2015 yılında gerçekleştirilen Paris ‘İklim Zirvesinde’, atmosferin ısınmasını durdurma ve ‘karbon sonrasına geçiş’ vaadinde bulunuldu. Basın ‘zirveyi’ büyük bir başarı olarak sundu… Paris İklim Zirvesi, “ekolojik sorunun” vahametini ortaya koymakta başarılı olsa da, sorunun çözümü konusunda aynı şeyi söylemek mümkün değil. Karbon gazı emisyonunun 2050 yılına kadar %50 ilâ %70 oranında azaltılması gerekiyor. Söylem öyle ama realite farklı. Fosil enerji kullanımı projeksiyonları azalmak şurada dursun, artmaya devam ediyor… Esasen Paris Zirvesi hiçbir kayda değer çözüm önermiyor. Sorunun çözümünü teknolojik harikalarda görüyor…
İklim krizinin çözümü, fosil yakıt (kömür, petrol, doğal gaz) üretiminin ve tüketimini yaklaşık %80 azaltmayı gerektiriyor. Başka türlü söylersek, söz konusu kaynağın %80’ini toprağın altında tutmak gerekiyor… Üstelik bunu da vakitlice yapmak gerekiyor. Lâkin bir sorun var: Kapitalizmin damarlarında dolaşan kan, petrol, kömür, doğalgaz… Bunun için karbon gazı emisyonu yapmayan ‘yenilenebilir’ denilen enerjileri (güneş, hidrolik, jeotermal, biyo-yakıt, atom) kullanılması gerekiyor. Bu enerjiler gerçi karbon gazı emisyonu ortaya çıkarmıyor ama ileri sürüldüğü gibi ‘temiz’ ve ‘masum’ değil. İkincisi, enerji geçişi de (transition énergétique) sanıldığı kadar kolay ve mümkün değil. Tarihsel süreç bize yeni bir enerjinin eskinin yerini aldığını değil, eskiye (eskilere) eklendiğini gösteriyor. Dolayısıyla, ağaçtan kömüre, kömürden petrole, doğalgaza… geçiş söz konusu değildi. Bir sonraki bir önceki ikâme etmiyor… Bugün de görece azalmış olsa da, kömür üretimini ve tüketimi mutlak olarak artmaya devam ediyor… Her yıl yüzlerce termik santral inşa ediliyor, yeni petrol ve doğalgaz kaynaklarını keşfetmek için milyarlarca dolar harcanıyor. Dolayısıyla, “geçişten” değil, eklenmeden söz etmek gerçeğe daha uygun. Aslında şimdilerde söz konusu olan ‘enerji geçişi’ değil, ‘enerji krizi’…
Her tarihsel dönemde ve her toplumda ‘belirli’ enerjilerin öncelikle kullanılması, toplum için ‘en uygun’ seçenekler olmaktan ziyade, mülk sahibi egemenlerin, oligarşilerin çıkarına uygun enerjiler oluyor. Mesela Orta Çağ’da su değirmenlerini kontrol altına alan soylular, serflerin rüzgardan yararlanmalarına, yel değirmeni kurmalarına şiddetle karşı çıkmışlardı… Eğer enerji tercihi genel toplum çıkarını gözetecek tarzda dizayn edilseydi, şimdilerde sera etkisi yaratan enerjiler bugünkü boyutlarda kullanılmaz, farklı enerjiler arasında her ülkenin özel koşullarını gözeten bir enerji kullanımı söz konusu olurdu. Daha XIV’üncü yüzyılın başında rüşeym halindeki burjuvazi ve soylular ormanları ele geçirdiler ve o tarihten başlayarak ormanlar metaya dönüştürüldü. Daha önce ormanlar ortak kulanım konusuydu, müşterekler dünyasına aitti… Bir kere toprak ve üzerindeki ormanlar “özel mülk” kategorisine indirgenince, bir sınıfsal egemenlik konusu haline gelince, ormanda (ağaçlarda) içerilmiş güneş ışığının da bir mal olarak alınıp-satılması mümkün hale geldi… Ve bu durum, bu eğilim, Sanayi Devrimi’yle kapitalist sınıfın (burjuvazinin) gücünü ve etkinliğini artırıp egemen sınıf mertebesine yükselmesiyle daha da büyüdü, hızı ve kapsayıcılığı arttı. Ağacın yerini de fosil enerjiler aldı. Önce kömür, ardından petrol ve nihayet doğalgaz hakim enerji durumuna geldi… Bunun anlamı ağaçta içerilmiş güneş enerjisinin yerini, fosil yakıtlarda içerilmiş güneş enerjisi almasıydı…
