GüncelMakaleler

ANALİZ | LGBTİ+ Kitlelerin Mücadelesinin Neresinde Olacağız?

"Daha sözümüz var, biz bugün burada ne kadarını dile getirirsek az. Ki LGBTİ+ kitleler, sokaklarda ve tüm yaşam alanlarında sözlerini/sözlerimizi dile getirmeye ve bu konuda toplumda dönüşüm sağlamaya devam edecekler. Bizler bu dönüşümün neresinde olacağız, işte orası da bizim devrimci ve demokrat olma iddiamızı ne denli sahiplendiğimize kalmış!"

Emperyalist-kapitalist-patriarkal sistemin faşist erkek egemen iktidarlar eliyle dünya halklarına hükmettiği bir dönemde ezilenlerin ideolojisinin de, bilgisinin de bu tekelde ilerlediğini, bu durumun kirini-pasını taşıdığını biliyoruz.

Bu durumda yapmamız gereken şey, bilgiyi ve ilerici-devrimci ideolojileri bu esaretten kurtarmak olmalıdır. Ancak biz devrimciler açısından bunu yapmak yalnızca araştırma-inceleme ya da belirlemeler yapmakla sınırlı olamayacak kadar önemli bir sorumluluktur.

Marks’a atıfla söylemek gerekirse, bizler sadece dünyayı yorumlayan değil, onu değiştirmeyi de görev edinenleriz. Dolayısıyla egemenlerin tekeli altına almaya çalıştığı bilgiyi de, ezilen halkların kurtuluş ideolojilerini de kurtarmanın yolu harekete geçmek, çeşitli talepler üzerinden ortaya çıkan tüm halk hareketlerini yakından incelemek, hata ve eksik yapmayı göz alarak bu hareketlerin içerisinde yer alarak buralardan öğrenmeye çabalamak zorundayız.

Bunu yapabilmek için elimizde çok temel bir aracımız mevcut; örgtlülüklerimiz. Ancak bu örgütlülüklerimizin ne kadar güçlü ve nasıl güçlenebilir? Örgütlülüklerimizin gücü ve güçsüzlüğünü bazı parametrelerin yanı sıra kendisiyle yüzleşme, hesaplaşma, arınma ve gelişme konusundaki açıklığıyla ölçebiliriz. Örgütlülüklerimizin içinde ve dışında “kültür devrimleri”ni süreklileştirebilme cesaretiyle bu gücü yeniden ve yeniden tesis edebiliriz. Eğitim çalışmaları, bilinç yükseltme atölyeleri, eleştiri-özeleştiri mekanizmaları bu durumda devreye girmelidir. Çünkü örgütlü olmak için ortaya koyduğumuz irade özne olmayı gerektirir.

Peki nasıl bir özne? Atılımla akılcılığı birleştirebilen yani akılcı bir şekilde politik bir amaç doğrultusunda plan-proje üretmek ve düşünce tembelliğine düşmeden, politik canlılık sağlayarak militan, atılgan ve eylemci bir özne olmalıyız. Doğru ve sağlam bilgiye ulaşmak için çaba sarf etmeli, öznelcilikten arınmalı, teorik çalışmalarımızı artırarak seviyemizi daha yukarıya çekmemiz gerekmektedir. Dogmatik ve sekter kalıplarımızı kırmalı, bunu da toplumsal hareketlerin kendiliğinden akışını izlemekle yetinmeyerek ve kitlelerden öğrenerek yapmalıyız. Bunu da “an”a müdahil olup müdahale ederek yapmalıyız!

Tüm bunlar elbette her birimizin bildiği, defalarca tartıştığı doğrular. Şimdi bu doğruyu nasıl hayata geçireceğimiz konusunu bir şemsiye olarak görürsek, bu şemsiye altında “an”a müdahil olup müdahale etmemiz gereken bir noktaya dikkat çekmek isteriz. Halkın tüm kesimlerini kendi çelişkileri ekseninde örgütlü hale gelmesi için mücadele devrimci ve demokratik mücadelemizin kaçınılmaz bir görevidir. Keza bu çelişkiler aynı zamanda devrimci ve demokratik mücadelemizin önünde ciddi engeller teşkil ederler. Bunlardan biri ataerki ve cinsel eşitsizlik, cinsel ezilmişlik…

Bu çelişki le ilgili görevlerimize geçmeden kısaca heteroseksist ikili cinsiyet sistemine dair şuna dikkat çekmek isteriz: Evrimde herhangi bir biçimde saflık (saf ırk, saf cinsiyetler, saf insan genetiği vs.) yoktur, açıkçası bu anti-bilimsel bir uydurmadır. Evrim, milyarlarca yıldır devam eden bir dönüşümdür ve yaşamın sırrı saflıkta değil, karışımda, değişimde, dönüşümde, genetik çeşitliliktedir. Dolayısıyla yapılan ikili biyolojik cinsiyet tanımları, biyolojik gerçekliğe ve çeşitliliğe göre son derece kaba tanımlardır.

