Osmanlı iktisat tarihinde önemli bir yer tutan kapitülasyonlar ilk olarak 1352 yılında Cenevizlilerle olan ticareti artırmak maksadı ile verilmiştir.
İlerleyen yıllarda ise ticaret yollarında yaşanan değişiklikler ve dünya ticaretinin yeni rotalar edinmesi sonucunda başka bazı ülkeler de Osmanlı devletinden kapitülasyonlar yani ticaret yaparken kimi ayrıcalıklar edinme hakkı elde etmişlerdir. Kapitalizm Avrupa’da gelişirken Osmanlı’nın kimi nedenlerle kapitalist gelişme sürecinde geride kalması ile kapitülasyonların aldığı boyut baştaki anlam ve içeriğinden tamamen uzaklaşmış artık Osmanlı’nın lehine olmaktan çıkmıştır.
Avrupa’da kapitalizmin gelişmesine karşılık Osmanlı’da gerek feodalizmin hakimiyeti nedeniyle ilksel sermaye birikiminin oluşturulması sürecinde yaşanan aksaklıklara; saray çevresinden sonra siyasi ve sosyal hayatta önemli yer tutan kimi dini tarikat ve grupların etkileriyle bilimsel gelişmelerin engellenmesi, vergi sisteminin bozulması sonucunda tarım ekonomisinde belirleyici güç kazanan ayanlar, tımar sahipleri vb. grupların tarımdaki kapitalist değişimin önünde engel oluşturmaları gibi etkenler Osmanlı’da kapitalist gelişmenin yavaşlamasında rol oynamışlardır.
Avrupa’da gelişen kapitalist ekonomi işleyişi gereği emtia üretimini artırmış, Osmanlı’nın bu ülkelerle yaptığı ticaret anlaşmaları ve bunlara sağladığı kolaylıklar anlamına gelen kapitülasyonlar, sonrasında bu ülkelerden Osmanlı pazarına yönelik olarak emtia akışına yol açmış, bu ise asırlardır kendini koruyan ve Osmanlı’da kapitalist gelişimin de temelini oluşturan zanaatkar küçük atölyelerin çöküşüne neden olmuştur.
Osmanlı pazarının gelişen kapitalist Avrupa pazarından gelen malların akınına uğraması, ticaret dengesinde önemli bozulmalar ortaya çıkarmış ve Osmanlı’nın gelişen kapitalist ülkelerden aldığı borç miktarının artmasına neden olmuştur. Yani ithal mallar artarken ihraç edilen malların aynı oranda artmaması, ithal edilen mallar için borçlanma zorunluluğunu doğurmuştur. Bu durum gelişen kapitalist ülkelerin alacaklarını tahsil için Osmanlı’da Borçlar İdaresi (Düyun-u Umumiye) adı verilen kurumun kurulması ve Osmanlı ekonomisinin gelişen kapitalist devletler tarafından sıkı sıkıya takip ve denetimini sağlamasıyla sonuçlanmıştır. Düyun-u Umumiye II. Abdülhamit döneminde kurulmuştur.
Osmanlı Devleti’nin borçlanması
Osmanlı İmparatorluğu, 1854 yılında dış borçlanmalara başlamış ve 1874 yılına kadar 15 ayrı dış borçlanma yapılmıştır. Bu dönem içinde 239 milyon lira borçlanıldığı halde hükûmetin eline yalnızca 127 milyon lira geçmiştir.
“Hiçbir borç ödemesini yapamayan Osmanlı İmparatorluğu, sonunda alacaklılarla anlaşma yoluna gitti. Alacaklılarla masaya oturan imparatorluk, 1879’da damga, alkollü içki, balık avı, tuz ve tütünden alınan vergi gelirlerini 10 yıl boyunca iç borçlar karşılığı olarak alacaklılara bıraktı. Ancak alacaklı Avrupa devletleri buna tepki gösterdi ve 1881’de damga, alkollü içki, balık avı, tuz, tütün ve ipekten alınan vergilerin tüm geliri iç ve dış borçlara ayrıldı. Bu vergileri toplama ve alacaklılara ödeme görevi de yeni kurulan Düyun-u Umumiye İdaresi’ne verildi. Bu kurum kurulduktan sonra da Osmanlı İmparatorluğu mali sıkıntılar nedeniyle dış borç almak zorunda kaldı.”