XX.yüzyılın başında petrolün ‘başat’ enerji haline gelmesi, doğrudan ‘bilinçli bir tercihin’ sonucuydu. Fonksiyonel kentleşme de öyle… ABD’de petrol tercihi madenci grevlerini engellemenin bir aracı olarak da görülmüştü… Giderek ulaşım petrole dayanır hale geldi… Evlerde güneş enerjisi kullanımı yaygındı, onun yerini elektrik aldı… Tramvay ulaşımının yerini otomobil aldı. Petrol şirketleri tramvay şirketlerini iflasa zorladılar ya da satın alıp kapattılar… II. Emperyalist Savaş sonrasında Marshall Planı marifetiyle Amerikan enerji ‘siyaseti’ Avrupa’ya, İkili Anlaşmalar ve NATO üyeliğiyle bir ABD uydusu haline gelen Türkiye’ye de dayatıldı… Türkiye’nin enerji politikası petrol, otomobil, araba lastiği, yol inşaat makinaları, vb. üreten çokuluslu tekellerin çıkarlarının bir gereğiydi… Tren ve deniz ulaşımı yok sayıldı, büyük kentlerde tramvay ve troleybüsün yerini benzinle çalışan otobüsler aldı. Toplu taşımanın yerini ‘özel araba’ şımarıklığı aldı ve üstelik bu saçmalık bir ‘başarı öyküsü’ olarak sunuldu…
Atmosferin ısınmasına ve iklim krizine ‘yeryüzünün egemenlerinin’ iki önerisi var: Daha çok ‘yenilenebilir enerjilere’ dayanmak ve teknolojik harikalar… Kısa ve orta vadede ‘yenilenebilir enerjilerin (hidrolik, güneş, nükleler ve biyo-yakıtlar) fosil üçlüsünün (kömür, petrol, doğal gaz) yerini alması mümkün görünmüyor ve fakat zaman daralıyor. “Teknolojik harikalara” gelince, aslında teknoloji çözüm değil, sorun… Onca yüceltilen, kapitalizmin ürettiği ve kapitalizmi yeniden ve yeniden üreten teknolojik ilerleme bugüne kadar hangi temel sorunu çözdü?
Oysa atmosferin ısınmasına, sera etkisine karşı yapılacak şey çok basit: Karbon gazı emisyonunu durdurmak! Bunun için de paradigmayı değiştirmek. Şeylere bakışı değiştirmek, yeni bir yaşam tarzı tahayyül etmek. İnsanın insanla, toplumun doğayla ilişkisini değiştirmek, fosile dayalı yaşamdan çıkmak, teknoloji hayranlığına ve teknolojiye tapınma saçmalığına son vermek, kentleri, kentleşmeyi yeniden düşünmek, otomobil (araba) hovardalığına son vermek, saçma üretimi ve çılgın tüketimi mahkûm etmek, hava ulaşımını önemli oranda kısıtlamak, velhasıl her seferinde daha çok üretmeye ve daha çok tüketmeye, daha kirletmeye, daha çok yok etmeye dayalı bir ‘ücretli kölelik sistemi’ olan kapitalizmden çıkmak…
Yenileibilir denilen enerjiler her ne kadar sera etkisi yaratan gaz emisyonu bahsinde tercih edilir olsalar da, “temiz enerji” söylemini nüanse etmek gerekiyor. Zira, bu dünyada çevreye zarar vermeyen bir enerji türü mümkün değildir. Nasıl ‘“temiz savaş” olmazsa, “temiz enerji” de olmaz… Şimdilerde küresel büyük sermayenin ‘yenilenebilir enerjilere’ yönelmesi, sera etkisi kaygısından çok, sermayeyi değerlendirmekle, kârı artırmakla ilgili… Türkiye’de HES’lerin, JES’lerin, güneş enerjisi panellerinin, rüzgar türbinlerinin doğal çevreye ve tarımsal üretime verdiği zararlar ortadayken! O halde yapılacak şey bir sır değil: Üretim, tüketim ve yaşam tarzımızı radikal olarak değiştirmek… Aksi halde insanlığın ve uygarlığın geleceği kararmaya devam edecek…