“Yeni faşizm” bağlamında, AKP hükümeti kurulduğundan bu yana Türkiye’de, devlette, toplumun yapısında, yukarıdan (yasalar) ve aşağıdan (sivil toplum içinden) giderek hızlanan, özellikle 15 Temmuz “darbe” şeyinden sonra adeta baş döndürücü bir ivme kazanan “değişime” bakmak ilginç olabilir.
Bu değişimin “özünü” (ona karakterini veren şeyi) doğru tanımlamak gerekiyor. Salt seçimlere ve parlamentoya bakarak, bu değişimin önceki dönemlerinkinden farklarının biçime, niceliğe ilişkin olduğunu varsayarak siyaset yapmaya çalışanlar, kendilerini daha baştan rejimin içinde kalmaya mahkûm ediyorlar.
Bu değişikliklerin arkasında iki süreç yatıyor. Birincisi siyasal İslamın toplumsal mühendislik projesi ilerledikçe rejimin dayandığı kurumsal ve ideolojik/kültürel zemin derinleşiyor.
İkincisi iktidarı bir kişinin iradesine indirgeyerek, 17 yıldır işlemekte olan toplumsal mühendislik projesinin “totaliter” özelliğini görmek ya da görmenin kültürel ve siyasi sorumluluğunu üstlenmek istemeyen tutum, muhalefetin tepkisini uyuşturuyor.
Kısa, sınırlı bir bilanço
Ülkedeki “bağımlı” kapitalist devletin 1950’lerden bu yana gelen jenerik özelliklerini bir kenara bırakarak, AKP döneminde devlette ve toplumda yaşanan özgün ve siyasal İslamın toplumsal artık değerden pay almasını kolaylaştıran değişime bakarsak karşımıza çok karanlık bir resim çıkıyor.
AKP’nin devraldığı rejimin personeli devlet, yargı bürokrasisinden, şiddet araçlarından, sistemli ve giderek hızlanan biçimde tasfiye edildi. Böylece devleti yönetmekle sorumlu sınıf değişti. Yeni sınıf, artık Kemalist, aydınlanmacı/seküler orta sınıflardan değil, siyasal İslamın içinden geliyor.
Bu değişimin sürekliliğinin güvenceye alınabilmesi için eğitim sistemi, ilkokuldan, çocuk kitaplarından başlayarak, üniversiteye kadar yıkılarak yeniden şekillendirildi.
Bu yıkım sürecinin bir parçası olarak, siyasal İslamın iktidarı, kendisine ait olmayan entelijansiyayı, akademik personeli sistemli olarak tasfiye ediyor; dahası, tutuklama ve vatandaşlık haklarını yok etme, adeta birer “homo sacer”e dönüştürme yoluyla imha ediyor.
Bu yeniden inşa süreci, sayıları hızla artarak hemen her alanı “çevresi” içine almaya başlayan camilerin, medreselerin, vakıfların, tarikatların etkilerinin, Diyanet’in kadro ve mali kaynaklarının eli her yere ulaşacak biçimde genişlemesiyle destekleniyor.
Gerek Diyanet’in gerekse de siyasal İslamın entelijansiyasının, bedenleri ve cinsel pratikleri, denetlemeye yönelik “fetvaları”, yeni ve baskıcı bir “biyo-politik rejimini” toplumda yaygınlaştırıyor.
Bu yeni “biyo-politik rejimi” ve bunun yanı sıra vakıflar, medreseler, tarikatlar, hatta “yandaş medya”, bu eğitim sistemine eklemlenerek siyasal İslamın egemen sınıfının üyelerinin ve bu egemen sınıfa biat edecek kitlelerin öznelliklerini üretiyor. Böylece toplumda egemen olan “bilişsel harita” (düşünme parametreleri) hatta “hakikat rejimi” (değerler sistemi) hızla değişiyor. Bu yeni şekillenme, siyasal İslamın değerler sistemine uymayan siyasetçilere başarı şansı tanımıyor; hatta Demirtaş örneğindeki gibi özgürlüklerini ellerinden alıyor.
Otoriter değil totaliter
Geçen yüzyılın klasik faşizmlerinin ortak yanlarına bakınca, ideolojinin, devletin biçiminin ve toplum örgütlenmesinin öncelikle “totaliter” özellikler sergilediğini görüyoruz.
“Totaliter” rejimlerde, yalnızca, toplumla “bir”leşmiş bir lider değil, otoriter rejimlerden faklı olarak, iktidarın ve devletin sivil toplumu içine almayı, bir “öteki” (Yahudi, Kürt, Alevi, ateist, LGBT, nihayet Suriyeli) düşmanlığına dayanarak bireyin varlığını, zamanda ve mekânda denetlemeyi, tepkilerini yönlendirmeyi, muhalefeti tümüyle susturmayı hedefleyen bir kurumsallaşmayı ve ideolojiyi/kültürü egemen kılmayı amaçladığını görüyoruz.
Hiçbir totaliter rejim asla süreci sonuna kadar götürerek mutlak denetimi kurmayı başaramıyor. Eninde sonunda, savaşlara, toplumsal (ekonomik, siyasi, insani) felaketlere yol açtıktan sonra yıkılıyor.
Tüm totaliter eğilimleriyle birlikte AKP’de temsil edilen siyasal İslamı ve ülkeyi de benzer bir gelecek bekliyor.(29 Temmuz 2019. Cumhuriyet)