Bu tür bir bağımlılığın formüle edilmesiyle birlikte yabancı sermaye akımı da daha güvenli bir şekilde gelişecektir. Alınan borçların kamu giderleri dışındaki harcama kalemini, yabancı sermaye ortaklıklarının yaptıkları yatırımlar oluşturmakta, böylece dönen paranın önemli bir kısmı yatırım adı altında “sözde” yatırımcılara geri dönerken, sömürü de katmerleşerek artmaktadır.
Özellikle demiryolu projeleri yabancı ortaklı yatırımlarda açık farkla ilk sıralarda yer almaktadır ki, bu da, emperyalizmin o dönemdeki başlıca yayılma stratejisini oluşturmaktadır.
Yabancı sermayenin dağılımında yaklaşık % 5.8’lik oranla demiryolu ulaşımı ilk sırayı alırken, % 11.6 ile sanayi, % 9.8’le bankacılık ve sigortacılık bunu izlemektedir. Yabancı sermayenin bulunduğu diğer alanlar ise madenler, limanlar, elektrik-su-gaz-tramvay gibi alt yapı hizmetleri ve ticarettir.
Kısacası birçok yazarın da söylediği gibi Düyun-ı Umumiye İdaresi, Osmanlı’da, emperyalizmin bir ajanı olarak çalışmıştır. 1908’e gelindiğinde Osmanlı’da ekonomik durumun temel göstergesini borç sarmalı ile artan yoksulluk oluşturur.
Bu ortam İttihat ve Terakki’nin “ulusal burjuva yaratma” ve yaratılan sınıf üzerinden iktidar erkini sağlamlaştırma düşüncesi ile çatışan zorunlulukları ortaya çıkarmaktadır. Bununla birlikte, yerli sermayeye verilen kısıtlı destekler de bu politikanın başlangıçtaki bir aşaması olarak ele alınmalıdır. Tarımsal üretim artışı ise ihracat-ithalat dengesini rahatlatacak ölçüde değildir ve 1915 sayımına göre Osmanlı sanayisinin % 80’inden fazlasını gıda ve dokuma sanayii oluşturmaktadır.
“Osmanlı ekonomisi buğday, irmik, sebze, tütün gibi ilgili oldukları sanayi ile hammaddeleri sağlayan tarımsal bir topluluktur.” Ve “sermaye emek miktarının ancak % 15′ i Türklerin elindedir. Diğerleri azınlık ve yabancı girişimlerdir.” 1
Dış alım ve dış satım miktarı arasındaki büyük eşitsizlikten doğan borçlar Osmanlı ekonomisinin gelişmekte olan kapitalist ülkeler karşısında ekonomik olarak güçsüz düşmesi ile sonuçlanacaktır. “1913’te yani Harbi Umumiden evvel yetmiş beş fabrikamızda 4281 işçi varken iki sene sonra adetleri 3916′ ya düşmüştür. Gıda olarak memleketimizde 162 .911 .003 kuruşluk ithalat vaki olmuş, ihracatımız ise 15.083.734 kuruş olmuştur. Şayan-ı teessüftür ki, memleketimiz zürra (ziraat, çiftçi) memleketi olduğu halde, takriben bir buçuk milyon liralık un girmiştir. Buna mukabil un olarak altı bin liralık kadar harice satış yapmışızdır.”2
Osmanlı ekonomisinin zayıflığı, emperyalistlerin birbirlerinin pazarlarını ele geçirmek üzere giriştikleri I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Osmanlı hakim sınıflarının 1800’lerin ikinci yarısı itibariyle sıkı askeri, siyasi, ekonomik ilişkiler geliştirdikleri Almanya ile birlikte savaşa girmeleri, zaten son derece zorlu koşullarda yaşamaya mecbur edilmiş olan Anadolu işçi–köylülerin mahvolması ile sonuçlanacaktır.
