Yeryüzünün bundan 4.6 milyar yıl önce güneç sisteminin ortaya çıkması ile birlikte oluşmaya başladığı uzmanlarca belirtilmektedir, ateş halindeki kürenin zamanla soğuması yer kabuğunun meydana getirdiği, modern bilime göre ilk hayatta günümüzden 3-4 milyar yıl önce ortaya çıktı.
Bu oluşumun milyonlarca yıllık akışından, evriminden canlı yaşamına uygun atmosferin oluşması doğmuş. İnsan yaşamı bu akışın dönüşümün yani biyolojik evrimin son iki üç milyon yıllık diliminde meydana geliyor, onun ve tüm canlıların yaşaması için gerekli minimum 40 santimetrelik toprak için 20 bin yılın geçmesi gerektiği vurgulanmaktadır.
Üzerinde yaşadığımız yer kürenin milyonlarca yıl oluşturduğu dengelerin bugün nasıl bozulmakla yüz yüze olduğunu buraya bakarak, milyarlarca yıllık akışı hissetmeye çalışarak anlamak daha mümkündür. Son 250-300 yılda endüstriyalizmle ulaşılan seviye bugün milyarlarca yıllık dönüşümle oluşan dengeleri tehdit ediyor.
Kapitalizmin kar odaklı aşırı üretim, tüketim ve mülkiyet politikaları BM’nin tespit ettiği gibi “… dünyada yaşamının devamı için gereken çevresel eşikler”in aşılmasını getirmiş durumda. Doğanın binlerce yıl içinde oluşturduğu fosil yakıtlar artık yeterli gelmeyeceği, sonlu olduğu için emperyalizmin hegemonya kurmaya dayalı enerji savaşları sonucu olan alternatif enerji projeleri de çeşitlenmişti. Söz konusu olan su değirmeni, yel değirmeni değil. Atom parçalanmış, atom enerjisi yani yükler enerji üretilir duruma gelinmiştir. Hedef kitlesel üretime tüketime dönük büyük çapta enerji üretmek, bunları piyasa koşullarında satmak ve elbette şirket karlarını artırmaktır.
İnsanlığın neden bu kadar büyük enerjilere ihtiyacı var? Kapitalizmin büyük şehirlerinin büyük ışıltısı için, kapitalistlerin büyük ve aşırı üretimi, tüketimi ve karları için insanca yaşamak ve üretmek için insanlara bu kadar çok enerji üretimi gerekmiyor; bunun kapitalistler ve kapitalizmin devamının sağlanması için gerekli olduğu açıktır.
Enerji konusu kapitalizmin açısından önemlidir. Yer altı ve yerüstü yaşam kaynaklarının ele geçirilmesi, kontrolünün sağlanması odaklı geliştirilen hegemonya mücadelesinin birçok noktada açık savaş biçimini aldığını biliyoruz. (emperyalistler petrol için Afrika’yı köstebek gibi kazıp boru hatları kurdular ama suyu paylaşmak için aynı istek ve enerjiyi asla göstermediler, göstermiyorlar) azalan fosil yakıt kaynaklı enerjileri alternatif olarak geliştirilen projeler içinde en sorunlu olanı nükleer enerjidir, yani atom enerjisidir
HES’ler, kömür santralleri de elbette çevreye doğaya insana ciddi zararlar veriyor, kuruldukları yerlerde ekosistemi bozuyor, tüm canlı yaşamını tehlikeye atıyorlar, ancak atom reaktörlerinin çok daha büyük tehdit olduğunu 1957’deki Windscole, 1979’daki Harisburrg, 1986’daki Çernobil (8) ve en son Fukuşima’daki facialar göstermeye yetmiştir. Sonuçları yıllarca sürmektedir, etkilerinin ortadan kaldırılması için çok yüksek ekonomik maliyetler çıkmıştır ortaya, radyasyonun yayıldığı tüm alanlarda canlı yaşamı sıfırlamıştır nerdeyse.
Nükleer yani atom reaktörlerinin enerji üretim çevrimini ve çeşitlerini burada aktarmaya gerek yok, ABD bulunduktan sonra dünyaya pompalanan “Atom çağı” meseleleri bilinmektedir.
