Üniversiteli Kadın Kolektifi’nin Facebook sayfalarında paylaştıkları bir habere göre Ankara Üniversitesi, Hukuk Fakültesi’nde Eşya Hukuku dersini veren Ömer Arbek, ders esnasında “8 Mart’ta Taksim’de ‘Ben Orospuyum.’ yazan pankart açmışlar, ben sizin ahlaksızlığınızı görmek zorunda mıyım?” diye sormuş.
Bu soruyu yanıtlamadan önce tüm kadın cinayeti karşıtları adına başka bir soru sormak istiyorum:
Peki ya bizler; eşlerini, boşandıkları kadınları, kızlarını, sevgililerini, eski sevgililerini, kız kardeşlerini, yakınlarındaki kadınları öldüren erkeklerin mahkemelerde ‘namus’ temelli savunmalarını duymak zorunda mıydık? Bu savunmaların haksız tahrik sayılıp cezada indirime sebep olduğuna tanık olmak zorunda mıydık?
Hayır, aslında değildik. Şöyle ki orospufobik savunma çoktan haksız tahrik sebebiyle cezada indirime sebep veren bir savunma değil de aksine panik savunma kabul edilip suç sayılabilirdi ve bu suç cezanın arttırılmasını sağlayabilirdi, azaltılmasını değil. (Derslerde hukuk hocalarının öğrencilerine sormaları gereken soru biz bu savunmaları dinlemek zorunda mıyız olmalıydı dolayısıyla. Şule Çet davasındaki ahlakçı, namus temelli panik savunma beyanları bu durumun en yakın örneği.)
Ömer Arbek’in sorduğu sorunun yanıtını verebilmek için cinsel ahlaktaki çifte standart kavramını çok iyi anlamak ve belki de anlatmak gerekiyor. Geçtiğimiz günlerde Bir Orospudan Misvak’a Cevap başlıklı yazıda şöyle deniliyordu:
“Cezaevlerinde kadınları öldüren, yaralayan erkeklere neden şiddet kullandıkları sorulduğunda çoğu ‘Namusumu korumak için.’ diyor. Kadına karşı şiddetin temellerinden biri kadınların cinsel özgürlüğünün olmamasıdır, kadınların ‘namuslular’ ve ‘namussuzlar/orospular’ olarak ikiye ayrılmasıdır. Ahlak ve namus oldukça kadın korkunun esiridir. Kadın orospu ‘dahi’ olsa özellikle yakınları tarafından öldürülmekten korkmuyorsa ve güvende hissediyorsa özgürdür.”
Kadınlara uygulanan her türlü şiddetin meşrulaştırıcı temellerinden biri olarak cinsel ahlaktaki çifte standardı görmek zorundayız. Bunu görmeden yaptığımız şiddet analizleri ve şiddeti önleyici girişimler çözümcü ve gerçekçi değildir.
Kadın erkek eşitsizliğini yaratan ve dolayısıyla kadına karşı şiddetin ortaya meşru bir şekilde, ceza korkusu olmadan çıkmasını sağlayan, ceza hukukunun en önemli işlevi olan caydırıcılığın ortadan kalmasına sebep iki antifeminist eşitsizlik vardır ve bunlar çeşitli yollarla meşrulaştırılmıştır.
Bu eşitsizliklerden biri kadın ve erkeğe ait alanların ayrıştırılmasıdır. Yani ‘separeted spheres‘ denilen kadının özel alanla veya domestik emekle ilintili alanlarla hareket özgürlüğünün sınırlandırılmasına karşın erkeğin de kamusal alana aitliğinin ve sahipliğinin sağlanmasıdır. Bu eşitsizliklerden ikincisi ise cinsel ahlaktaki çifte standarttır. Yani kadının cinsel özgürlüğünün veya erkekle eşit olarak ahlaki yasaya tabi olma talebinin ‘namussuzlukla’ karşılık bulmasına karşın erkeğin cinsel özgürlük alanının göreli geniş tutulması, cinsel ahlak kurallarınca kadın kadar katı sınırlandırılmamasıdır. İşte bu ikincisi, yani cinsel ahlaktaki çifte standart sonucu potansiyel katiller ceza hukukundan korkup caymamaktadır. Halbuki ceza hukuku, cezalandırmak kadar caydırma işlevini de yerine getirmelidir.