Osmanlı’nın yıkılması ve “yeni” devlet!
1.Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında Anadolu’da gelişen kimi sosyalizm deneyimleri (Bakınız Erzincan Şur’ası) ve ezilen ulusların ayrılma hakkını kullanma istemeleri riskine karşı yine savaşta galip gelen emperyalist güçlerin de yönlendirmesi ile Anadolu’da Kemalistlerin liderliğinde yürütülen karşı hareket sonrası Anadolu’nun bütünüyle emperyalist güçlere sunulması sağlanmıştır. Adına Kurtuluş Savaşı denilen 1919-23 arası dönemde savaşta ölen asker sayısı 9.167(3) iken aynı dönemde Karadeniz Rum Pontos halkından 313.000 kişinin katledilmiş olmasının rakamsal olarak ortaya koyduğu devasa fark Kurtuluş Savaşı denilen sürecin aslında ne olduğunu ya da olmadığını anlatmaya yeterlidir.
Kemalistlerin I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda galip gelen güçlerle daha savaş yıllarında yapmış oldukları işbirlikleri savaş sonrası Lozan Konferansı ve İzmir İktisat Kongresi kararlarıyla pekiştirilmiş ve Anadolu’da Rusya’da olduğu gibi bir sınıf devriminin gerçekleşmesinin önüne geçileceğinin teminatı emperyalist güçlere verilmiştir.
İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Kemalistleri ve Kurtuluş Savaşı adı verilen süreci değerlendirdiği tezlerini burada tekrar hatırlamak faydalı olacaktır:
“Kemalist devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin, az miktardaki sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir. Yani devrimin önderleri, Türk komprador büyük-burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfıdır. Devrimde, milli karakterdeki orta burjuvazi önder güç olarak değil, yedek güç olarak yer almıştır.
- Devrimin önderleri, daha anti-emperyalist savaş yıllarında iken İtilâf emperyalizmi ile el altından işbirliğine girişmişlerdir; emperyalistler Kemalistlere karşı hayırhah bir tutum takınmış, bir Kemalist iktidara rıza göstermeye başlamıştır.
- Kemalistler, emperyalistlerle barış imzaladıktan sonra bu işbirliği daha da koyulaşarak devam etmiştir.
- Kemalist hareket, özünde “işçilere ve köylülere, bir toprak devrimi imkanına karşı” gelişmiştir.
- Kemalist hareketin sonucunda, Türkiye’nin sömürge, yarı-sömürge, yarı-feodal yapısı; yarı-sömürge ve yarı-feodal yapı ile yer değiştirmiştir; yani yarı-sömürge ve yarı-feodal iktisadi yapı devam etmiştir.
- Sosyal alanda, eski milli azınlıklara mensup komprador büyük burjuvazinin ve eski bürokrasinin, ulemanın hakim mevkiini milli karakterdeki orta burjuvazi içinden palazlanan ve emperyalizmle işbirliğine girişen yeni Türk burjuvazisi, eski Türk komprador büyük burjuvazisinin bir kesimi ve yeni bürokrasi almıştır. Eski toprak ağalarının, büyük toprak sahiplerinin, tefecilerin, vurguncu tüccarların bir kısmının hakimiyeti devam etmiş, bir kısmının yerini yenileri almıştır. Kemalistler bir bütün olarak, milli karakterdeki orta sınıfın çıkarlarını temsil etmemekte, yukardaki sınıf ve zümrelerin menfaatlerini temsil etmektedir.