Bugünkü “kadın” ve “erkek” biyolojik cinsiyet tanımı, ideal kadın ve ideal erkek tanımıdır ve doğada böyle bir “ideal”lik mevcut değildir. Burada bu tanımlamalarımızı belirleyen biyolojik unsurlar kuşkusuz vardır. Çeşitli üreme organları, vücut yapıları (ki bunların da toplumsal sistemler nedeniyle “saf” kalmadığını söylemeye gerek yok) bizi çeşitli cinsiyet tanımlamalarına yakınlaştırır. Ancak burada gözden kaçırılan bir unsur daha vardır ki, bu unsur, hem çok belirleyicidir hem de bir o kadar gözardı edilir. Bilinç! Bu konuda biraz uzun olacak ancak bir makaleden şöyle bir aktarım yapmak isteriz:

Bilinç, insan biyolojik sisteminde bir karar verici olarak dışarıda bırakılamaz. Girdileri alıp çıktı olarak bir sonuç üretiyor, sistemin son basamağında bir karar veriyor ve o sistemin bütününü değerlendiren bilinç bir model oluşturup kategorizasyon yapıyor ve kadınım/erkeğim ya da ikisi de değilim diyor. Bu kararı verirken hangi değişkenleri cinsiyet tanımına dahil ettiğini bilmiyoruz. 

Biyoloji kadın-erken tanımı ve sınır yoktur diyor. Tek başına evrim teorisi bile keskin bir sınırın çizilemeyeceğini göstermek için yeterliyken birçok örnek teoriden yola çıkıp pratik bir zemin oluşturuyor. Mevzu, ifade özgürlüğüdür. Çünkü biyolojik olarak cinsiyeti tanımlamak istediğinizde ifadeyi dışarıda bırakarak bir karar verme imkânı yoktur. Bireyin kendisine yönelik algısı ve ifadesi, kendi yönelimi ve biyolojik cinsiyet tanımı için çok önemlidir. Çünkü cinsiyetine karar vermek istediğiniz biyolojik canlı diyor ki ‘ben bu tanıma uymuyorum’ ve bunu söylerken bizlerden çok daha fazla bilgiye sahip (genetik özellikleri, genital organlar, varsayılan üreme davranışları vs. elimizde bunlardan daha fazlası yok ve bu veriler neticede sayısal değerlere dökülerek sınırlandırılmıştır, kısıtlanmıştır). Bu bilgiler kapalı bir sistem içerisinde yer alıyor ve o sistemin içindeki tüm biyolojik değişkenlere, karar mekanizmalarına, sistemin tamamına erişip anlayacak, yorumlayacak bilimsel kapasiteye henüz sahip değiliz.

Kişi kendisi hakkında içsel bir deneyime sahiptir, bedeninde var olan biyolojik aktivitelerin bütününün ona söylediği bir şey var, içsel dengesine dair beyninin ve bilincinin verdiği bir karar var. Bu kadar önemli bir bilgiye biz başkaları adına sahip değiliz. Bu inanılmaz önemli bir noktadır. İnsan bilinci böyle bir kararın dışında bırakılamaz, insan bilincini dışarıda bırakmak bilimsel olarak kabul edilemez.” (Özlem Yalçın, Bir Ortaçağ Karanlığı: İkili Biyolojik Cinsiyet Sistemi, Çatlak Zemin, 3 Mart 2021)

Meselenin bilimsel yönüne dair çeşitli araştırmalar mevcut, mutlak incelenmeli ancak bizler meselenin hem politik yönü hem de görevlerimize odaklanacağımız için bu bölüme kısa değiniyle geçiyoruz.

 

LGBTİ+’lar ve faşizmin yaratığı “baş edilebilir düşman”

Ezilen sınıfın örgütlenmesini yaparken, bu sınıftan çeşitli kesimlerin cinsel eşitsizlikten gelen özgün sorunları birleştirmek, bu sorunlarla birleşmek görevlerimiz arasında olmalıdır demiştik. Çünkü buna kaynaklık eden patriarkal sistem, devrim ve demokrasi mücadelesinin temel sorunlarından biridir.

