Hiç saldıranla saldırılan aynı olur mu? Olmaz, saldırılan tutuklanmadıkça mevcut rejimin nasıl bir adalet anlayışına sahip olduğunu anlamamız imkansızlaştır. Şükür, şaşırtmayı sevmiyorlar.
Kürtlere saldırtılan lümpen ırkçı çetelere bahane çoktu zaten buna bir de Amedspor forması giymek eklendi: Ürgüp’te ırkçı bir grup organize biçimde Kürt işçilere saldırdı, bir kişinin ateşli silahla yaralandığı dile getirilen saldırıdan sonra “adalet” adına şunları duyduk: Saldırıya uğrayan 13 Kürt işçi gözaltına alındı, sonra biri tutuklandı, sonra diğerleri memleketine gitti. Sonra? Saldırganlar? Gözaltı ya da tutuklama haberi gelmedi bir yerden, niye gözaltına alınsınlar ki, alt tarafı Kürtlere saldırmışlar.
Nürnberg yasaları
Tutuklanan niye tutuklandı peki? Efendim, “üç kişi, onun bir kişiyi bıçakladığını görmüş” de ondan. Kim olabilir bu üç kişi? Sopa, bıçak ve tabanca alıp saldıranlardan üçü. Bıçaklanan o bir kişi kim peki? Ortada öyle biri yok, olsa gösterirdi biri “Ekrad-ı Vahş’a bak sen, hem Amedspor forması giyiyor hem de birini bıçaklıyor” nidaları eşliğinde.
Tutuklama kararı, yeni hukuk nizamının mantığını, işleyiş biçimin ve ruhun gayet iyi ortaya koyuyor: Kimin tutuklanıp kimin tutuklanmayacağı sadece siyasi iradenin bildiği bir şeydir, kimin saldırdığı, kime saldırıldığı değil, kimin devlet için makbul olduğu önemlidir. Tutuklama kararı, hasılı, bize saldırının devlet nezdinde gayet makul, hatta makbul bulunduğunu gösteriyor. Anlaşılan o ki, işçilere gündüz yapılan, “O formayı çıkar üstünden” tehdidi de gayet makul ve makbul bulunmuş, forma çıkarılmayınca meydana gelen saldırı da prosedürel bir ayrıntı olarak ele alınmış.
O halde bir ara özet yapalım: Demek ki saldıranlar hukuken saldırgan değil, hukuken onlar üstün, sözü dinlenmesi gereken, hakim ırkın efradı, yani “milleti hakime”den olmanın haklarını kullanan kişiler. O halde saldırılanlar da “milleti mahkûme”den olur, mahkumeden olanların dilediğini giyme hakkı, herhangi bir işte çalışma hakkı, çalışmak için seyahat etme hakkı yoktur. Osmanlı döneminde yaygın terimleri kullandık ama bu anlayışın daha ünlü bir dönemi de var: Nazilere göre (Nürnberg yasaları) herkes “yurttaş” olamazdı: Herkes her haktan yararlanamaz; vatandaşlığı hak etmesi gerekenler, her an sorgulanabilir, sürülebilir, belirli işlerden uzak tutulabilir ya da sadece belirli işlerle yetinebilirdi. Her yere gidemezdi. Bugün bu iş Ürgüp’te oldu ama mesela daha önce Afyon-Bolvadin’de olmuştu, Kütahya-Emet’te de.
Sokak devleti takip eder
Bıçaklama için de son bir söz: Yarın biri bulup, “Aha bunu bıçakladı” derlerse şaşırmayız! Anlıyoruz ki “meşru müdafaa” diye bir şey varsa da ancak “rejimin yurttaşları” için var, Kürtler için yok, emekçi Kürtler için hiç yok.
Saldırının boyutları sadece yukarda işaret etmeye çalıştıklarımdan ibaret değil, şöyle bir soruya da cevap vermek lazım: Nasıl oluyor da onlarca kişi toplanıp, teşkilatlanıp, silahlanıp bir yerde çalışan işçilere saldırabiliyor? Bu cesareti nereden alıyorlar? E gözaltı olmadığına, tutuklama olmadığına, “Böyle şeylere asla taviz vermeyiz” açıklamalar olmadığına göre cesareti bırakın, taahhüt bile almış olabilirler. Ayrıca sahilde, parkta, düğün salonunda, evde, arabasında Kürtçe şarkılar dinleyen ya da govende giren kişilere yönelik tutuklama furyasını da unutmamak lazım: Sokak daima devleti takip eder, devletin hal ve hareketlerini, dilini takip eder ve kendi diline çevirir.
Bu fasıldan son bir not: Demek ki Futbol Federasyonu Başkanı ile Diyarbakır Valisi’nin Amedspor maçını izleme “jesti” dostlar sportmenlikte görsün türünden bir tiyatrodan ibaret. Taraftarın giymesine izin verilmeyen formayı takımın da üstünden çıkarmak için aynı başkanla aynı vali yarın harekete geçerse buna da şaşırmayalım derim.
Ahmet Şık’a saldırı: Siyaseti bitirmek
Ürgüp saldırısı ve peşinden gelen tutuklamalar, iki siyasi ve hukuki meseleyle iç içe aslında: Ahmet Şık’a TBMM kürsüsünde yapılan saldırı ve İlhan Sami Çomak’ın 30 yıl hapis süresini doldurmasına rağmen tahliye edilmemesinin gerekçesi.