- Politik alanda, hanedanlık çıkarları ile birleştirilmiş olan meşrutiyet yönetiminin yerini, yeni hakim sınıfların çıkarlarına en iyi cevap veren yönetim, burjuva cumhuriyeti almıştır. Bu idare sözde bağımsız, gerçekte siyasi bakımdan emperyalizme yarı-bağımlı bir idaredir.
- Kemalist diktatörlük, sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlüktür.
- “Kemalist Türkiye bile, gittikçe daha çok bir yarı-sömürge ve gerici emperyalist dünyanın bir parçası haline gelerek sonunda kendini İngiliz-Fransız emperyalizminin kucağına atmak zorunda kalmıştır.
- Kurtuluş Savaşını takip eden yıllarda, devrimin baş düşmanı Kemalist iktidardır. O dönemde komünist hareketin görevi, hakim mevkiini kaybeden eski komprador burjuvaziye ve toprak ağaları kliğine karşı, Kemalistlerle ittifak değil (böyle bir ittifak zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiştir), komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının bir başka kliğini temsil eden Kemalist iktidarı devirmek, yerine işçi sınıfı önderliğinde ve işçi-köylü temel ittifakına dayanan demokratik halk diktatörlüğünü kurmaktır.” (İ.Kaypakkaya, Bütün Eserleri, Nisan Yayıncılık)
İzmir İktisat Kongresi: Malumun ilanı!
Savaş sonrası Lozan Konferansı’nda emperyalist güçlerle geliştirilen ilişkiler hemen bu konferansı takip eden günlerde İzmir’de gerçekleştirilen İzmir İktisat Kongresi’nde alınan ve özellikle “yerli sermayeye teşvik” sağlanması ile “karşılıklı fayda sağlamak şartı ile yabancı sermayenin faaliyetinin kolaylaştırılması” kararları ve buna yönelik olarak kongrede konuşan M.Kemal’in ve Kazım Karabekir’in vurguları önemlidir.
“Efendiler; iktisadiyat sahasında düşünür ve konuşurken zannolunmasın ki ecnebi sermayesine hasımız; hayır bizim memleketimiz vasidir. Çok şeye ve sermayeye ihtiyacımız var. Kanunlarımıza riayet şartıyla ecnebi sermayelerine lazım gelen teminatı vermeğe her zaman hazırız. Ecnebi sermayesi bizim şayiimize inzimam etsin ve bizim ile onlar için faydalı neticeler versin.”4
Tanınma arzusunun açıklanması kadar, tanınma olgusunun ekonomik bağımlılıkla beraber dile getirilmesi, yeniden okumalarda şaşırtıcı olmayan bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kongre bu sözlerle açılır ve planlandığı şekilde seçilmiş -ya da atanmış- temsilcilerin yerlerine oturmaları sağlanır. Plana göre tüccarlar sağa işçiler ise sola oturtulur. Ortanın solu sanayiciye, ortanın sağı ise toprak ağalarına verilir. Kongre başkanlığına ise asker olmasının yanlış yaklaşımlara yol açacağını düşündüğünden, bu görev için sivil bir elbise diktiren Kazım Karabekir seçilir! Kuşkusuz bu seçim, kongre gidişatına erkin bir müdahalesi olarak da ele alınabilir. Diğer taraftan kongre ile birlikte bir sergi açılmış ve kongre İzmir’in ekonomik hayatında enflasyonist bir baskıya da neden olmuştur. Birçok görüşme ve raporların sunumunun yanında, derdini yetkili bir kişiye anlatma çabasının da, kongre günlüğünde önemli bir yer tuttuğu görülmektedir. Bu şartlar altında beklendiğinden uzun süren kongre, açılışından on altı gün sonra, 4 Mart 1 923’te “Misak-ı İktisadi”nin açıklanmasıyla sona erer.”5
