Bize yegâne yüklenen şeyin bir aşk hayali olduğunu yeni yeni fark ediyorum. Hep bir birisini bekleme durumunun gelip içime çöreklendiğini daha doğrusu yeni anlıyorum. Bunu anlayıp bir kenara koyduğumda ise durum çok başkalaşıyor.
İçimde kendi varlığıyla mutlu olan bir ben çıkıyor ortaya. Okuduğumuz masallar, hikâyeler, kitaplar bize hep bilindik bir mutlu son vaat ediyor: Sonsuza kadar mutlu oldular. Oldu değil, oldular.
Hikâye, masal ya da kitabın başında yalnız olan karakterimiz, bir zaman sonra birlikte çift haline gelecekleri diğeri ile karşılaşır ve ondan sonra da bir daha ayrılmaz. Bu yüzden tüm bu anlatılar, daha küçücükten, ileride birini bulacağımızı ve hayatımızın sonuna kadar da onunla olacağımızı düşlemeye zorluyor bizi. Bir de atanmış cinsiyeti kadın olanların bu hikâyelerdeki pozisyonlarına bakacak olursak durumun günlük yaşantımızda da çok benzer bir biçimde tezahür ettiğini görebiliriz.
Bu konum, edilgenliktir. “Kız” olarak addedilen çocuk, daha küçüklükten o pozisyona yerleştirilir ve sabitlenir. Nasıl bir konumdur edilgenlik? Aslında bir eksen kayması olarak tanımlayabiliriz.
Metnin ilerleyen kısımlarında da bahsedeceğim bütün olmanın birisiyle mümkün olacağına duyulan inançtan gelir. Bu eksen kaymasında kişi kendi merkezinden çıkar, bir uydu hâline gelir ve diğer bireyin ekseninde dönmeye başlar. Hikâyelerde karakterimiz başta çoğu zaman yalnızdır ya da arkadaşları veyahut ailesi (aileyi mevcut aile olarak almıyorum seçilmiş aile de buna dahil) vardır. Fakat ilerleyen kısımlarda “o”nunla tanışır. Bu noktadan sonra ana karakter “o”ymuş gibi hikâye anlatılmaya devam eder.
Gerçek hayatta bunun vuku buluşunu daha somut örneklerle anlatmaya çalışacağım. Tabii bu masalların, hikâyelerin anlattığı ilişkiler hep heteroseksüel olduğu için ben de günümüz dünyasından bu alanda davranış örnekleri vereceğim. Ancak bu örüntülerin heteroseksüel olmayan, daha queer ilişkilerde görülmediğini söyleyebilir miyiz? Eşit sosyal geçmişlerden gelmeyen bireyler arasında da bunları görebilmek çok olası.
Konumuza dönecek olursak bu örüntü nasıl işliyor? Bir tarihsel süreci var mı? Atanmış cinsiyeti kadın olana bir “o”nu bekleme/ bulma kaygısı yaratılıyor. Ruhen eksik olduğu yanılsamasını içselleştiren birey, bir ötekiyle tamamlanabileceğini ve varoluşsal bütün sorunlarından kurtulabileceğini düşünüyor. Bunda, daha küçüklükten “kız” başına ayakta kalmakta zorlanabileceği ya da güvencesiz olduğu mesajının verilmesi de büyük pay içeriyor. Kırılganlık kelimesi bu nedenle atanmış cinsiyeti kadın olanların üzerine yapıştırılmış bir kavram.
Topluluklar faillerden kaynaklı güvenlik ihlâlini önlemenin yolunun “kız” çocuğunun sindirilmesinden geçtiğini salık veriyor. Bu cinsiyet yüklemesiyle yetiştirilen bireyler sınır koymayı değil sınırlandırılmayı öğreniyor. Bu düşünceyle beraber diğerinin eksenine kayıyor. Onu gözlüyor, onun davranışlarına göre kendisini konumlandırmaya çalışıyor.
Sınır çizen olmaktansa karşıdakinin sınırlarına göre kendi sınırlarını esneten birisi olup çıkıyor. Bu da kendi değer algısının yıkımına yol açıyor. Bu döngü bir sonraki ilişkide tekrar başlıyor. Bu döngüyü Harriet Lerner’ın Öfke Dansı kitabında anlattığı açıklıkla şöyle gösterebilirim: “Kadın hızla tepki verir, yakınlık ve birliktelikte sığınak arar.