Sözde artık fosil yakıtlara bile gerek kalmayacaktı, yükler hepsinin yerini alacak bolluk yaşanacaktı. 70’lerin başında çıkan petrol krizinin ardından piyasaya bunlar sürülmüş, Amerikan tekelleri büyük sükse yapmışlardı. Fakat gelinen aşamada hepsinin tersine bir gerçekliği olduğu görüldü, atom reaktörlerinin kurulumu kadar söküm maliyetleri vardı, atık sorunu büyük mesele, uranyum çubuklarının binlerce yıl saklamak gerekecekti, yok edilemiyor çünkü astarı yüzünden pahalı olduğu görüldü. “ortalama bin megawat gücü olan bir santralin yılda yaklaşık 27 ton yüksek düzeyli, 250 ton orta düzeyli, 450 ton düşük düzeyli atık” (9) ürettiği belirtiliyor, bunlara siyasi riskler de eklenince dünya atom enerjisinden uzaklaşmaya başladı.
İstanbul yükleer karşıtı platform “Türkiye ve Dünyada Nükleer Enerji 2018” raporunda “Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA)’nın verilerine dayanarak 1996 yılında nükleer santrallerin elektrik enerjisi üretiminde payının yüzde 17.5 olduğu bugün bu rakamın 10.3’e düştüğü, 2050 yılına gelindiğinde ise bu oranın yüzde 3’e kadar geleceği” (10) belirtiliyordu. Dünya nükleer enerjisinden uzaklaşırken Türkiye’de tersi bir süreç işletiliyor. Mersin ve Sinop’ta kurulması planlanan nükleer santrallerden yüksek fiyatta alım garantileri verildiği yine nükleer karşıtı platformun raporunda yer alıyor. Atıkların ne olacağı, nerede nasıl depolanacağı ise muamma…
Enerji kaynakları üç ana grupta toplanıyor: Birincisi yerin altında karbon bitkilerin ve canlıların değişime uğraması ile meydana gelen fosil yakıtlardır. İkincisi potansiyel enerji kaynaklarıdır; yani teknolojik gelişmelere bağlı olarak kullanımı artan enerji kaynaklarıdır.(termik, HES, nükleer gibi) Üçüncüsü de rüzgar, güneş, dalga gibi enerji kaynaklarına ağılık verirken yenilenebilir enerji kaynaklarına pek yönelmemektedir.
Rüzgar, güneş ve su potansiyeli uygun olmasına rağmen Türkiye bunları değerlendirememektedir. Türkiye’nin elektrik üretiminde nükleer enerjinin ve HES’lerin payı çok düşük ancak riskleri ve eko sisteme verdikleri, verecekleri zarar oldukça büyüktür. Nükleer santrallerde sistemin soğutulması için deniz suyu kullanılmaktadır. Soğutulmaya çalışılan sıcaklık çok yüksek sıcaklıklardır dolayısıyla bu işlem sırasında deniz suyu sıcaklığı etkilenmekte bu da deniz biyolojisini etkilemektedir. Ayrıca bu suya radyasyonun karışmayacağının garanti edilemeyeceği uzmanlarca belirtiliyor. Kapitalizm koşullarında ekolojik yapıya uygun sistemlerin geliştirilip yaygınlaştırılması bu açıdan oldukça zor olduğu görülüyor. Maliyet- fayda yani kar bakış açısı ekonomik siyasi düşüncenin temelini oluşturduğu için gerçeklik böyledir.
Avrupa’nın ikinci büyük rüzgar potansiyeline sahip olmamasına rağmen Türkiye’nin rüzgardan elektrik oranı çok düşük, Almanya 16 bin 629 megawatt Türkiye 100 küsur megawatt enerji üretebiliyor, oran kapasite böyle. Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü’ nün verilerine göre Türkiye’nin ortalama yıllık güneşlenme süresi 2 bin 640 saat olmasına rağmen güneş enerjisinden faydalanma oranı çok düşük.
Değerlendirilmeyen potansiyel daha fazla bağımlılık üretiyor. Türkiye’nin enerji arzının %72 si ithalata yani dışa bağlı durumda bu da ekonomik siyasi bağımsızlığı daha fazla kırılgan hale getiriyor emperyalizmin tahakküm ilişkileri buralardan biçimleniyor. Türkiye yılda 100 milyon ton kömür üretiyor, bunun 250 milyon ton çıkarılması için yeni yöntem geliştirilmeye çalışılıyor. Bunun önemli kısmı elektrik üretiminde kullanılacak yani daha fazla termik santral ve daha fazla hava kirliliği demek.