İzmir İktisat Kongresi’ne işçi temsilcilerinin seçilmesi işçi sınıfının iradesine bırakılmamış, vali ve mutasarrıflara bırakılmıştır. Çiftçi adı altında ise kongreye büyük toprak ağaları davet edilmiştir. İşçiler adına konuşan Şefik Hüsnü’nün bu konuda söyledikleri son derece önemlidir:
“Kongre’de kendi mevkii ve fikriyatının ehemmiyeti bu kadar büyük olan amele sınıfının temsili meselesinin son derece ihmal edilmiş olmasına hayret ve tessürden kendimizi alamıyoruz. Mevcut amele cemiyetlerine, toplu işçi zümrelerine müracaat edilecek yerde, köy ve şehir erbab-ı mesaisi namına gönderileceklerin tayini vali ve mutasarrıflara havale edilmiştir. Ve bu tayin adeta bir memur nasbı gibi bir şekilde yapılmaktadır. Amele işleri ile az veya çok alakası olan bazı kimseler istimzaç edilmeksizin, reyleri sorulmaksızın, İstanbul’dan İktisat Kongresi’ne amele murahhasları tayin olunmuştur. Ciddiyetle kabil-ı telif olmayan bu hareketin amele üzerinde yaptığı pek fena tesirden sarf-ı nazar, bu sözde amele murahhaslarının, vaziyeti tetkik edip amele temalüyatını anlamalarına ve edinecekleri fikre göre teklifat ve müdafaatta bulunmak için hazırlanmalarına bile imkan bırakılmamıştır.”6
Kongreye işçilerin dahil edilmesinde uygulanan bu usulsüzlük sadece seçilen delegelerin seçilme biçimleri ile sınırlı değildir. Kongre sürecinde işçilerin taleplerinin kabul edilenleri daha sonraki yıllarda yasaklanacaktır. Aslında bu boyutuyla ele alındığında görülecektir ki İzmir İktisat Kongresi’nin hazırlanış ve sonuçlarının devlet erki tarafından yönetilmesi TC devletinin genel siyasası ile doğrudan ilgilidir.
Bugün bile “Alevi Açılımı”, “Kürt Açılımı”, “Roman Açılımı” gibi farklı dini ve milli grupların dahil edilidği toplantılar yapılıp büyük vaatler sunulmasından sonra ortada somut hemen hemen hiçbir şeyin konulmamış olması da bu siyesetin uygulanmasının sonucudur.
İşçi sınıfının bu kongrede dile getirdiği taleplerin burada paylaşılması yararlı olacaktır. Buna göre İstanbul Umum Amale Birliği’nin Türkiye İktisat Kongresi’ne sunmuş olduğu rapordan:
“Kuruluş amacını ‘Maddi hiçbir sermayesi olmayan ve başkasının sermayesi ile veya alet-ı sanatı ile çalışan ve sanatı icab ettirdiği alattan başka sermaye-i madiyesi bulunmayan veyahut çalışmadığı takdirde hayatını temın edemeyecek ashab-ı say-u amelden bulunan amelenın içtimai ve iktisadi hukunun sermayedarana karşı kavanin-i mevzua dahlinde müdafaa, Hükümet-ı muhtereme-i milliyenin amele hakkındaki kanunlarının sermayedaran tarafından amele hakkında tamamı tatbikini temin (…)’ olarak tanımlayan Istanbul Umum Amale Birliği aşağıdakı taleplerde bulunmuştur:
Istanbul amelesinin vaziyeti pek acıklıdır. Esar ve hayatın terfiğ ve tenzilini takiben amelenin de sahib-i rey olarak temsil edileceği bir komisyonun hiç olmazsa umum patronlar tarafından vacib-ül ittiba olmak üzere ayda iki defa bir haddi asgari gündelik tayin ve neşretmesini temin eylemek.
Hal-ı hazırda sermadaranın vasıta-ı icraiyesi ve memlekete müfid olmaktan yaşamaktan bir gayesi olmayan ameleye sermayedarana nisbeten tarh edilen temettu vergisinin amelenin tahammül edebileceği bir hadd-i itidalde tadil ve tahfifi.