Duygularını paylaşır ve erkeğin de aynı şekilde davranmasını ister. Erkekse, kadına kabul edilemez gelen bir tarzda mantıklı davranır. Böylece kadın daha çok izler, adamın ne düşündüğünü ve ne hissettiğini daha çok bilmek ister ve erkek daha da uzaklaşır. Erkek uzaklaştıkça kadın daha çok izler ve kadın izledikçe, erkek daha çok uzaklaşır. Kadın erkeği soğuk, tepkisiz ve insanlık dışı olmakla suçlar; adamsa kadını zorlayıcı, isterik ve denetimci olmakla.”
Bu durum bu şekilde devam etmez, daha yıkıcı bir noktaya gelir ve “kadın”ı benliğinden soyunmaya kadar götürür. “Benliksizleşme, kişinin kendi benliğinin (düşünce, istek, inanç ve hırslarının), ilişkiden gelen baskılar altında çok fazla ‘tartışılabilir’ hâle gelmesi demek,” şeklinde açıklar Lerner yine Öfke Dansı’nda. Bu durumu bugüne kadar getiren mihenk taşlarından birinin de anne olduğunu görebiliriz. Şöhret Baltaş, Annemle Konuşmalar kitabında, aşağıdaki kısımda bu mihenk taşının önüne koyduğu sınırı yıkıp yeniden başka bir hayatı nasıl kurgulayacağını şu cümlelerle anlatır: “Biz artık korkusuz kadınlar büyütmeliydik sevilen, beğenilen, onaylanan iyi kızlar değil; kötü kız olmak pahasına isteklerinin peşinden koşan, seçimlerinin bedelini ödeyecek kadar cesur kızlar.
Yıktım üst üste koyduğum iyi kız kutularını, hadi bakalım kızım, yeni baştan koyalım bu kutuları üst üste, sen ne istiyorsun, iyi kızlar değil, sen ne istiyorsun?” [1] Annelerin, kendi annelerinden ve etraflarındaki diğer teyze, anne gibi bilumum “kadın” karakterlerden öğrendiği bir “iyi kız” modeli vardır. Bu modeli, kendi kızlarına uydurabilmek için sürekli olarak müdahale ederler; çünkü kendilerine de hep müdahale edilmiştir ve hâlâ da edilmektedir. Bu etki şu tepkiyi doğurur: Başkalarının zihnindeki “iyi kız” modeline uymak.
“Benliğini başkalarının kullanımına sunmak, annesinden öğrendiği ilk kadınlık bilgisidir.”[2] “Bir kadına, kendisi olmanın ve bağımsızlığın değeri değil; ancak bir bağ-bağımlılık içinde değer bulan benlik bilgisi öğretilir. Bu yüzden, kendini ancak ilişkilerin devamlılığında, ömürlük bağlanmalarda güvende hisseder. Yuva kurar, çocuk doğurur, her ne olursa olsun bozulmaması için gayret eder ve kendini değerli hissedeceği çerçeveyi, bu kez kendi anneliğinde yeniden kurar.” [3] Üzerimize yapışmış edilgenliğin köklerine biraz baktıktan sonra aşk denilen, çokça ümitle, hissedileceği gün iple çekilen duyguya gelelim. Oriana Fallaci, Doğmamış Çocuğa Mektup kitabında bu duyguyu şöyle anlatmış: “Bir insanın bir başka insana, bir erkeğin bir kadına örneğin, ya da bir kadının bir erkeğe karşı duyabileceği o gizemli coşku kadar kişi özgürlüğünü tehdit eden başka bir şey yok yeryüzünde.
Hiçbir bağ, zincir ya da demir parmaklık böylesine kesin bir kölelik içinde tutamaz seni, böylesine derin bir umursamazlığa sürükleyemez. Kendi kendinden hoşnutsuzluk kendinde göremediğin bir şeyi bir başkasında bulma umudu mu? Yalnızlık, iç sıkıntısı, derin sessizlikler korkusu mu? Birine sahip olmak, birine ait olmak gereksinmesi mi? Kimileri için bütün bunlar aşktır işte.”[4] Bazılarımıza bu tanım çok abartılı gelebilir.