Bu caydırıcılığın olmamasının sebebi cinsel ahlaktaki çifte standart ve daha da özüne inersek kadınların ‘namuslu’ ve ‘namussuz’ olarak ikiye ayrıldığı orospufobidir. Burada orospuluğu, bir meslek olarak değil bir mesleğin/işin ötesinde cinsel ahlak kurallarının çifte standardının kristalize olduğu merkez olarak düşünmemiz gerekiyor. Dolayısıyla sürekli eleştirilen 8 Mart’lardaki orospufobi karşıtı, yani cinsel ahlaktaki çifte standart karşıtı isyankar dövizler bir ahlaksızlık değildir aslında. (Çifte standartlı bir ahlak sistemine göre evet ahlaksızlıktır; ama aslında ikiyüzlü, kadını öldüren ahlakın reddidir. Ahlaksızlık olması kötü bir durumdur diye söylemiyorum bunu, ahlakı karşısına almak ahlaksızlığın da ötesindedir demek için söylüyorum.)
Siyaset bilimi ve de etik felsefesi bilenler çok iyi bilirler ki kurulu bir etik/ahlak düzenine karşı olmak için bu eleştirilen kurulu ahlakın yerine başka bir ahlak veya etik kurulur, ister istemez olur bu. Dolayısıyla aslında bu pankartlar öncelikle ‘ahlaksız’ değil yukarıda da söylediğim gibi, verili/kurulu ahlaka göre cinsel ahlaksız pankartlar doğru; ama bu pankartların da bir ‘ahlakı’ var aslında, bu ahlak daha doğrusu etik ise cinsiyetçilik karşıtı bir etiktir.
Yani toplumun kadın cinayetlerini meşrulaştıran ahlakın çifte standartlı halini cinsiyetçi ve ayrımcı bulur bu etik, bunun yerine de bu kurulu cinsel ahlak kurallarında ‘namussuz’ olmayı severek seçer ve ahlaksızlığın da ötesine geçer, bu kurulu cinsel ahlakı son derece ikiyüzlü bulur, erkeğin göreli cinsel özgürlüğü karşısında kadının özgür olması şöyle dursun ne kadar ‘namuslu’ yaşarsa yaşasın bir çırpıda ‘namussuz’ diye öldürülmesinin kolay ve meşru olmasını dehşet verici bulur. Dolayısıyla o pankartlar yeni de değildir, çok uzun zamandır devam eden eşitlik mücadelesinin detaylı halleridir.
Ben bu dövizlerin eşitlik meselesinde büyük bir cahilliği ve öfkeyi açığa çıkarttığını düşünüyorum. (Bu da yeni değil.) Bu öfke kendini politik olarak ifade edemiyor, ‘ahlaksızlık’ savından başka tutunacak dalı kalmamış eşitlik karşıtı bir öfke olarak bu dövizlerin daha da anlaşılır olmasını sağlıyor ki zaten bu bir tesadüf değil, bu beklenen bir karşılaşma.
Gördüğümüz gibi eski yöntemlerin dayatılması, yani cinsel ahlaktaki bu çifte standarda uymak sürdürülebilir değil uzun zamandır. Örneğin kadının boşanma hakkı, eşten izin almadan kadının çalışma hakkı, seks işçisi kadına tecavüzde ceza indiriminin kalkması, tecavüz suçunun cezasının kadının ‘namusuna’ bakılmaksızın eşitlenmesi, evlilik dışı cinsel ilişkinin suç olmaktan çıkması gibi belirli tarihi süreçlerin sonucu belirmiş, daha sürdürülebilir bir hayat için eski düzeni temelinden reddeden haklar bugün 8 Mart’lardaki eleştirilen dövizlerin birer öncülüydü. Aynı karşılaşmalar bu haklar üzerinden de yaşandığı için o dövizlere getirilen eleştirilere yabancı değiliz toplumsal hafızlarda, hem yerel olarak hem de evrensel olarak eleştirilerin biat talep ettiğini ve bunun hem ikiyüzlü bir ahlaka sebep olacağını/olduğunu hem de bir tarafı öldürülebilir kıldığını görüyoruz. Bu açıdan o dövizlerdeki isyanlar hiç de marjinal ve yalnız da değildir aslında, gayet sıradanlaşmıştır hatta.
