlandırılmıştır. Yani ne iddia edildiği gibi olayları -atılan tweetlerle- başlatan ne de sonlandırılmasında -diyalog kurmaya yardımcı olma dışında- hiçbir rolü olmayan HDP, peki bu durumda niçin olaylardan sorumlu tutuluyor? Hangi siyasal hesaplarla bu operasyon başlatıldı? İktidar ve ortağının siyasi hesapları neydi ki zaten eş başkanları dâhil çok sayıda yönetici ve vekilinin tutuklu olduğu bir partinin tüm örgütüne yönelik sürek avına dönen bir operasyon için düğmeye basıldı?
Türk siyasal hayatının geldiği nokta itibarıyla seçimlere ittifaklarla girmek zorunlu bir hal arz ediyor artık. Zayıflayan Cumhur İttifakı, gücünü İYİ Parti ile arttırmak istiyor. Bu beklentinin bir tezahürü olarak ilk elden İYİ Parti “yerli ve milli” ilan edildiği gibi M. Akşener’e “evine dön” çağrıları yineleniyor. İktidar ve ortağı bir yandan İYİ Parti’yi Cumhur İttifakı içine almaya çalışıyor, bunu yaparken de HDP’yi terörle ilişkili gösterip Akşener başta olmak üzere diğer partilerin yapacakları ittifakta HDP ile ilişkilenmenin önünü kesmeye çalışıyor.
Şayet Akşener HDP ile ilişkilenirse bu CHP’nin de HDP ile yakınlaşmasında elini güçlendirecek, AKP-MHP dışında kalan partilerin bir araya gelmesinin imkanları artacak. Aslında HDP’ye yapılan operasyon bir yanıyla Akşener’e ve İYİ Parti’ye yapılmıştır. Şayet Akşener, AKP-MHP’nin Cumhur İttifakı’na eklemlenmezse, İYİ Parti üzerindeki Demokles’in Kılıcı sallanmaya devam edecek. HDP üzerinde ise bu kılıç, her daim sallanmakta zaten. İktidar, böylesi çoklu siyasi hedeflerle bir yandan da Anayasa Mahkemesi ile uğraşmakta. Erdoğan’ın 3. kez başkanlık seçimine girip giremeyeceğini nihai olarak AYM kararı belirleyecek. AYM’nin bütün olarak da yargının, iktidarın emrine amade bir yapıya dönüştürülme çabasının son örneği de İrfan Fidan’ın AYM üyeliğine jet hızıyla gelişidir.
İktidarlarını sürdürme telaşına düşenler, 6 yıl sonra 6-8 Ekim Olayları’nın HDP’nin çağrısıyla başladığı iddiasıyla HDP üzerinden Türkiye siyasetini yeniden dizayn etmeye çalışıyorlar. HDP üzerinden siyasi hesaplar yapılan bu süreç, aslında iktidar ve ortağının hem içeride hem de dışarıdaki sıkışmışlığının en somut göstergesidir.
Ezilen ve yoksul emekçi kesimlerin haklarını gasp ederek sürdürdükleri saltanatlarının ve toplumda karşılık bul(a)mayan “ucube başkanlık sistemi”nin devamı için sadece yapılan operasyonlar elbette yetmeyecekti! Hemen ardından HDP’nin hazine yardımlarının kesilmesi, terörle ilişkilendirilerek kapatılmasına dönük tartışmalar kamuoyu gündemine taşındı. Bu arada HDP’yi fiilen kapat(a)mama ihtimaline karşı partinin tüm örgütüne yönelik gözaltı ve tutuklamalar, fezleke hazırlık çalışmaları başlatıldı.
Hatta iktidar ortağı MHP’nin gittikçe mafyatik bir hal alan şoven/milliyetçi çıkışları, kendilerine muhalif tüm kesimleri hedef gösteren bir noktaya geldi. Kayyum atamalarıyla halk iradesinin gasp edilmesinin sadece belediyeler değil artık özerk olması gereken üniversitelere, tüm kurum /kuruluş/dernek/sendika/oda/sivil toplum örgütlerine kadar uzanan bir boyuta taşınması, özellikle demokrat/muhalif kesimlerin örgütlenmelerinin önünün kesilmesi adına apar topar torba yasanın çıkartılması, SADAT gibi oluşumların faaliyetlerinin kamuoyuna açıkça duyurulması, ordu silahlarının MİT ve Emniyet personelinin kullanımına verilmesi ile ilgili yasanın yine bir oldubittiyle geçirilmesi, AİHM kararlarının uygulanmamasına dönük direnç, dış politikadaki gelişmeler ve gerilimlerin de yarattığı baskıyla iktidar ve ortağının işbirliği içinde kendi siyasal rejimlerinin devamı için her tür hazırlığı yaptığı, bunun için her yolun da mubah olacağı aşikârdır.
Hukuk reformu, yeni anayasa gibi gündemi meşgul edecek argümanları da kullanmak dahil bunlara. Ülke yeniden 90’lı yılların öngörülemeyen olaylarına gebe bir atmosfere çekilmeye çalışılıyor. Bütün bunlar, korona salgınıyla her geçen gün daha da derinleşen ekonomik krizin açlığa/yoksulluğa/işsizliğe mahkûm ettiği, ‘ekmek derdine düşmüş’ milyonların iktidarda yarattığı korkunun başka türlü tezahürleridir aynı zamanda.
Haksızlık varsa, adaletsizlik varsa, zulüm varsa bunların karşısında duranlar da elbette olacaktır. Bu ülkeye gönülden bağlı yurtsever/sol/sosyalist her kesimden insan, emek mücadelesi verenler, ezilenler bütün bu haksızlıklara dur diyecektir.
Siyasal iktidarın tüm korkutma ve sindirme yöntemlerine karşı duracak, bu topraklarda tüm halklar ve kültürler birlikte, eşit ve özgür bir yaşam mücadelesinden asla vazgeçmeyecektir! Bu inancımızı, tarihten gelen gücümüzden ve haklılığımıza olan güvenden alıyoruz. Çünkü biliyoruz ki, “Bu memleket bizim…” Hepimizin…
28 Şubat 2021 Gazete Duvar