Tayyip Erdoğan iktidarı, İdlip’te ne hukuki dayanağı ne de başarı şansı olan bir sınır ötesi operasyona girişip, TSK’yi dünyanın en büyük ikinci askeri gücünün önüne atarak Türkiye tarihinin en ağır ve utanç verici askeri hezimetine imza attı.
Erdoğan’ın “İdlip’te işler lehimize döndü” dediği günün ilerleyen saatlerinde, 27 Şubat gecesi Rusya/Suriye uçaklarının düzenlediği bombardıman sonucu en az 33 asker yaşamını yitirdi, 32 asker de yaralandı. İdlip’te bir ayda yaşamını yitiren asker sayısı toplamda en az 57.
Savaşın anlaşılmaz derecede yüksek bir iddiayla açılıp, unutulmayacak derecede ağır bir hezimetle kapanan bu parantezinin can kaybı dışında da maliyetleri oldu.
“Arkandayız ama seninle gelmeyiz”
İktidar sadece “Esad rejimi” ile savaşıldığını söyleyip dursa da TSK sahada Rusya, İran ve Hizbullah’la da savaşır hale geldi. Hatta AKP, cihatçı ve silah transferleriyle Libya ve Suriye’deki çatışmaları birleştirirken karşı cephe de buna kayıtsız kalmadı ve Halife Hafter liderliğindeki Tobruk yönetimi Şam’daki Libya Büyükelçiliği binasını yeniden aktif hale getirip istihbarat anlaşmaları imzalayarak Şam yönetiminin yanında konumlandı.
Rusya ve Suriye karşısında daha önce de aktif askeri desteğe çağrılan ABD, Avrupa devletleri ve NATO yine yardım çağrılarını yanıtsız bıraktı. Daha doğrusu, “Sen git, arkandayız ama seninle gelmeyiz” diye özetlenebilecek, emperyalist ile sömürgesi arasındaki eşitsiz, hiyerarşik ve tek yönlü bağımlılık ilişkisini hatırlatan, aşağılayıcı bir tutum sergilediler.
Avrupalı devletleri İdlip’te desteğe zorlamak için mültecilerin Yunanistan sınırına yığılması ise istenen sonucu üretmediği hatta ters tepki yarattığı gibi Türkiye tarihinde silinmesi güç bir leke olarak kalacak bir utanç sayfası açtı.
Parasal maliyet kamuoyunca henüz bilinmiyor. Ancak İdlip’e binlerce askeri araç gönderildiği, El-Kaide kökenli örgütlerin militanlarının da TSK ekipmanlarını kullandığı, Suriye ve Rus medyasının yansıttığı kadarıyla tanklar ve İHA’lar dahil bir kısmının ağır bombardımanlarda imha edildiği ya da çatışmalarda karşı tarafın eline geçtiği görüldü. Saray’ın damatlarından biri dahil silah şirketi sahiplerinden başka yüzü gülenler de olmuş mudur, bilinmez ama kamunun kasasından epey para çıktı.
Ne acıklı bir manzara
Peki tüm bunlar sözde ne içindi? Uzun süredir ertelenen İdlip operasyonunu nihayet Aralık 2019’da başlatarak, bölgedeki TSK gözlem noktalarını tek tek kuşatma altına almaya ve cihatçılarla destekçilerini Türkiye sınırına doğru sürmeye girişen Rusya destekli Suriye ordusunu geri püskürtmek için.
Erdoğan, “Rejim, şubat ayı sonuna kadar TSK gözlem noktalarının ardına çekilsin” demişti, olmadı. Bahçeli, “Türk ordusu soluğu Şam’da almalı” demişti, hiç olmadı. Hulusi Akar “Bu iş rejim defolup gidene kadar sürecek” demişti, o da olmadı. Erdoğan meseleyi görüşüp tatlıya bağlamak için Putin’i Türkiye’ye davet etmişti, o bile olmadı.
Rus ordusu, TSK ve beraberindeki cihatçıları vururken telefonlara çıkmaya tenezzül etmeyen, Erdoğan’ın Batı’dan nafile yardım arayışlarını izleyen Putin, Suriye’deki askeri üstünlüğünü de kabul ettirdikten sonra Erdoğan’ı Moskova’ya, ayağına çağırdı.
Rus Çarlığı’nın Osmanlı’yı alt ettiği 93 Harbi’ni anlatan bir heykelciğin önünde Putin’le yan yana oturan Erdoğan, siyasi tarihinin en acıklı pozlarından birini verdi.
