Her insan amaçları doğrultusunda yaşar ve bu doğrultuda kendine bir misyon biçer. Bu amaç ve bireyin kendisine biçtiği misyon, toplum içerisindeki sınıfsal konumlanışı, sınıf bilinci ile farklılaşır. Var olan sistemin etkisi altında, proleter sınıf bilincinden yoksun bir birey, yaşamını en rahat sürdürebileceği koşulları yaratmak için çabalar. Bu çabayı verirken ise kurtuluşunu, bir avuç egemenin yığınlarca ezileni en acımasız koşullarda sömürerek var ettiği bozuk düzen içerisinde arar.
Bir işçi karnını nasıl doyuracağını, kirasını nasıl ödeyeceğini vb. düşünür. Bu uğurda emeğinin yalnızca bir kısmının karşılığını alabileceği bir işte çalışır, alınteri döker. Geçimini bu şekilde sağladığında bir parça mutlu olabilir.
Çünkü kısa bir süreliğine de olsa ölmekten, hastalanmaktan, açlıktan vb. kurtulmuştur.
Sınıf bilincine sahip bir insan da daha uzun, daha rahat bir yaşam sürmek ister. Ancak o bilir ki, bu köhnemiş düzende özgür değildir, emeğinin karşılığını alamaz, dolayısıyla istediği gibi bir yaşam süremez ve gerçekten mutlu olamaz. Ve yine bilir ki, savaşsız, sınırsız, sınıfsız bir dünya, emeğinin tam karşılığını alabileceği ve gerçekten özgür, mutlu olabileceği bir toplum mümkündür.
İşte tam da istediği, böyle bir dünyayı yaratmak için çabalar ve toplum içerisinde kendisine devrimcilik misyonunu biçer. İdealleri uğrunda yaşamı sürdürürken, gerektiğinde hayatını feda etmesini bilir. Çünkü onun için bu ideallerinden bağımsız bir yaşam sürdürmek anlamsızdır. Hegel şöyle der; “Özgürlük yalnızca hayatın tehlikeye atılmasıyla elde edilir… Hayatını ortaya koymamış bir birey, kuşkusuz bir kişi olarak tanınabilir, fakat o bağımsız bir öz-bilinç olarak bu tanınmanın gerçeğine erişememiştir.”
Devrimcilik sevmektir, yaşama tutkuyla bağlanmaktır. “Alay konusu olacak olsam da söyleyeceğim; gerçek bir devrimcinin kılavuzu güçlü sevgi duygularıdır. Bu niteliği taşımayan gerçek bir devrimci düşünmek imkânsızdır” diyor Che Guevera.
Yaşamı sevmek… Fakat bize sunulan, her anlamda sınırlı-dar bir yaşamdan hoşnut olmamak ve istediğimiz gibi bir yaşamın olanaklı olduğu bir dünya yaratmaktır bahsini ettiğimiz.
Peki, bu sevginin kaynağı nedir? Devrimin tarihsel ve bilimsel bir zorunluluk olduğunu kavramak, bu uğurda mücadele yürütmek, meşruluktan gelen inancı geliştirmektir.
“Kongremiz bütün partiyi herhangi bir çalışma halkasındaki herhangi bir yoldaşın yığınlardan kopmamasına dikkat etmek için uyanık olmaya çağırmalıdır. Her yoldaşa halk yığınlarını sevmeyi, yığınların sesine kulak açmayı; nereye giderse gitsin, oradaki yığınlarla kaynaşmayı, kendisini yığınlardan üstün tutacak yerde yığınların içine girip karışmayı, yığınların bilinç seviyelerine göre onların bilinçlerini uyandırmayı ve yükseltmeyi, yığınların gönüllük ilkesiyle tedricen örgütlenmelerine ve belirli zaman ve yerlerdeki iç ve dış durumların mücadelelerine göre gerekli bütün mücadeleleri tedricen geliştirmelerine yardım etmeyi öğretmelidir” diyor Mao yoldaş, 1945’deki 7. Parti Kongresi’nde.
Bizler neden halkı severiz? Mao yoldaş neden halkı sevmekten söz etmekte? Çünkü biz biliriz ki kendi kurtuluşumuz ancak tüm ezilen sınıfların ve bir bütün olarak ezilen sınıfların kurtuluşuyla mümkündür. Duygusal bir bağ değil, bilimsel bir bağdır halka karşı sevgimiz. Biz onlarda kendi kurtuluşumuzu görürüz.
Bu durum diğer taraf için de, halk için de böyledir. Bir gerilla birliğinin, faaliyet içerisinde bir köye girdiğinde sıcak bir ilgiyle karşılanması kurulan bu bilimsel bağ ile ilgilidir. Çünkü onlar da, gerillada kendi kurtuluşlarını görür.
Köylülerin gerilla ile kurduğu bağ sonucunda, bunun yaşamlarıyla ödeyebilecekleri, evini, malını kaybedecekleri, göçe zorlanabileceklerini vb. bilmelerine rağmen ilişkilenmeleri tam da bu bilimsel bağ gereği, sevginin sonucudur.
Eğitim bilimcisi P. Freire sevgi hakkında şöyle diyor; “Sevgi, korku edimi değil, bir cesaret edimi olduğu için öteki insanlara adanmışlıktır.”
Kendini halka adamak konusunda yanlış düşünceler ve bu düşüncelerin yön verdiği yanlış pratikler açığa çıkabiliyor saflarımızda. Kendini halkın “kurtarıcısı” olarak gören bir anlayışla hareket eden, başarsızlığa uğradığında ise faturayı halka kesen nice devrimci görmemiş miyizdir?
Kendimizi halka adayan bizler şunu bilmeliyiz ki; biz öncelikle kendimiz için mücadele ediyoruz. Yani biz de çürümüş sisteme ait olan tüm pisliklerden hoşlanmıyor, eziliyor, sömürülüyoruz ve özgürlükten yoksunuz.
İnsanlık tarihi, tüm alt-üst oluşlar bireylere, sözüm ona kahramanlara değil, kitlelere ait. Bunun için “ben”i yıkmalı, özgürleşmenin tek yolu olan birlikte, kolektif şekilde egemenlere karşı savaşmalıyız.
Ancak bu şekilde kitlelerin dünyasına girer, onlarla yanıp tutuşabiliriz ve gerçekten halkı sevebiliriz.