Ahmet Şık’a saldıran siyasi infaz memuru ile Şık’ın aynı cezayı alması tuhaftı. Bu tutumun hukuksuzluğunu Tolga Şirin güzelce yazdı, hukuken eklenecek bir şey yok. Ürgüp benzerliği ise şaşırtıcı gelebilir: Saldırıya uğrayana herhangi bir ceza verilmesi abes, saldırana ise ödül anlamına gelecek bir “ceza” veriliyor özetle. Niye saldırıldı Ahmet Şık’a peki? Siyaseten iktidarı eleştirdi diye, bu eleştirilerdeki dili, üslubu iktidar mensuplarının hoşuna gitmedi diye. “Hakaret” iddiaları saçma, tıpkı Amedspor formasının “bölücülüğü” iddiası kadar saçma.
İlhan Sami Çomak gerekçesi: Ruhunu İstiyoruz!
Bu iki vakanın arkasındaki mantığı en iyi ortaya koyan gelişme ise İlhan Sami Çomak’ın tahliye edilmemesinin gerekçesinde yazılı:
“Hükümlünün ceza infaz kurumunda geçirdiği uzun sürenin suç ve suç algısına karşı tutum ve davranış değişikliği konusunda caydırıcı bir etki yaratmadığı, kişide suç algısının ve suça yönelik farkındalığının oluşmadığı, suç işleme yönelimi ve kendisini suça iten etkenlerin halen devam ettiği…”
Ne diyor bu metin? Kişinin kafasının içine mi girmişler? Suç işleme yönelimini nasıl tespit etmişler 30 yıldır hapiste tutulan birinin? Yazdığı şiirlerden mi? Aslında, basitçe şunu söylüyor: Hükmü-gücü elde tutanların istediklerini yapmaya ve söylemeye başlamadığına göre, yatsın daha. Yani İlhan Sami Çomak’ın 30 yılı yetmemiş, doğrudan ruhunu istiyorlar. Ahmet Şık da iktidardakilerin istediklerini yapmıyor ve söylemiyor diye susturulmak istendi. Ürgüp’teki işçiler de oradaki çetenin istemediği formayı giyiyor diye saldırıya uğradı.
Benzerlik vakaların kendisinden çok vakaları kuşatan hukukta yatıyor. Teslim almaya yönelmiş bir hukuk bu. İrade kırmaya. TBMM’deki vaka siyaseti imkansızlaştırmayı hedefliyor, Ürgüp vakası eşitliği imkansız sayma pratiğinin bir cürmü, İlhan Sami Çomak vakası ise “adalet”in sadece teslim olmak anlamına geldiğini ilan ediyor.
Notlar
1
Afyon-Bolvadin saldırısında da saldırıya uğrayanlardan iki kişi tutuklanmış, üç yıldan fazla hapiste tutulmuşlardı. Saldıranlardan biri “saldırı sırasında” ölmüştü çünkü. Kalp krizinden ölmüştü, fakat hukuki gerçeğe ulaşmak üç yıldan fazla bir zamana mal olmuştu. O zamanlar hala “hukuki gerçek” için mücadele imkanı vardı, artık öyle bir şey yok. Tek hukuki gerçek, hukukun imha edildiği.
2
Tolga Şirin hocanın, “Alpay Özalan ve Ahmet Şık’a uygulanan yaptırımlar hukuksuz” başlıklı yazısı Ahmet Şık vakasının hukuki yönünü enine boyuna ele alıyor.
3
Anti-hukukun anti-akıl gerekçeleri
Önce şunu belirtelim ki bu “hüküm niteliğindeki” sözüm ona raporu yazan Cezaevi İdari Gözlem Kurulu’nun içinde sadece “savcı” hukukçu, kalanları gardiyanlar dahil çeşitli idari görevliler. Hem 30 yılı dolan mapuslar için hem de hasta mapuslar için işletilen prosedürler hukuk görünü almış işkenceye tekabül ediyor. AİHM kararlarında vurgulanmış “umut hakkı”nı, “anti-hukuk” mantığı gereği tersine çeviriyorlar böylece, “umutsuzluk hakkı” olarak, ya da devletin içerde çürütme umudu olarak.
İlhan Sami Çomak hakkındaki (idari) kararın “gerekçesi” şöyle:
“Hükümlünün ceza infaz kurumunda geçirdiği uzun sürenin suç ve suç algısına karşı tutum ve davranış değişikliği konusunda caydırıcı bir etki yaratmadığı, kişide suç algısının ve suça yönelik farkındalığının oluşmadığı, suç işleme yönelimi ve kendisini suça iten etkenlerin halen devam ettiği, yeniden suç işleme ve topluma zarar verme riskinin düşük olmadığı anlaşılmakla; hükümlünün suç işlemesini engelleyen etkenlerin güçlendirilmesi, mükerrer suçluluğun önlenmesi, toplumun suça karşı korunması, hüküm almasına neden olan suçların kendisi, mağdurlar ve toplumda üzerinde bıraktığı kötü etkiler hakkında farkındalık kazanması maksadıyla, iyileştirme programlarına alınarak bir süre daha gözlemlenmesine devam olunması gerektiği anlaşılmış olup hükümlünün koşullu salıverilmesi hususunda iyi halli olmadığı değerlendirilmiştir.”
(Artı Gerçek – 25 Ağustos 2024)