Küresel ısınma sorunun etkilemediği tek bir alan olmadığını belirtmiştik. Toprak ve su küresel ısınmaya üretim örgütlenmesine, kentsel yapılanmaya bağlı olarak doğrudana etkilenen yaşam faktörleridir. 19. Yy için petrol neyse 21. Yy için su odur sözü durumun boyutunu anlatmaya yetiyor. BM’nin “su raporu” na göre “2025 yılının kuraklık ve beraberinde meydana gelecek felaketler için bir dönüm noktası olduğu, bu yıldan itibaren dünya nüfusunun 2/3!nin su sıkıntısı ile karşı karşıya kalacağı, 2050 yılına gelindiğinde ise 9.3 milyara ulaşacak olan insan nüfusunun 7 milyarlık su kıtlığı yaşayacağı”(10) söyleniyor.
Yine TEMA Vakfı’nın verilerine göre “Türkiye’nin %89’u hafif, orta, şiddetli ve çok şiddetli olmak üzere erozyon ve buna bağlı olarak çölleşme riski ile karşı karşıya. Arazi kullanımı, doğal bitki örtüsünün yok edilmesi, toprak ve yüzey özellikleri erozyona yol açıyor.”(11)Tarımda kullanılan yöntemler ve tarım arazilerinin yapılaşmaya açılması ile kontrolsüz yer altı maden arama (altın-kömür vs) faaliyetleri, taş ocaklarında kullanılan yöntemler, sulak alanların korunamaması (Türkiye’nin sahip olduğu 2.5 milyon hektarlık sulak alanın yarısın son 40 yılda yitirildiği belirtilmekte) bu durumu artırıyor.” Türkiye yılda ortalama 501 milyar metre küp yağış alıyor. Bunun 274 milyar metre küpü buharlaşıyor, atmosfere geri dönüyor. Denize akan kapalı havuzlara boşalan yer altına giden derken tüketilebilir yer altı, yer üstü su potansiyeli yılda ortalama 212 milyar metreküp rakamı kullanılabilir miktarı gösteriyor.
Fiilen kullanılan sadece 40.1 milyar metreküptür. 40.1 milyar metreküp suyun 29.6 milyarı sulama, 6.2 milyarı içme/kullanmada, 4.3 milyar metreküpü de sanayide tüketiliyor.” (12) Sanayinin su kullanımının sürekli artmasının aşırı üretimle ilgisi olduğu bilinmektedir. OECD ülkeleri içinde sanayide kullanımı 1960’a göre %59 artmıştır. Suyun canlı yaşamının temeli olması ve üretimde kullanılması şeklinde iki temel niteliği olduğu bilinmektedir. Kapitalizm birincisini, ikincisine feda edilmesi anlamına gelir. Özelleştirmeler yoluyla suyun nasıl kolektif hak olmaktan çıkarıldığını, şişelenip satılarak buralardan nasıl muazzam karlar elde edildiği ortadadır. Gelecekte su savaşlarının yaşanacağının sürekli dillendirilmesinin altı bu açılardan boş değildir.
Çevre kirliliğinin ve hava kirliliğinin sürekli artış gösterdiği bilinmektedir. Türkiye çevre ve sağlık standartlarının güvenceye alındığı ülkeler sıralamasında en gerilerde. Sadece İstanbul’da 19 bin ton çöp üretiliyor (toplanan), kimyevi atıkların tam oranı bilinmiyor.
Bunların geri dönüştürülen kısmı yüzde 3 civarında kaldığı ifade ediliyor, önemli kısmı kanalizasyon sistemlerine giriyor, dereler vasıtası ve kanalizasyon sistemleri ile denize karışıyor. Büyük kısmı çöp toplama alanlarında depolanıyor, çöp toplama alanlarındaki dönüşümle birçok kimyasal toprağa karışıyor, gazları (ki ağırlıklı olarak kirletici gaz metandır) atmosfere karışıyor, suları kimi alanlarda tatlı su kaynaklarına karışıyor. (Sapanca Gölü çevresindeki çöp alanlarından çevresindeki 4 bin 500-500 kadar endüstri kuruluşu her yıl sıfır nokta 3 milyon metreküp atık suyu Marmara’ya deşarja ediyor. Organize Sana Bölgelerinin çoğunda arıtma tesisi bulunmuyor, bir araba motorundan çıkan yağın 56 bin ton deniz suyunu kirletmeye yettiği TV’lerde dahi ifade edilmemektedir. “Türkiye Ekonomik İşbirliği Kalkınma ve Teşkilatı”na üye ülkelerde havası en kirli ikinci ülke iken, kentsel atık sıralamasında birinci.