İkilinin bir süre baş başa daha sonra heyetler eşliğinde süren görüşmesi “ateşkes” ilanıyla sona erdi. Ne var ki mutabakat metni Erdoğan iktidarı tarafından daha önce dile getirilen taleplerden hiçbirine yanıt vermiyor, Rusya’nın bugüne kadarki istekleri doğrultusunda Soçi Mutabakatı şartlarının yeniden üstünden geçiyor ve sahada Suriye ordusu lehine oluşan şartları koruyordu.
Taraflardan biri yenildi ama savaş bitmedi
İlk madde ile 6 Mart 00.01 itibariyle temas hattında askeri faaliyetlerin duracağı konusunda anlaşıldı. Suriye ordusu geri çekilmezse omuz üstünde baş bırakmamaktan bahseden Erdoğan, “Yansın Suriye, yıkılsın İdlip” diyen Devlet Bahçeli, “Bu rejim defolup gidene kadar bu iş sürecek” diyen Hulusi Akar da bu sözlerini yuttu.
İdlip’te ve Halep’in batısında Serakib, M5 otoyolu, Zaviye Dağı ve Kefranbel olmak üzere geniş bir alanı kontrol altına alan ve 14 TSK gözlem noktasından 9’unu kuşatan Suriye ordusunun geri çekilmeyeceği Türkiye’ye de kabul ettirildi.
İkinci maddeye göre M4 otoyolunun kuzeyinde 6 km ve güneyinde 6 km derinliğinde bir güvenli koridor tesis edilecek; yani Türkistan İslam Partisi’nin etkin olduğu Cisr eş-Şuğur kasabası, Eriha ve Erbain Dağı gibi cihatçı kaleleri de bu örgütlerden temizlenecek. Böylece Suriye ordusu geri adım atmazken, TSK ve cihatçılar geri adım atacak. Bunun garantörü de Türkiye ve Rusya olacak.
Mutabakat metnindeki “Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne olan kuvvetli taahhütlerin yinelenmesi” vurgusu, AKP iktidarının “rejim” dediği Şam yönetiminin meşruiyetini istemeyerek de olsa tanıması anlamına geliyor.
“Terörizmin tüm tezahürleriyle mücadele ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından terörist olarak tanımlanan tüm grupların ortadan kaldırılması yönündeki kararlılıkların yinelenmesi” ifadesi de, Hatay sınırının hemen hemen tamamı dahil İdlip’i büyük oranda elde tutan HTŞ ve Türkistan İslam Partisi gibi örgütlere karşı operasyon hakkının saklı tutulduğu anlamına geliyor. Yani cihatçılarla ateşkes yok.
İdlip savaşı çoktan kaybedilmişti
İyi ama bu koşullarda bir anlaşma Rusya tarafından daha Suriye’nin İdlip operasyonu başlamadan önce Türkiye’ye sunulmuştu. Bu kadar kayıp verilmeden de aynı sonuca varılabilirdi. Erdoğan’ın savaş ile sonucu değiştirme şansı yoktu.
Ne haklı bir gerekçesi ne de başarı şansı vardı. Soçi Mutabakatı’nın şartlarını yerine getirmemiş; yani M5 ve M4 otoyollarını güvenli geçişe açmamış, kendi kontrolündeki sözüm ona ılımlı cihatçıları HTŞ ve müttefiklerinden ayrıştırmamış, temas hattının ağır silahlardan arındırılmasını sağlamamıştı. Böylece TSK’nin bölgedeki varlığı hukuki dayanağını yitiriyor, Türkiye işgalci pozisyonuna düşüyordu.
Hem de kağıt üstünde bile olsa kendisinin de “terörist” kabul ettiği grupların destekçisi pozisyonuna düşüyordu. Haklı gerekçelerin ve uluslararası hukuka uygunluğun olmayışını dert etmesek dahi sahadaki gerçeklik bu savaşın kazanılamayacağını gösteriyordu. İdlip’te hava sahası bütünüyle Rusya’nın denetimindeydi ve Rusya da Suriye ordusunun arkasındaydı.
TSK’nin İdlip’e yaptığı büyük askeri yığınak Rusya açısından kolayca vurulabilir hedeflerden başka bir şey değildi. Rus resmi makamları Türkiye’nin askeri varlığını gayri meşru ilan edip Suriye ordusunun operasyonlarına tam destek açıklıyor, Rusya çizgisindeki analiz ve istihbarat siteleri büyük yığınağa rağmen TSK’nin askeri kapasitesinin İdlip’te savaşmak için yetersiz olduğuna dikkat çekiyordu. Rusya’nın ve Suriye’nin olası saldırıları karşısında NATO yardımına güvenilemeyeceği de açıktı.