Herkesin geldiği hayat, kökleri farklıdır. Kimileri daha bağımsız bireyler olarak yetişmiştir. Bu insanlar daha sağlıklı ilişkiler kurar kuşkusuz. Zaten benim hayal ettiğim dünya da bu şekilde. Kimsenin kimseyle ilişkilenmediği değil, ilişkiler içinde güçsüzleşmediği, edilginleşmediği birliktelikler kurabilmesi. Ne yazık ki bunun çoğu zaman böyle olmadığını yine bazı yazarlara bakarak anlayabiliriz.
Anja Meulenbelt Utanç Bitti adlı kitabında “erkek”lerle olan ilişkilerinde yaşadığı çatışmayı şu şekilde anlatır: “* olasılıklar; a) erkeklerin hiçbiri işe yaramaz. b) benim antenlerim böylelerine açık. c) onları bu hâle ben getiriyorum. buradan bir yere varamıyorum. ancak açık olan bir şey varsa, birlikte olduğum erkekler için güçlü duygular beslememem gerekiyor. eğer oyuna katılmak ve hırpalanmamak istiyorsam, başka türlü davranmalıyım. ben de onlar gibi, bağlanmaktan kaçınmalıyım. çok geç olmadan çekip gitmek, kaybetmek acı verici hâle gelmeden bitirmek gerekiyor. tanrım! bu nasıl bir misyon? birini sevmekten nasıl kaçınabilirsin? niçin içimde hep yarı kısık tutabileceğim bir termostatla dünya’ya gelmedim?”[5]
Bü cümlede dikkatimizi bir kelime öbeğinin çekmesi gerekiyor: “Ben de onlar gibi”. Hâlâ ötekini gözleyen, takip eden ve ona göre davranan birisi söz konusu. Ama merak etmeyin bu durum kesinlikle böyle devam etmiyor. Bu kitap, edilgenliği köklerine işlemiş bir insanı, önce çöküşe götürüp, sonra içindeki gerçek gücü görmesini sağlıyor. ve bir anda kuralları daha iyi anlıyorum. el altında bulunmak, ama bir şey talep etmemek için nasıl adım adım eğitildiğimizi. [6] Clarissa P. Estes’in Kurtlarla Koşan Kadınlar’ı bu cümleyi çok güzel tamamlar: “Bize, insanlarla geçinmek için keskin içgörülerimizi bir yana koymamız öğretilmiş olabilir. Ancak, baskıcı şartlar altında sadece nazik olmanın ödülü, çok daha fazla kötü muameleye maruz kalmaktan başka bir şey değildir. Bir kadın, kendisi olduğu zaman başkalarını kendisinden uzaklaştıracağını hissedebilir, ama ruhu meydana çıkarmak ve değişiklik yaratmak için gereken, tam da bu psişik gerilimdir.[7]
Peki hakkımızda iyi düşünsünler diye uğraştığımız insanların aklından geçenlerin ne kadar gerçekliği var veya bu gerçeklikler duruma göre değişiyorsa, özellikle de onların lehine olmadığı durumlara göre? O zaman hakkımızda düşünülenlerin aslında ne kadar da anlamsız ve her şey gibi ne kadar da göreceli olduğunu anlamıyor muyuz? Bunun için de Dorris Lessing’in Altın Defter’inden bir örnek vereceğim: “Birden Richard’ın aklından neler geçtiğini okudum sanki: ‘Elbette, Anna bir entelektüel, keşke öteki kadınlarımdan birini götürmüş olsaydım.’ Ben de o ânı bekledim, hani o intikam aldıkları ânı. ‘Anna kendine daha iyi bakmalısın, olduğundan on yaş daha yaşlı gösteriyorsun, resmen kartlaşıyorsun,’ dedi. Ben de, ‘Bak Richard, sana şu anda hadi yatalım deseydim, bana ne kadar güzel olduğumu söyleyecektin.
Gerçek, ikisinin arasında bir yerde olsa gerek,’ dedim.”[8] Yalnızların üzerine daha fazla yükleniyorlar, onların tek başına ayakta kalabilirlikleri, hatta mutlu oluşları, ayaklarının altındaki zemini sarsıyor, kendi yarattıkları gerçeklikleri kaybetmekten korkuyorlar. Çünkü insan en çok kaybetmekten korkar, kaybettiğinin ne olduğunu, belki de kaybetmesi gerektiğini bile düşünmeden. Aşk, nesilden nesile satılmış bir hayal, üstelik de yaşandığı süreç boyunca insanı kendi olmaktan uzaklaştıran bir sanrı. Düşünüyorum da gerçekten bir şeyler üretmediğim zamanlarda sıkça üzerime çöreklenen o yalnızlık duygusu ve bu duyguyla mutlu olmamam gerektiği algısı, bedenimize sıkı düğümlerle iliklenmiş bu sevgililik/çift olma/evlilik kavramlarının yarattığı bir iluzyon değil de nedir?