Eşitsizliğin yani cinayetleri meşrulaştıran, caydırmayı ortadan kaldıran kültürün, orospu/marjinal kadının denetiminde kristalize olmuş ama aslında tüm kadınları bağlayan bir kültür ve disiplin politikası olduğu unutulmamalıdır.
Bu hiç de sürdürülebilir bir kültür ve disiplin politikası değildir. Örneğin bir sözlük ve meslek anlamıyla seks işçisi kadının, kamusal alanda görünürlüğünü yasaklayan yasaklar aslında diğer kadınların yoldan çıkmasını, özenmesini engelleme amacıyla da kurgulanır. Bu kurgunun diğer ucu da yasalarda müebbet dahi verilse cinayetlerin, ihtiras suçu denilen cinsel ahlakçı şiddet suçlarının işlenmesinin olağanlaşmasıdır, toplumda normal kabul edilmesidir; ama bu normlar toplumun huzurunu son derece bozan sonuçlar doğurduğu için sürdürülebilir olmaktan çoktan çıkmıştır ve normalleştirilen çifte standarda karşı çıkmayı doğurmuştur.
Yazımın başlığında belirttiğim orospu-panik ya da namus-panik savunma tam da bu normalleşmenin ürünüyken 8 Mart’lardaki dövizler de bu normalleşmenin tam karşısındadır. Bir erkek, bir kadını öldürdüğünde ‘erkeklik gururu/onuru’ ile ilgili yani ‘erkeklik’ kimliğiyle ilgili bir zedelenmişlik beyanında bulunduğunda uzun yıllar indirim alabiliyordu cezasında, hâlâ alabiliyor. Erkeklik gururu/onuru yani erkeklik kolayca kırılabilen bir mayaymış gibi kutsanıyor ve erkeğin buna vereceği şiddetli tepkiler biyolojikleştirilip adeta doğasının parçası haline getirilip cinsel ahlaktaki çifte standart hem romantikleştiriliyor hem de normalleştiriliyor.
Bu dövizleri görmek zorunda mıyım diye soranlar gerçeklikten kaçmak yerine yaşadıkları toplumun hakikatleriyle yüzleşmek durumunda isteseler de istemeseler de kalıyorlar. Bu karşılaşmalara bir üniversite hocasının daha olgun tepki vermesini beklemek de öğrencilerin hakkıdır. Özellikle kadın öğrenciler ‘Asıl biz seni hoca olarak görmek zorunda mıyız?’ diye sormaya başladıklarında bu gene aynı eşitlik mücadelesinin parçası olarak okunmalıdır.
Sonuç olarak şunu hiç unutmayalım hiç:
“Kadın orospu ‘dahi’ olsa özellikle yakınları tarafından öldürülmekten korkmuyorsa ve güvende hissediyorsa özgürdür.”
Bu şu demek, kadınlar itaat etmediğinde dövülür, öldürülür; çünkü her türlü itaat etmeme, boşanmak örneğin, sevgiliden ayrılmak örneğin, akşam eve geç gelmek örneğin, okula gitmek örneğin, işe başlamak örneğin, yalnız yaşamak örneğin, falan filan… Her türlü itaat etmeme önce baba sonrasında da ağabey, koca, amca, dayı vs. tarafından icra edilme potansiyeli olan baskı şiddeti tehdidi altındadır.
Her kadın babasının ‘mezhebine’ göre aynı baskıları aynı şekilde yaşamaz, aşama aşamadır, yani doğrudan babanın namus ve ahlak anlayışına sıkı sıkı bağlı kadınların özgürlüğü. Çoğu kadın kendine verilen özgürlükle yetinir, babasının ahlak anlayışının ötesine geçen azdır, çünkü baba sınırdır ve orospuluk işte o sınırları baştan yıkmaktır. O sebeple “orospu ‘bile’” olmaktan korkmuyorsa kadın özgürdür aslında. Yoksa işçi olarak olması şart değil, özgür hissetmesi şart.
Yani kadınlar çifte standardın meşrulaştırdığı şiddete karşı çıkıyorlar! Bu bir şiddete karşı çıkmadır!
Beren Azizi 28 mart 2019 Gazete Duvar