Ne Haziran 2012’de Suriye, kendi hava sahasına giren bir Türk savaş uçağını düşürdüğünde ne de Kasım 2015’te Türkiye bir Rus savaş uçağını düşürdükten sonra Suriye’de AKP destekli cihatçılar acımasız bir bombardımana tutulduğunda NATO Türkiye’nin destek çağrısına yanıt vermişti. İşin doğrusu İdlip savaşı çoktan kaybedilmişti.
Kaybetse de savaşmaya muhtaç
Peki o kadar asker, neden baştan kaybedilmiş bir savaş için ölüme sürüldü? Ülke neden ateşe atıldı? Bu sorulara doğru yanıt verebilmek için evvela AKP’nin başındaki şahıs ile Türkiye’nin farklı şeyler olduğu ve ikisinin çıkarları arasındaki açının giderek genişlediği gerçeğini ihmal etmemeliyiz. Şahıs, artık açıktır ki ülkeyi değil kendini dert etmektedir ve kendi kurtuluşu için ülkeyi ateşe atmaktan çekinmemektedir.
Öylesine çürümüş, o kadar çok günah biriktirmiş, öyle zayıflamış durumdadır ki bunu örtecek bir savaşın gürültüsüne, asker cenazelerine ihtiyaç duymaktadır. Yoksul emekçi intiharları, kadın cinayetleri, işsizlik, pahalılık, yolsuzluklar, Saray’daki şatafat, AKP’den kopup kurulan partiler, muhalefetin eline geçen yerel yönetimler, toplumsal hoşnutsuzluk, hukuksuzluk, kontrgerilla içi huzursuzluklar ancak bir savaşın gürültüsüyle örtülebilmektedir. Bu, savaşın çözülmekte olan bir iktidara özgü gerekçesidir.
Erdoğan’ın uluslararası liderlik iddiasının ideolojik ve örgütsel dayanaklarının başında gelen Müslüman Kardeşler, Ortadoğu’da yenilmiştir. Libya ve Suriye’de savaşmaktan vazgeçmesi de mutlak yenilginin tescili olacak, tabuta son çivileri çakacaktır ki bu sadece bu ülkelerdeki cihatçıların değil hem bölgesel liderlik iddiasında hem ideolojik anlamda Erdoğan’ın da yenilgisi olacaktır.
Bir diğer gerekçe ise Libya-Suriye savaşlarında uluslararası cihatçı ağı ile kurulan işbirliğiyle ilgilidir. Bir yandan bu ilişki uluslararası düzlemde bir şantaj unsuru olarak farklı aktörlerin dosyalarında kayıtlı halde durmaktadır. Öte yandan İdlip’te toplanan onbinlerce cihatçı, birlikte hareket ettikleri Erdoğan iktidarından beklenti içindedir.
Erdoğan’ın geri çekilmesi ve bu cihatçıları kaderine terk etmesi halinde hiçbir ülkenin kabul etmek istemediği cihatçılardan oluşan bir sel Türkiye sınırlarına dayanacak, üstelik bu bir öfke seli de olacaktır.
30 Ağustos 2019’da Rusya ve Suriye ordularının bombardımanları karşısında sesini çıkarmayan Türkiye’yi protesto için Reyhanlı sınırına yürüyerek Erdoğan posterlerini yakıp ayaklar altına alan cihatçılar ve destekçileri, kendi kaderlerine terk edildiklerinde neler yapabileceklerinin ipucunu vermiştir.
Sonuç olarak Erdoğan kaybetse de savaşmaya muhtaçtır. Çünkü artık kazanmak için değil yenilgisini perdelemek için savaşmaktadır. Bu savaşa son verecek olan ise iç siyasette de bu yenilginin tescil edilmesi ve ülkeye yaşatılan kayıpların hesabının sorulmasıdır.
Yoksa Moskova’da varılan “ateşkes” savaşın sonu değil, savaşa verilen geçici bir aradır. Erdoğan’ın savaşının gerekçeleri olduğu yerde durmaktadır. Kendi yenilgisini perdelemek için ülkeyi daha ağır yenilgilere sürüklemekten çekinmeyecektir.