3 bin 277 belediyeden yalnızca 170’inde atık arıtma tesisi bulunuyor” (13) yani evsel atıkların önemli bir bölümü ile kanalizasyon atıklarının neredeyse hepsi arıtılmadan ya da kısmi arıtılarak Marmara’ya, Karadeniz’e, Akdeniz’e ve Ege’ye dökülüyor (Kurban Bayramlarında boğazın, Marmara’nın birçok bölgesinin kıpkırmızı olması atıkların denize ulaşma hızını anlamamızı sağlayacaktır) Marmara’daki durumun kritik olduğu ilgililerce de belirtilmektedir. Çevresindeki büyük şehirlerin evsel, sanayisel atıklarının arıtılma oranı çok düşük olduğu için tablo giderek ağırlaşıyor.
Karadeniz’de durum farklı değildir, “Karadeniz’in çevresindeki ülkelerde her yıl 571 milyon 175 bin metreküp evsel ve sanayisel ve kanalizasyon atığı Karadeniz’e boşaltılıyor. Geri kazanılması mümkün olmayan 95 bin ton petrol atığı Karadeniz’e boşaltılmaktadır. (14) 1992 yılında altı ülke tarafından yapılan “Bükreş Anlaşması”na rağmen durum böyle. Dünyada ise her yıl 450 milyar metreküp arıtılmamış ya da kısmen arıtılmış evsel çöp kanalizasyon, endüstriyel ve tarımsal atık denizlere atılıyor, bunların yarısından fazlası plastik. Türkiye’deki sanayi tesislerinin ve turizm tesislerinin yarısından fazlasının arıtma tesisi yok.
Dünyada çevre kirliliği sürekli artıyor, kimyasal yükü çok hızlı boyutlanıyor, mikro plastiklerin bio birikimleri oldukça arttığı için AB bünyesinde faaliyet gösteren “Avrupa Kimyasal Ajansı” mikroplastiklerin tamamının kısıtlanmasını istediği duyurulmuştu. Yani sadece poşetler değil. 20 yıl içinde 400 bin ton azaltılması öngörülüyor. Mikro plastikler ebatları nedeniyle yutulabilir ve besin zincirine girebiliyorlar. Deniz ürünlerine, tatlı kaynaklarına gıda paketlerine su şişelerine mikro plastiklerin etkilenmediği bir alan yok “kozmetikler, temizlik malzemeleri, tekstil ürünleri, su şişeleri, oyuncaklar, plastik ambalajlar, ilaçlar bile plastik maddeler içeren kutularda kullanıma sunulur. Güneş, ısı, rüzgar, hava ve mikroorganizma gibi etkenlerde bu plastik maddelerden mikro plastik oluşuma neden olur.”(15) İşlenmiş gıdaların plastik ambalajlarında paremler, renklendiriciler ve dolgu malzemeler bulunduğu bilinmektedir. Soğuk ve sıcak ortamlarda fark etmiyor bu kimyasalların gıdalarına sızdığı uzmanlarca ifade ediliyor; gıdalardan da insanlara mikro-plastiklerin taşıdığı kimyasallar nedeniyle birçok hastalık meydana geliyor.
Dünya Sağlık Örgütü’ne göre kanser nedenleri arasında çevre kirliliği birinci sıradadır. Çevre sadece atıklarla, egzoz gazları ile sanayi atıkları fosil yakıt gazları ile değil cep telefonları için kurulan baz istasyonlarından yayılan radyoaktif dalgalarda elektro manyetik kirlilik oluşturulmakta, bunların insan sağlığına çok ciddi etkileri olmaktadır. “Dünyada her yıl 62 milyar dolar değerinde elektronik atık üretiliyor.