Buradan çift olmaya karşı çıktığım anlaşılmasın, ben çift olmanın dayatılmasına karşı çıkıyorum. Yalnızlığın bu kadar tu, kaka bir kavram hâline getirilmesine. “Birçoklarımız için özgürlük, aşktan daha iyi bir koca,”[9] der Ursula K. Le Guin Kadınlar, Rüyalar, Ejderhalar’da. Bütün bunlardan yola çıkarak şunu bilmek önemlidir: “Tayin edilen davranışlar, içinde yasadığımız kültürün öne sürdüğü arketiplerden başkası değildir.”[10] Etken-edilgen dikotomisinin dışına çıkan ilişkiler de mevcut tabii ki. İçinde yaşadığı kültürün öne sürdüklerinin ötesine geçebilen, kendisine ters gelen durumlarla oynayabilen, gücün bir dengesizlik biçimi olarak kullanılmadığı ilişki ağları burada anlatılanların dışında ve hatta bunlar heteroseksüel ilişkiler de olabilir. “İktidara ters düşen ilişkiler sadece queer insanlar arasında değil heteroseksüel denilen insanlar arasında da bulunuyor.
Cinsel kategorilerin istikrarsızlaştırılması ve hatta yapısökümü, ancak herhangi bir çeşit cinselliği monolitik farz etmezsek işleyebilir. İkilik üstüne kurulu heteronormativiteye başarılı bir meydan okuma konusunda queer politikanın yetersizliği, queerler olarak addedilenler ile heteroseksüeller olarak addedilenler arasındaki basit dikotomiyi queer politikanın da eleştirmeden ziyadesiyle kucaklamış olması gerçeği üstüne kuruludur.”[11] Böylece hiçbirimizin bu anlatılanlardan azade olmadığını hatırlayarak yolumuza devam etmekte ve her daim konumumuzun farkında olmakta fayda var. Bütün bunlardan yola çıkarak çift olma hâline duyulan ihtiyacın kişiyi güçlendirmeyeceğini aksine zayıf düşüreceğini söyleyebilirim. Kişinin, kendi içindeki güce inancını kırar, kişi kendisini eksik hisseder ve illâki birisiyle tamamlanabileceğine inanır. Hâlbuki kişi kendi varlığıyla aslında bir tamdır. Bu bölünmüşlük onda toplum tarafından yaratılmıştır.
Hem bu ömür boyunca birini arama ve bulacağına inanma hâli sizin de çok zamanınızı almıyor mu? Yaşam enerjimizi yaşamın bir yol olduğu inancına versek ve o yolda yol arkadaşlarımız olabileceğini, bitebileceğini veya devam edebileceğini düşünsek daha iyi gelmez miydi? Bu uzun ama kendim için gerekli yazıyı yine Ursula K. Le Guin’den şu güçlü cümleyle bitirmek istiyorum:
“Benim yalnızlığım zaten kalabalık.”[12] [1] Baltaş, Şöhret, Annemle Konuşmalar, s.117 [2] a.g.e. s.141 [3] a.g.e. s.141 [4] Fallaci, Oriana, Doğmamış Çocuğa Mektup, s.20 [5] Meulenbelt, Anja, Utanç Bitti, s.110 [6] a.g.e. s.165 [7] Estes, P., Clarissa, Kurtlarla Koşan Kadınlar, s.100 [8] Lessing, Dorris, Altın Defter [9] Le Guin, K., Ursula, Kadınlar Rüyalar Ejderhalar, s.97 [10] Yardımcı Sibel, Güçlü Özlem, Queer Tahayyül, s.34 [11] a.g.e., s.357 [12] Le Guin, K., Ursula, Öteki Rüzgar, s.200
Kaynak: Çatlak Zemin – https://catlakzemin.com/dayatilmis-cift-olma-kaygisi/