1944 yılında Türkiye’de “Neden Sovyetler Birliği’nin Dostuyum” başlıklı bir makale yayınlamak, o yılların koşulları ve devlet gerçekliği göz önüne alındığında abartısız bir şekilde yürek işidir. Söz konusu makalenin yazarı, edebiyatçı-yazar-gazeteci Suat Derviş’tir. Suat Derviş yeni kuşakların bilmediği eski kuşaklarında unutmaya terk ettiği bir isim. Ama yalnızca bir isim demek haksızlık olacaktır, ülkemiz yazın ve edebiyat dünyasının ender kişiliklerinden biridir Derviş. Sanırız, “Fosforlu Cevriye” deyince bu yazıyı okuyanların bazıları duracak, düşünecek ama ne yazık ki Fosforlu Cevriye’nin yazarının Suat Derviş olduğunu hatırlamayacaklardır. Bu ülke sanırız şöyle bir silkelense tepeden aşağı, unutulmuş, unutturulmaya terk edilmiş ne büyük değerler çıkacaktır gün yüzüne ki, hepsi ileri yanlarıyla günümüz sanat edebiyat ve düşünce dünyasına emek vermiş insanlardır.
67 yıllık yaşamına 30’a yakın roman, birçok hikâye, çeşitli çeviri ve eleştiri yazıları sığdırmayı başarmış bir yazar olan Suat Derviş 1905 yılında İstanbul’da aristokrat bir aile de dünyaya gelmiş. Günün koşullarına göre iyi bir eğitim almış. Yazılarının birçoğunun kayıp olduğu varsayılıyor, çünkü yazar ağır baskı ve sansürden kurtulabilmek için o yıllarda çok değişik isimlerle yayınlamıştır yazılarını. Yazmaya erken yaşlarda başlamış olan Derviş’in ilk şiirini çocukluk arkadaşı olan Nazım Hikmet kendisinden habersiz olarak alıp dönemin önemli gazetelerinden biri olarak sayılan Alemdar dergisinde yayınlatmış. Bu olayla yazın dünyasına adım atan Derviş, hayatı boyunca edebiyattan kopmamış, edebiyatımızın özgün ürünlerine imza atmış önemli bir yazar olmayı başarmıştır. Yaşamının çeşitli evrelerinde toplumsal olaylara, olgulara duyarlılığı değişiklik, gelişkinlik gösteren Derviş’in önemli özelliklerinden biri belki de içinden geldiği Osmanlı aristokrasisine ve onun yaşamına sırtını dönerek halka ve işçi sınıfına yüzünü dönmesidir. “Cemiyet hayatını aksettirmeyen, hiçbir iddiası ve tezi olmayan bir sanat eserinden en ufak bir istifade bile beklenilemez. (…)İçtimai hayatın birer mahsulü olarak etrafını çevreleyen reel tipler bulamayınca insan böyle eserleri okumakla sarfettiği zamana acımaktan kendini alamıyor” deyişinde bu yönelimini açıklıkla ifade ediyor.
1927 yılında yazar, ablasıyla birlikte “Sternisches Konservatuarı”na, Berlin’e gönderilir ailesi tarafından. Berlin Üniversitesi Felsefe ve Edebiyat Bölümü’ne kayıt yaptıran Derviş, üç yıl boyunca bu bölüme devam etmiştir ve 1933’te İstanbul’a dönünceye kadar çeşitli gazete ve dergilerde çalışır.
Almanya’da “Scherl, Mosse ve Ullstein” gibi yayın kuruluşlarında çalışan Derviş’in yazıları, Ullstein tarafından yayımlanan ve dönemin seçkin edebiyat ve sanat dergilerinden biri olan Querscnitt’ten başlayarak, en ciddi siyasal gazete denilen Vossische Zeitung’a kadar sayıları 15’i bulan dergi ve gazetede yayımlanmış.
Hitler iktidarı ile birlikte, Nazi yanlısı olmayan gazete ve dergilerin yayınlarına son verildiği için gazeteciliğe devam edemeyen Derviş, 1933 yılında İstanbul’a dönerek gazetecilik mesleğini burada sürdürür. Gazeteciliğin kendisinde yarattığı etkiyi şu sözlerle ifade etmiş yazar; “Ben yalnız edebiyatçı değil aynı zamanda gazeteciyim. Gazeteciliğe başladıktan sonra memleketimi ve insanlarımı tanıdım. İstanbul’un en fakir semtlerini bildiğim gibi, en ücra köşelerinden en lüks muhitlerine kadar girip çıktım. Sefaleti ve refahı aynı şehirde birbirinden çok uzakta değil, aynı şehrin belediye hudutları içinde seyrettim.”