Ahlakın sukutuna, ırkın tereddisine saik-ı yegane olan işsizliğin kaldırılması için eshab-ı say-ü amele insani ve asrı şerait tahtında iş tedarik etmek ve sermayedarana hükümet tarafından iş imtiyazları verilirken şerait-i imtiyazın esna-ı tesbitinde amele hukuk-u alisini hat-ı temine almak.
Memleketimizde esnaf ile amele tabiri vazıhan ve kanunen tarif edilmemiş olduğu için bu müphemiyetten bil-istifade amelenin en büyük bir kısmının kontrolü ve esnaf namı altında cem ile inkişaf ve terakkilerinde sed çeken Şehremaneti’nin bu salahiyetinin ref’i ile ameleye grev yapmak salahat-i kanuniyesini haiz sendikalar teşkil etmesini müsaade etmek, yani hal-i hazırda meriyül icra olan 19 Ağustos 1909 tarihli Cemiyetler Kanunu’nu bu esas üzerinde tadil eylemek.
Memleketimizde açılacak bütün işleri hakim ve emin unsur olan Türk erbab-ı say ve sanatına vermek ve mevcut müessasat-ı ecnebiyeyi memleketimizin tealisinden ziyade sukutunu temenni eden unsurlardan tathir etmek.
Bir bahçe veya bostan mahsulatı için aşar vermekte olduktan başka topladığı mahsulatı için aşar vermekte olduktan başka topladığı mahsulatı başka şehre naklederken şehrin sur kapılarında Şehremaneti tarafından yük başına ayrıca bir resme (vergiye) tabi tutulmaktadır. İşbu Emanet rüsumunun ilgası hayatı ucuzlatacağından bu resmin kalkmasını temin eylemek.
Kabzımallığın tamamen kaldırılması.
Hayatı ucuzlatmak için bahçe ve bostan aşar vergisinin ‘hanüman söndürmeyecek’ miktarda tahsilini temin eylemek.
Amele çocuklarının parasız yatılı okullarda okumasını sağlamak.
İstanbul’da sıhhi ve ucuz bekar işçi odaları temin edilmesi.
8 saatlik iş günü.
İşçi sınıfının sermayedarlarla yaşayabilecekleri ihtilaflarda görevlendirilecek müfettişler tayin edilmesi.
Fazla iş saatlerinin amelenin iradesine terk ve amelenin kabulü takdirinde işbu saatlere mukabil iki misli ücret uygulanması. (Devam Edecek)
Kaynaklar ve dipnotlar
- Karabekir K., İktisat Esaslarımız-Hatıra ve Zabıtlarıyla 1923 İzmir İktisat Kongresi- Emre Yayınları, 1 . Baskı, s. 156
- Ersoy T., Lozan bir anti-emperyalizm masalı nasıl yazıldı? Sorun Yayınları, 2. Baskı, s. 68-69
- https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/370993 , s. 9
4.. İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, s. 139
- Ökçün Gç, Türkiye İktisat Kongresi, Kongre Açılış Konuşmaları Mustafa Kemal, Ankara 1997, s. 210
- Ersoy T., Lozan Bir Anti-Emperyalizm Masalı Nasıl Yazıldı?, s. 82
- Ökçün G., Türkiye İktisat Kongresi 1923 İzmir ‘İzmir İktisat Kongresinde İşçi ve Köylü (Şefik Hüsnü), s. 38-39
- Ökçün, age, s. 138-146
- Ersoy T, age, s. 87
- Başkaya F, Paradigmanın İflası, Doz yayınları, s. 124
- Başkaya, age, s. 130
- Ersoy T, age, s. 87
- Kazım Karabekir, İktisat Esaslarımız -Hatıra ve Zabıtlarıyla 1923 İzmir İktisat Kongresi- Emre Yayınları, 1. Baskı, s. 222
- Ersoy T, s. 90-91