Ancak baştan dikkat çekmemiz gerekir ki; ataerki, yalnızca bu alana özgülenmiş kadın ve LGBTİ+ örgütlenmelerinin mücadele etmesi gereken bir sorun ya da mücadele alanı değildir. Eğer böyle düşünürsek, çok açık bir şekilde bu çelişkiyi hem de bu çelişkiyle hemhal olan kişi ve kurumları marjinalleştirir, toplumda marjinalleşmesine kapı aralamış oluruz.

Faşizmin halklar içinde kök salma biçimlerinden biri; neden-sonuç ilişkilerini tahrip edip halkların düşünce sistematiğinde bu ilişkiyi kuramaz hale getirerek toplumların kendilerini ezen, yoksun bırakan, eşitsiz kılan sistemleri kendi elleriyle ayakta tutar hale getirmektir. Halk içerisinde yarattıkları yapay ayrımlardan, çelişkilerden faydalanarak “baş edebilecekleri” bir düşman algısı yaratıyor ve kendileri işin içinden sıyrılarak kitleleri birbirine düşman ediyorlar.

Faşizmin, TC devletinde olduğu gibi birçok Avrupa devletinde de yarattığı “düşman” bir kesim olan LGBTİ+’lara dönük politika üretirken dikkat etmemiz gereken konulardan biri, işte tam da bahsettiğimiz bu nedenlerden kaynaklı bunun kolay olmadığı, olmayacağıdır. Marjinalleştirme, düşmanlaştırma politika üreticileri olarak bizlerin de labirentinde kaybolacağı tehlikeler olarak karşımızdadır.

Ancak devrimci uyanıklıkla başedebileceğimiz bu düşmanlaştırma oyunları karşısında bizim durumumuza baktığımızda pek iç açıcı şeyler söylemek mümkün değil. Aksine yer yer bilinçli olarak, gönüllü bir şekilde cinsel eşitsizlikten muzdarip LGBTİ+’ların politika dışı bırakıldığı, bu konuda şimdiye dek atılan adımlara burun kıvrıldığı ve üzülerek söylemek gerekirse homofobinin açıktan ve desteklenerek kol gezdiği bir gerçekliğimiz var. Öncelikle bu durumla amansız bir şekilde hesaplaşmamız gerekiyor.

                                                                          

Mücadele etmezsek “önyargı bir iltihap gibi yayılır”

Buradaki mesele, bizim tarihsel sorumluluğumuzla ilgili ama bizi meselenin dışında tuttuğumuzda ortada kendiliğinden ama giderek örgütlü bir güç haline gelen bir olgu var. Kadın mücadelesi ile belli paralellikler taşıyan ve sık sık birlikte/birbirinden güç alarak ilerleyen LGBTİ+ hareketi, dünya çapında hem varlığını güvence altına alma hem de toplumsal mücadeleler bazında bir dinamik haline gelme konularında ciddi adımlar atmış, toplumsal mücadele dinamik ve özneleri başta olmak üzere kendisini yok sayan tüm kesimler karşısında varlığını ortaya sermişti.

Görünürlüğü gettolara ve belli sokaklara sıkıştırılmaya çalışılan LGBTİ+’lar, buralardan çıkarak görünür ve her toplumsal birey gibi en sıradan ama en yaşamsal haklara sahip olduklarını anlattılar, bunun mücadelesini verdiler.

Gezi İsyanı ve sonrasında (yakın zamanda ise İstanbul Sözleşmesi’nde çekilme süreci ve Boğaziçi direnişi sırasında) ülkede hem görünür hale gelen hem de nefret saldırılarının hedefi olan LGBTİ+’lar, erkek egemen devletler tarafından heteroseksist sömürü düzeninin ilerlemesi için devamlılığı esas olan aile yapısına dönük bir tehdit olarak görülüyor. Heteroseksist ve erkek egemen toplum yapısının tüm geri yanlarını arkasına alarak nefret söylemi ile kamplaştırma ve toplumu “erk-ekleştirme” çabasını artıran devletin saldırılarının kurumsal LGBTİ+ hareketinin etki ve hareket alanını darlaştırdığı doğrudur. Ancak bu duruma karşın LGBTİ+ kesimlerin varlığına dönük inkar artık iş görmez bir politikaya dönüşmüştür.