Yani 50 milyon ton elektronik atık. Bu rakamın 2050 de 120 milyon tona yükselmesi bekleniyor.(16) Tarımsal üretimde kullanılan kimyasal gübreler, GDO’lu tohumlar, hibrit tohumlar vs. de ciddi kirlilik nedenidir; toprakta yaratılan kirliliğin yanı sıra bunlar rüzgarlar aracılığıyla çevreye yayılmaktadır. Görüldüğü gibi hava, deniz, karada çevre kirliliğini oluşturan birçok etmen vardır. Türkiye de yapılan sıfır atık kampanyası ve poşet kullanımının ücrete tabi tutulması konusu devede kulak bile değildir, emekçilerin ceplerine uzananlar gıdaların plastik kutu, ambalaj, paketlerde satışa sunulmasına hiçbir şey diyememektedir. Patronlarına ses çıkaramayanlar emekçiler söz konusu olunca sınıfsal duruşlarını hiç tereddütsüz ortaya koymaktadır.
Sonuç olarak
Kapitalizm koşullarında doğa ve çevrenin korunması sürdürülebilir olmaktan çok uzaktır, milyonlarca yıllık ekolojik dengenin son 250-300 yılda, kapitalizmle birlikte nasıl tahrip edildiğini emperyalist kuruluşlar dahi gizleyemiyor. Küresel ısınmaya bağlı olarak Türkiye’nin gelecek yüzyılda farklı bir iklim modelinin etkisi altına gireceği de ifade ediliyor. Akdeniz’de, Antalya’da yaşananlar bunun işaretlerini vermektedir. Sera gazlarının salınımın düşürülmesi, sıfır atık kampanyaları vs ile kapitalizmin yarattığı ekolojik felaketi engellemek mümkün değildir. Kapitalizmin aşırı üretim, maksimum kar yapılanmasının ve dönemsel politikalarının burada esas sebep olduğu BM’nin raporlarında bile söylenmektedir.
Marksistler bunu Marx’tan itibaren değil, komünal toplumun yıkılıp insanların komün değerlerinden, davranışlarından uzaklaşmasına sınıflı, cinsiyetçi toplumsal paradigmaların gelişmesine oradan günümüze kadar uzandığını belirtmekte bunun mücadelesini vermektedirler. Ancak sınıf mücadelesinin fabrikalara indirgeyen anlayış ve pratikler nedeni ile bu yakıcı doğa ve çevre sorunuyla yeterli düzeyde ilgilenilememiştir. Oysa Marksizm’in epistemolojik, ontolojik yapılanması buna oldukça elverişlidir. Marx’da Engels’te, diğer ustalarda dolaşım alanını artı değer üretimine bağlı olarak kavramış öyle ortaya koymuştur.
Dolaşım alanı artı değerin realize edildiği salt satış zincirine örgütlenmesi değil bir bütün toplumsal davranışların, yaşam şeklinin biçimlendirilmesini ve ham madde olanaklarına en hızlı şekilde ulaşılmasını düzenlenmesini, emeğin yeniden kendini üretme süreçlerinin kontrol altına alınmasını anlatır. Engels’in aslında “konut sorunu” adlı kitabında anlattığı da budur. Artı değer ve dolaşım arasındaki diyalektik birliğe dayanmak doğa ve çevre sorunlarına komünal değerler çerçevesinde anti-kapitalist, anti-emperyalist, anti-cinsiyetçi ekolojist bir paradigma oluşturmak, bunu programlaştırmak elzemdir.
Paris Komünü, Sovyet deneyimi, Çin deneyimi, Kürt Hareketinin paradigması hatta Kızılderililerin doğaya yaklaşımı üzerinde durulmalı, buralardan somut sentezler çıkarmak doğa ve çevre mücadelesi kavrayışı devrimci sınıf mücadelesi içerinde daha güçlü tanımlanmalıdır. Doğa bilimlerindeki, fizik ve kimya alanındaki bilimsel gelişmeleri kapsayacak tanımlama ile bu noktada ezilen bilincine daha berrak bir bakış açısı kazandırılabilir. Reformist anlayışların kitlelerin bu noktadaki devrimci enerjilerini tüketmelerinin önüne set de çekilmiş olunur, aksi halde doğanın çığlığı hepimize dönüktür. (Bitti)
MAKALE | Kapitalizm, doğa, çevre ve poşet meselesi -1-
https://ozgurgelecek14.net/makale-kapitalizm-doga-cevre-ve-poset-meselesi-1/
Alıntılar:
1-13) Kapitalizmin Biyolojik Sorunları Temel Demirer
14) Yeni Yaşam Gazetesi, 2 Şubat 2019
15) Sözcü Gazetesi, 4 Şubat 2019
16) Cumhuriyet Gazetesi, 30 Ocak 2019