1937 yılında çalıştığı Tan Gazetesi tarafından Sovyetler Birliği’ne, oradaki gelişmeleri izlemek üzere gönderilir. Bu ilk gezisiyle dünya görüşü ve tabii edebiyat anlayışı da pekişen Derviş, toplumcu gerçekçiliğin önemli isimlerinden olmuştur. Yaşadığı dönem gerçekliği de göz önüne alınacak olursa bir kadın yazar-gazeteci olarak Derviş oldukça parlak ve ileri bir portre olarak karşımıza çıkmaktadır. Alemdar Gazetesi’nde gazeteciliğe başlayarak bu mesleğini İkdam Gazetesi’nde sürdüren Derviş, Türkiye’de ilk defa bu gazetede bir geleneği başlatarak “Kadın Sayfası” düzenlemiştir. Ayrıca yabancı dil eğitimi almış olması nedeniyle Lozan Konferansı, Boğazlar Sözleşmesi gibi önemli tarihsel olayları ilk defa bir kadın gazeteci olarak izlediği bilgisi de mevcuttur.
Yukarıda bahsettiğimiz “Neden Sovyetler Birliği’nin Dostuyum” adlı makalesini yayımladıktan sonra Derviş, artık Türkiye’de gazeteci olarak iş bulamaz, yapıtlarını kendi adıyla yayınlayamaz hale gelir. Neriman Hikmet’le çıkardıkları “Yeni Edebiyat” dergisi ile dönemin genç kalemlerine yer verir, toplumcu edebiyatın sorunlarını tartışır. Dünya Savaşı patlak vermiştir, ülkede de “komünist avı” yürütülmektedir. 15 günlük dergi 26 sayı sonra, 1941’de sıkıyönetim kararıyla kapatılır. 1946’da kurulan Basın Sendikası’nın kurucusu ve başkanı da olan Suat Derviş, Sovyetler Birliği’ne ikinci gidişinden sonra dönemin “TKP Genel Sekreteri” olan eşi Reşat Fuat Baraner’le birlikte gözaltına alınır, sorgulardan geçirilir. Bu sorgular esnasında çocuğunu düşürdüğü rivayet edilir. Sekiz aylık bir tutukluluk ardından serbest bırakılır fakat Reşat Fuat tutuklu kalır. Af sonucu hapisten çıkan Reşat Fuat, 1951 tevkifatı ile tekrar yakalanır ve 7 yıl hapis cezası alır. Suat Derviş etrafında oluşturulan sürekli takip ve baskı ortamından kurtulmak için tekrar yurtdışına gider ama bu kez gidiş gönüllü bir sürgünlüktür. Yurtdışına çıkar çıkmaz Fransız Komünist Partisi ile ilişki kurar. “Romain Rolland’ın Europe” dergisinde ve daha bir çok dergide yazıları hikayeleri yayımlanır. Romanları önce Fransızca’ya sonra Bulgarca ve Rusça’ya çevrilir. Dışarıdaki edebiyat ortamında oldukça ilgi çeker, övgü alır. 1963’te ülkeye dönen Derviş, bu tarihten sonra, takma isimlerle roman ve hikâyeler yazar, çocuk kitapları çevirir.
Eşinin 1968’de vefat etmesinden sonrada yazmaktan ve mücadeleden geri durmamıştır Derviş. 1970 yılında, Neriman Hikmet ve diğer arkadaşları ile birlikte Devrimci Kadınlar Birliği’ni kurmuş, 1971’de bu derneğin kapatılmasının ardından yeniden yazarlığa ağırlık vermiştir. ’71 devrimci gençliğine de kapılarını açmış bu yüzden hayatının son gözaltısını yaşamış olan Derviş, ünlü romanı Fosforlu Cevriye’yi Gülriz Sururi için senaryolaştırdıktan kısa bir süre sonra, 24 Temmuz 1972’de hayata gözlerini kapamıştır.
Edebiyat Antolojilerinde, tekellerin edebiyat dünyasında, “ünlü” yazarların kalemlerinde bahsi geçmiyor Suat Derviş’in. Günümüz devrimcileri de yeterince tanıyıp sahiplenmedikleri için yarattığı edebi değerler toplumcu edebiyatın ileri hamlelerine tecrübe edilemiyor yeterince. 67 yıllık yaşamına birçok “ilk”i sığdırmasının yanı sıra, toplumcu bir kadın yazar olarak, özellikle incelenmesi ve tanınması gerektiği gün gibi açık. Romanlarında işlediği kadın karekterleri, çözümlemeleri ve kadın bakışını yansıtması bugün bile kadın yazarlarca aşılamamış ya da ulaşılamamış bir olgudur.
Erkek yazarların kadını anlatmaya soyunduğu böylesi bir “erk” egemen ortamda Suat Derviş’in her şeyden önce devrimci bir kadın olarak okunması gerekmektedir. Derviş’le ilgili sınırlı kimi inceleme ve biyografi yazıtlarında yazar ya Marksist kimliğinden soyutlandırılarak yalnızca bir kadın yazar olarak anılıyor ya da kadın kimliğinden soyutlandırılarak biraz da düşmanca bir tutumla Marksist, “zararlı” kimliğiyle ele alınıyor. Tersten bir yaklaşım da revizyonist TKP geleneğinden geliyor olması dolayısıyla “siyasal” bir tutum olarak yok sayılması biçiminde. Bütün bu tutumların ya da değerlendirmelerin bir uçtan buluşup aynı erkek egemen, burjuva anlayışta buluştuğunu söylemek mümkün. Suat Derviş, kendisini Reşat Fuat’ın “karısı” olarak takdim edenlere karşı ayağı fırlayarak “ben edebiyatçı Suat Derviş’im, kimsenin karısı olarak yâd edilemem” diye bağırıp muhtemelen dönemin siyasal ortamının çok ilerisinde bir tavır sergileyebilmiştir. Böyle bir bilince sahiptir. Nazım Hikmet Suat Derviş için “Gölgesi” adlı bir şiir yazmış. “Gölgesi” hem büyük bir dostluğun ifadesi hem de Suat Derviş’in anlamlı bir tarifi olarak okunacak bir şiir.
Ağlasa da gizliyor gözlerinin yaşını
Bir kere eğemedim bu kadının başını
Kaç kere sürükledi gururumu ölüme
Fırtınalar yaratan benim coşkun gönlüme
Cevapları o kadar heyecansız ki onun
Kaç kere iman ettim, hiçliğine ruhunun
Kaç kere hissettim ki, yine bu gece gibi
Güzelliğin önünde dolup, çarpmadı kalbi
Ne mehtabın aksine yelken açan bir sandal
Ne de ayaklarında kırılan ince bir dal
Onun taştan kalbini sevdaya koşturmuyor
Bir çiçeğin önünde bir dakika durmuyor…
Dönüyoruz yine biz bir uzun gezintiden
Gönlümün elemini döküyorken ona ben
O bana kendisini gülerek, naklediyor
Bilseniz mavi boncuk nasıl yaraştı diyor
Ya bu kadın delidir yahut ben çıldırmışım
Ben ki, birçok kereler kırılmışım, kırmışım
Ömrümde duymamıştım böyle derin bir acı
Birden onun yüzüne haykırmak ihtiyacı
Alev, alev tutuştu yangın gibi
Bir dakika kendimin olamadım sahibi
Hiç olmazsa hıncımı böyle alırım dedim
Yola mağrur uzanan gölgesini çiğnedim…
“Bir kere bile başını eğmemiş” bu devrimci edebiyatçı kadın geride halen okunmayı, incelenmeyi ve tartışılmayı bekleyen eserlerini (Kara Kitap, Ne Bir Ses Ne Bir Nefes, Hiç, Ahmet Ferdi, Behire’nin Talipleri, Fatma’nın Günahı, Ben mi?, Buhran Gecesi Gönül Gibi, Emine, Hiç Çılgın Gibi, Fosforlu Cevriye, Ankara Mahpusu, Onları Ben Öldürdüm, Sen Benim Babam Değilsin, Olan Şeylerin Romanı, İstanbul’un Bir Gecesi, Aksaray’dan Bir Perihan, Hepimiz Birbirimizin Örneğiyiz) ve elbette kadın mücadelesini bırakmış unutulmazlarımızdandır.
(Bir ÖG okuru)