LGBTİ+ hareketi, Gezi’den bu yana ciddi bir görünürlülük elde etmiştir. Egemenlerin hedef alma, manipüle etme, marjinalleştirme çabaları bu sebepledir. Erkek egemenliğinin; milliyet, inanç, dil vd. sağ popülizmin aracı haline getirdiği yapay kamplaştırma araçlarından daha farklı ve köklü olduğu ve bu saldırıları organize ederken devletlerin aynı zamanda devrim ve demokrasi mücadelesinde dinamik haline gelen kadın ve LGBTİ+ kitleleri sindirme ve marjinalleştirme amacı taşıdığı açıktır.

Aynı zamanda toplumun erkeklikle zehirlenen kesimlerini arkasına toparlamak ve kendisine yedeklemek istemesi yani ezilenlerin öfkesini yöneltebileceği “kolay ve hızlı erişilebilir bir düşman yaratma” çabasıdır. Yani erkek egemen işbirliğini güçlendirmek, “milli ve yerli”-“Türk ve Sünni” şeklindeki yapay kamplaştırmada manipüle ettiği kitleleri erkeklik ile sağlamlaştırmak, bu kamplaştırma içerisinde sermaye ile olan işbirliğini görünmez kılmaktır. Bu iki durumu hem ayrı ayrı incelemeli hem de iç içe geçmişliğini görmeliyiz.

Diğer yandan politik öznelerin, kadın hareketinde olduğu gibi mağduriyetten çıkararak “hakkı gasp edilmeye çalışılan hak sahibi” çizgisinde mücadelesini sürdürüyor oluşu, darlaşmaya karşın güçlenmenin göstergesidir. Bu güçlenmede hareketin kurumsallaşma, bilgilenme ve dayanışma deneyimlerinin ciddi etkisi var.

Burası bizler açısından öğrenilmesi gereken pratiklerin olduğu bir alandır. Kadın ve LGBTİ+ dinamiğinin devrim ve demokrasi mücadelesinde vazgeçilmezliğini, kaçınılmazlığını kitlelerin kendiliğinden hareketliliği bu denli ortaya sermişken bunu görmezlikten gelmek, ertelemek ve açık ya da gizliden erkek egemen yaklaşımlarla bu gerçekliği boğmak, hasıraltı etmek yeni bir yenilginin kapısını aralamak anlamına gelir ki, ne önümüzdeki şanlı mücadele günleri ne de bu günlere giderken toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi ile kuşanan kadın ve LGBTİ+ kitleleri artık bunu kabullenebilecek durumda değildir.

Şunu da eklemeden geçmek istemiyoruz: Devrimciler ve bir kısım feminist politikacılar tarafından fobik şekilde dışlanan LGBTİ+ mücadelesine dair şöyle bir sav da var; Bu mücadelenin aslında patriyarka ve kapitalizmi hedef almayan, postmodern teorilerle limitli, yalnızca “özgür sevişme hakkı”nın konuşulduğu ve savunulduğu, marjinal bir aktivizm alanı olduğu söyleniyor. Bu iddiayı incelersek, buna göre, toplumun yoksullaştırılmış işçi ve emekçileri arasında biseksüel, eşcinsel, interseks, trans kişilerin bulunmadığına ikna olmalıyız. Eğer bulunuyorlarsa bile zaten sınıf mücadelesi ile özgürleşeceklerini, dolayısıyla kendi çelişkilerini dile getirmelerine gerek olmadığı öne sürülüyor.

Yani bir kesime diyoruz ki; siz, lezbiyenler, gaylar, biseksüeller, translar, interseksler ve bilumum kendi cinsel kimliğini heteroseksüellerden ayırt edenler… Proleterleşin ve sakın kendi çelişkilerinizi ön plana çıkarıp yaşam hakkı, eğitim hakkı, barınma hakkı gibi temel haklarınız uğruna politik bir mücadele vermeyin. Biz ona devrimden sona bakarız. Gündemleştirirseniz de, biz yokuz, bizim daha önemli işlerimiz var…

Amerikalı trans yazar ve aktivist Julia Serano, devrimcilerin böyle bir yaklaşımının sonucunun ne olacağını bir makalesinde şöyle anlatıyor: “Eğer ekonomik sınıf merkezci solcular kimlik politikası yürüten aktivistleri başarıyla sol hareketin dışına iterse ne olacağını söyleyebilirim. Önyargı bir iltihap gibi yayılır, başıboş bırakılır ve insanlar, özellikle kadınlara ve azınlıklara karşı önyargılarını ve ayrımcılıklarını giderek daha rahat bir şekilde ifade eder. Haliyle kadınlar ve azınlıklar bu tarz ortamlarda barınamamaya başlar ve 1960’larda radikal feministlerin sol örgütleri terk ettiği gibi ya da 1990’larda LGBTQ+’ların sosyalist/komünist gruplardan uzak durduğu gibi bu alanlardan çekilirler. Bu durum bütün sol hareketin zararına olur.” (Kimlik Siyasetine Yönelik Sol Eğilimli Eleştiriler)

 

Bulunduğumuz örgütlerin kapısı LGBTİ+’lara kapalı mı?

Tarihsel eşitsizlik karşısında “erk”in yanında değil ezilen cinsiyet kimlik ve cinsel yönelime sahip kitlelerin eşitlik mücadelesini devrime havale etmeden devrime taşıma görevi; yani bu dinamikleri yakalamak ve dönüştürmek daha önce de vurguladığımız gibi bizim görevimizdir.

Bu görevi yerine getirirken zorluklarımız olacağı açıktır. Homofobiden, transfobiden, heteroseksizmden arınmak için bir hesaplaşma sürecine girmemiz gerekmektedir. Karma eğitim çalışmaları, bilinç yükseltme atölyeleri ile öncelikle meseleyi her birimiz daha net kavramalı ve eksiklerimizi tespit ederek bunlarla yüzleşmeliyiz.

Elbette bu dediğimizi belirsiz bir zamana bırakma lüksümüz yoktur. Bu çalışmaları, hem cinsel eşitsizliği anlama, bu konuya özgü politika üretme sorumluluğu doğurur. Ancak bu politikayı hakkıyla ve ataerkiden daha arınmış şekilde üretenler, öncelikle bu çelişkinin özneleri olmalıdır. LGBTİ+’lar, örgütümüzde kendilerine güvenli alanlar bulabilmeli ve örgütsel mekanizmalarımız her bir yoldaşımızın hakkını koruyacak şekilde düzenlenmelidir.

Sözümüzün sonuna gelirken sorumuz şu; bizlerin devrim ve demokrasi mücadelesinde üstlendiğimiz görev ve sorumluluklar LGBTİ+’ları kapsamıyor mu? Bulunduğumuz örgütlerin kapısı LGBTİ+’lara kapalı mı? Hayır diyorsak, bu çelişki ve açığa çıkmış öfkeyi örgütlemek başat görevlerimiz arasındadır.

Lenin’in devrimci mücadele için sarf ettiği muazzam bir belirleme vardır, oldukça bilindik bir sözdür. Der ki Lenin, “Çoğu devrimcinin kusurlu hazırlığı, bu son derece doğal bir olgu olduğu için özel bir endişe yaratmazdı. Görevler doğru saptandığında, bu görevleri yerine getirmek amacıyla tekrar tekrar girişimde bulunmak için enerji mevcut olduğunda geçici başarısızlıklar ancak küçük musibetler olabilirdi. Devrimci deneyim ve örgütsel ustalık, edilinebilinen şeylerdir. Yeter ki insanda gerekli özellikleri edinme isteği olsun. Yeter ki insan hatalarının farkına varsın, devrimci meselelerde bu, yarı yarıya düzelme demektir.” (Lenin, Seçme Eserler, Cilt 2, Sayfa 63, İnter Yayınları, 1993)

Kusur, hata ve yanlış… Bunlar önemli değil gerçekten. LGBTİ+ mücadelesi konusunda konumlandığımız yere baktığımızda tartıştığımız mesele hata yapmak değil, kusurlu olmak değil. Bu konuda görevlerimizi doğru saptayıp saptamadığımızda mesele… Gerekli özellikleri edinme isteğimiz olup olmadığında… Bu alanda devrimci deneyim ve ustalık kazanmak isteyip istemediğimizde… Mesele LGBTİ+’ları örgütleme çabamız olup olmadığında yani… Bu sorunun cevabını bir an durup düşünmemiz gerekiyor.

Daha sözümüz var, biz bugün burada ne kadarını dile getirirsek az. Ki LGBTİ+ kitleler, sokaklarda ve tüm yaşam alanlarında sözlerini/sözlerimizi dile getirmeye ve bu konuda toplumda dönüşüm sağlamaya devam edecekler. Bizler bu dönüşümün neresinde olacağız, işte orası da bizim devrimci ve demokrat olma iddiamızı ne denli sahiplendiğimize kalmış!

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu