Hafta sonu, 19 ve 20 Mayıs (2018) tarihinde pek çok dost ve arkadaşla birlikte Taksim – Hill Hotel’de (İstanbul) düzenlenen bir sempozyuma katıldık. Sempozyumun başlığı “68 ve İbrahim Kaypakkaya” idi. Toplantının düzenleyicileri YDİ Çağrı dergisi, SMF ile Partizan olarak lanse edilmişti.
İki gün boyunca ellinci yılında, 1968 Ayaklanması’nın ne anlam ifade ettiği araştırma konusu olurken bir yandan da bu çerçevede 1973’te katledilen dönemin devrimcilerinden İbrahim Kaypakkaya’nın mücadele anlayışı, düşünceleri ve yaşamı tartışıldı. Türkiye Sol Hareketi’nden çeşitli ekollerin de sunumlar yaptığı toplantı polemiklerle, tartışmalarla geçti. Bu yazıda, kısmen de olsa hem toplantı içeriklerini anmak hem de konuya ilişkin birkaç cümlesini toplantı esnasında yansıttığım görüşlerimden biraz detay vermek istiyorum.
Sosyal ve siyasal tarihin yakın zamanına damgasını vuran 1968 Ayaklanması, literatüre “68 olayları” olarak geçmiştir. Günümüzden baktığımızda görünen o ki, bu ayaklanma evrensel planda Marksizme ve dolayısıyla sınıf mücadelesi teorisine gönderme yaparken ülkemizin siyasal geleneğinde de Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya isimlerinde simgelenen sınıf mücadelesine karşılık düşmektedir.
Fransa’da üniversite işgalleri ve boykotları ile başlayan olayların Almanya, İtalya, Amerika ve İngiltere’de dahil olmak üzere dünyanın pek çok yerinde gözlendiği izlenmiştir. Modern anlamda ya da Marksizm bağlamında ayaklanma geleneği Rusya ve Çin örnekleri dışta tutulursa Batı’da daha gelişkin olmuştur.
Düşünceyi, Düşünceyle Değil Pratikle Doğrulamak
Doğu toplumları ve bilhassa Türkiye, modern anlamda yani Marx’ın öngörüleri doğrultusundaki ayaklanmaya ilk defa 68 hareketi ile ev sahipliği yapmış oldu. Bu hareket, geleneği sorgularken, onu aşıp bir devirme geleneği yaratırken, neticede yeni değerler inşa ederken kısacası teorisiyle pratiğiyle yeni bir mücadele modeli sergilerken epistemolojik bir kopuş yaptığının elbette ki farkındaydı. 68 devrimci gençliğinin başını çektiği bu hareketin, eski mücadele biçimlerinden bir kopuş olduğunu Fransız ve Alman egemen sınıfları gibi Türk egemen sınıfları da çok iyi biliyorlardı.
Yine bilinen bir mevzu daha vardı, o da gençlik hareketi görünümündeki bu hareket aslında, böyle bir kılığa bürünmüş, emek-sermaye çelişmesinden hareketle sınıf mücadelesinden başka bir şey olamazdı. Bu yüzden de ülkemizde olduğu gibi Batı’nın en demokratik devletlerinde de kanla bastırılmak üzere politikalar geliştirildi. 12 Mart askeri faşist darbesi, söylenenleri doğrulayan örneklerden sadece birisidir.
Halk ayaklanması gibi bir konu ve özelde de 68 Hareketi ve devrimci kuşak ve kişiler söz konusu olduğunda Marx’a ve Marksist felsefeye başvurmak zorunlu olur. Marx ve onun adıyla kurulmuş ve geliştirilmiş felsefenin, klasik felsefe tarihinde bir paradigma değişikliği yaptığını her platformda ileri sürüyoruz. Klasik felsefeler, düşüncelerin sınanmasını -yeni bile olsa- yine düşüncede buldular. Platon’un yazdıkları, ardılları tarafından yeni felsefi metinler yazılarak sözde doğrulandı ya da yanlışlandı. Bu durum yeniçağlarda da sürmüştür. Leibniz, Locke’a karşı yazdığı düşünce denemeleriyle filozofu yanlışlamaya yani çürütmeye çalışmıştır.
Oysa düşünceler, bir ölçüde varlık tarzlarının zihindeki temsilleridir. Bunların yeni zihinsel süreçlerle doğrulanması beklenemez. Dolayısıyla bilme ve doğrulama süreçlerine “pratik” kategorisinin dahil edilmesi gerekirdi. Bu anlamda “doğru bilmek” ve “doğru düşünmek”, ancak değiştirmeyi göze alarak mümkün olabilirdi ki, ünlü “11. Tez”i bu çerçevede değerlendirmek gerekir. 68’e buradan bakıldığında, hareketin epistemoloji açısından büyük bir önemi olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü o güne dek ileri sürülen düşüncelerin doğrulanması açısından olsun, sınıf mücadelesi teorisinin kendi doğruluğunu sınaması için de büyük bir olanak yaratmıştır.
Cinsel Özgürlük ve İktidar Talebi
Bu türden toplumsal olaylar olmaksızın zaten teorinin sınanması ve gelişmesi de kolay olmayacaktır. Hatta pratikte sınanmadığı sürece bir fikrin doğruluğundan veya yanlışlığından dem vurmak da söz konusu değildir. Politik arenada pratiğin tek tarz olduğunu elbette ileri süremeyiz. Yani politik arenada politikanın tek tarzı olduğu söylenemez. Birden çok biçimine rastlanmıştır ve de rastlanmaktadır. Legal mücadele gelenekleri olsun, yasa dışı pratikler, barışçıl ve zor kullanma tarzında kendini gösterebilir tüm bu pratikler. Toplumsal koşullara göre değişiklik gösterdiği gibi tarihsel momentlerde de değişime uğrayabilir ve dönüşür.
Pratik, teorinin doğrulanmasında en belirleyici unsur olarak işlev görür. Paris Konümü nasıl ki Marksist teorinin sınanmasında merkezi bir rol oynadıysa Sovyet ve Çin devrimleri de benzer bir rol oynamıştır. Marksist teorinin doğrulanmasında 68 hareketinin de aynı rolü oynadığını iddia edebiliriz. Keza 2010’lu yıllarda başlayan ve 2013 Haziran’ında ülkemizde de yankı bulan Haziran Ayaklanması da aynı zincirin halkalarıdır.
Dolayısıyla 1968’de Paris’te fitili ateşlenen başkaldırıyı da bu zincirin halkalarından ayrı ele almak mümkün değildir. Bu pratikler teorinin doğruluğunun sınanması ve geliştirilmesi yanında uygulanmasını da hedeflemiştir. Paris’te cinsel özgürlüğe dek talepler genişlemişken Türkiye gibi ülkelerde “iktidar namluda”dır noktasına dek radikalleşmiştir.
Hiçbir halk hareketi gibi 68 hareketi de bir çırpıda ortaya çıkmadı. Tarihsel materyalizm açısından düşünüldüğünde belli bir nicel birikim, nitel sıçraması olarak kendini göstermiştir. Diyalektik materyalizm bakımından ele alınacak olursa hareketin Türkiye ile sınırlı olmadığı, evrensel bir karakterde kendini gösterdiğini söylememiz gerekir. Kopuş ya da kırılma olarak kendini cisimleştiren hareket, yalnız politikadaki değişiklikten ibaret olmadığı gibi “öğrenci olayları”ndan da ibaret değildir.
Sanata bakışta, sosyal bilimlere bakışta ve felsefeye bakışta da kopuşlara neden olmuştur. Bu disiplinlerle Batı’ya nispetle yeni tanışan Türkiye entelektüel dünyası, 1968’in başvurduğu pratik örneklerden hareketle düşün ve sanat dünyasındaki birikimini deneme ve sınama imkanı bulmuştur. Bu denemenin ve sınamanın, sınıf mücadelesi teorisinin sınanması için de belirleyici bir işlev gördüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. Örgütlenme, ordulaşma ve partileşme meselelerinde teoriden pratiğe geçildiğini görmek zor olmuyor. 68 hareketinin anlamını da önemini de bu noktada aramak gerekir.
“Temel Çelişki” ve “Baş Çelişki” Ayrımı
1968 hareketi ve Türkiye denildiğinde üç ismi anmak gelenek haline geldi: Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya… Mahir Çayan’ın yazdığı metinler, onun yaşam ve mücadele tecrübesinin çok ilerisinde metinler olduğunu, yaşını aşan metinler olduğunu açıkça göstermektedir.
Bilhassa Kaykapkaya’nın yazdığı metinlerin metodolojisi, derinliği ve zenginliği ise yeni tarz bir tarih ve sosyoloji anlayışına karşılık gelmektedir. Özellikle yakın tarihimizi emekçi sınıflar açısından yazma geleneğinin ilk öncüsü olmuştur. Mikro sosyolojiye örnek verilebilecek Çorum ve Kürecik gibi kent ve mıntıkalarına dair yazdığı metinlerde de sosyolojiye sınıf dinamiğini sokan isim olarak sosyal bilimler tarihine geçmiştir.
Türkiye gerçeğinin sınıfsız, imtiyazsız bir toplum olduğu düşüncesini de tersine çeviren bir yönelime girmiş ve yepyeni iddialarda bulunmuştur. Radikal eleştiri geleneğini başlatan da Kaypakkaya olmuştur. Emperyalist-kapitalist sisteme karşı devrimci bir tavır içine girerken ve bunu “temel çelişki” olarak değerlendirirken feodalizm meselesini de “baş çelişki” olarak değerlendirmiştir. Sovyetler Birliği’ndeki uygulamaların sosyalizmi yansıtmadığını ileri sürerken SSCB’nin emperyalist emeller içinde olduğunu savunmuştur. Böylece yalnız Türkiye sınırları içindeki sorunlarla değil sosyalizmin uluslararası düzeydeki gelişmelerine de müdahale etme amacı gütmüştür.
Düşüncesinin genişliği ve derinliği, dönemin en yüksek bilinci olduğuna dair veriler sunmaktadır. Yerelin penceresinden evrensel olana yönelmiştir. Avrupa’daki gelişmeleri izlediği gibi ÇKP ve SBKP arasındaki tartışmaları da yakından izlediği anlaşılmaktadır. Sovyetlerdeki uygulamaları eleştirmekle sınırlı olduğu da düşünülemez. Komintern’in politikalarını da eleştirdiği ileri sürülebilir. Kaypakkaya, Komintern’in “gerici, feodal ağların” ayaklanması olarak gördüğü Kürt direniş ve ayaklanmalarının tümünü savundu ve desteklediğini söyledi, bunu da ulusların kendi kaderini tayın hakkına bağlayarak teorileştirdi. Daha da ileri gittiğini söyleyebiliriz.
Lenin, Stalin ve Mao Zedung’un hiç değilse, başlangıç aşamasında olmak kaydıyla, ilerici ve devrimci buldukları Kemalizmin faşizm olduğunu eşine ender rastlanır bir berraklıkta ve radikallikte dillendirdi. Ermeni katliamı da dahil olmak üzere tüm halk kesimlerini Osmanlı-Türk resmi ideolojisine karşı savunmada asla bir beis görmedi.
Halk Kaynağı ve Değerlerinin Önemi
Kaypakkaya tarih ve toplum felsefesinde de özgün bir pozisyonda konumlandı. Engels’in ve İngiliz Marksist tarihçilerinin uyguladığı tarih anlayışından hareketle köylü ayaklanmalarını, köle direnişlerini modern işçi mücadelelerinin bir parçası olarak ele aldı.
Devlet geleneği içindeki mücadeleyi değil, “ilerici burjuvazi”yi de değil halk hareketlerini ve Karayılan, İnce Memed türünden halk kahramanlarını model olarak gösterdi. Yüzünü Batı’ya döndüğü kadar Doğu’ya da dönen ender liderlerden birisiydi. Konulara filozofça bakma yeteneğinde olduğu için metinlerindeki felsefi tutumu görmek de zor değildir. Kemalizmi analiz ederken görünür ile gerçeklik bağlamında konuyu ele alıyor ve Kemalizmin görünüşte demokratik, gerçekte ise askeri faşist diktatörlük olduğunu ileri sürüyordu.
Yaşı, pek çok deha gibi küçük olmasına karşın aklı, bakış gücü, kavrama yeteneği, eleştiri ve öngörüleri hayret verici düzeydeydi ve elbette ki söyledikleri derin etkiler ve izler bırakmaktaydı. Dolayısıyla biyolojik yaşı ile entelektüel yaşı arasındaki ilişki doğru orantılı bir ilişki değildi. Az ve sınırlı okumalarına, kısa yaşam ve mücadele tecrübesine sahip olmasına rağmen fikirlerindeki zenginlik ve yaratıcılık dudak uçuklatan cinstendi.
Genel olarak görüşlerin özel olarak teorinin ve konumuz açısından Marksist teorinin doğrulanmasında tek ve yeterli bir kriter olmasa da “pratik” temel bir kriterdir denilebilir. 1920’lerden beri sürdürülen mücadele tarzının yetersizliğini, hatalı ve zaaflı yanlarını göstermesi bakımından “yeni mücadele tarzı”nın eskiyi aşan karakterde ortaya çıktığına da “68 hareketi” ile tanıklık edilmiş oldu. Çünkü bir bakıma eleştiri silahının yerini, Marx’ın tabiriyle silahların eleştirisi almıştı.
Marksist teoriye inananlar için bu eleştiri tarzına başvurmak zorunluydu. Teorinin doğruluğu ancak kendine uygun araçlarla doğrulanabilirdi. Bu aynı zamanda epistemolojik bir sorundur da. Bu yüzden Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya’nın taşıdıkları doğrulama araçlarının en başında, ellerinden ve dillerinden düşürmedikleri tüfekler geliyordu. Türkiye coğrafyasında teoriyi, silahlarla doğrulama ve hayata geçirme düşüncesi, kim ne derse desin, yeniydi.
Üstelik pek çok bakımdan farklı olan bu üç liderin ortak özelliği de bu noktadaydı.
“Dağların Keşfi” ve 15-16 Haziran Direnişi
1968’in mart ayında Parisli öğrenciler ayaklanıp da kısa sürede on milyonlarca işçiyle buluştuğunda Türkiye sol hareketi henüz hazırlık aşamasındaydı. Mutlaka Fransa’yı izliyor, sonuçlar çıkarıyor ve sıcak mücadele günlerine hazırlanıyordu.
Bu açıdan düşünüldüğünde Türkiye sol hareketi için asıl milat ya da devrimci kopuşun 1970 ve 1971’de gerçekleştiğini söyleyebiliriz. 15-16 Haziran İşçi Ayaklanması ve “dağların keşfi” 68’i izleyen yıllarda gerçekleşmiştir. Öğrenci eylemleri veya gençlik eylemleri denilen hareketlerin işçi ve yoksul köylü ayaklanmaları, bunların yaygınlık kazanmasıyla birlikte ortaya çıkması da 68’in ilerleyen yıllarında gerçekleşmiştir. Bu yüzden her şeyin 1968 yılından ibaret olduğunu düşünmek de doğru değil. Nihayetinde 68 Ayaklanması, bazı bakımlardan bir sonuç olarak ele alınabileceği gibi asıl olarak da onu süreç olarak değerlendirmek gerekir.
Bu ayaklanmalar Avrupa ülkelerinde olduğu gibi Amerika ve Türkiye gibi ülkelerde de on yıllarca sürmüştür. Aynı yıllarda Vietnam Kurutuş Savaşı (1965-73) nedeniyle Amerika’da öğrenci hareketleri ve işçi eylemleri eksik olmamıştır.
Sınıf mücadelesinin yasaları göstermektedir ki, bu mücadele yalnızca “iyi yönetilemeyen” toplumlarda değil sınıflı tüm toplumlarda ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden 68 Ayaklanması’nın bir ucunun Fransa’da olduğunu gözlemlerken diğer bir ucunu Çin ve Vietnam’da, Güney Amerika ve Küba’da, Ortadoğu ve Filistin’de görmek zor değildir.
Türkiye sol hareketi içinde tüm bu adresler yabancı ve bilinmez değildir. İndirgeyerek söylenirse Deniz Gezmiş’in Küba’daki mücadeleye, Mahir Çayan’ın Güney Amerika örneklerine ve kısmen de Çin deneyimine bağlanması ileri sürülebilir. Keza İbrahim Kaypakkaya da dayandığı gelenekleri sıralarken Çin’deki “Kültür Devrimi”ne özellikle vurgu yapmaktadır.
Bu örneğin de gösterdiği gibi 68 hareketi, Kültür Devrimi’nin yarattığı enerjiyi de arkasına almıştır. Mao Zedung’un, Uzun Yürüyüş ve 1949’daki devrim yılları dışında yıldızının bir kez daha parladığı dönem olmuştur 1968. Fransız Komünist Partisi kadrolarından olan filozof Louse Althusser, Mao’yu ziyarete gitmeyi düşünen pek çok düşün ve sanat kişisinden yalnızca biriydi.
68’in Üçlüsü (3M): Marx, Mao Marcuse
Sovyet yanlısı FKP ve bu çizgideki pek çok parti ve örgütün 68 hareketine mesafeli durduğunu düşünmek zor olmasa gerek. Çünkü Türkiye sol hareketi de dahil olmak üzere, dünyanın komünist işçi, köylü ve gençlik hareketleri Sovyetler Birliği’nde geriye dönüş sürecinin başladığını hatta buna Çin’in de dahil olduğunu, neyse ki Mao’nun duruma komünist bir müdahalede bulunduğuna inanıyorlardı. Demek oluyor ki 68 Ayaklanmaları yalnızca kapitalist emperyalist sisteme değil aynı zamanda Sovyetler birliği ve Çin’deki burjuva karargahlara karşı da bir başkaldırıydı.
Nihayetinde Mao Zedung da ÇKP’yi bile kastederek: “burjuva karargahları bombalayın” dememiş miydi? 68 hareketi bağlamında Mao’yu anmanın bir başka nedeni daha var: Avrupa’daki ayaklanmalarda 3M’den söz edilmesidir. Öğrencilerin sloganları arasında “Marx Mao Marcuse” üçlemesi yer almaktadır. Marcuse, 68 Ayaklanması sırasında Fransa’da bulunan bir Alman filozof ve bir ölçüde eylem adamıydı. “Tek Boyutlu İnsan” adlı kitabıyla dikkatleri üzerine çekiyordu.
Kaypakkaya vurgusuyla devam ederek toparlayacak olursak ilk vurgulanması gereken nokta, onun doğal sınırlar içine sığmayan bir kişi olduğunun belirtilmesi olur. Üniversiteye geldiğinde, resmi ideolojinin etkisinde olduğu anlaşılıyor. Yaşam pratiği, onun hızla politikleşmesine, radikalleşmesine imkan veriyor. Şiir, müzik ve genelde edebiyata ilgisi, soyut düşünme ve yaratıcı yorumlar yapma yanında eleştirel bir zeka sahibi olması sonucunu doğurduğu anlaşılıyor.
TİP’e giriyor, öğrenci eylemlerine katılıyor. Tüm bu faaliyetlerin de onu tatmin etmediğini anlıyoruz. Çünkü TİP’ten de kopuyor, radikal örgüt gelenekleri içinde yer alıyor. Toprak işgallerine ve grev çadırlarına yöneliyor. 15-16 Haziran İşçi Direnişi’ne katılıyor, gözlemler yapıyor, raporlar yazıyor. Dev-Genç’ten kopuyor, sonraları FKP’den de uzaklaşıyor.
Nihayet Doğu Perinçek, Muzaffer Oruçoğlu, Cengiz Çandar ve Oral Çalışlar’ın da içinde olduğu partide iken, 1972’de ona da sert bir muhalefet metni ya da metinleri yazarak ayrılıyor ve Muzaffer Oruçoğlu, Süleyman Yeşil gibi devrimcilerle birlikte kendi örgütünü (TKP/ML) kuruyor.
Başına taktığı köylü şapkasıyla tanınıyor. Ama o şapkaya sığmayan bir baş taşıdığını dünya alem, dost düşman çok iyi biliyor.
Tohum Romanındaki İbrahim Kaypakkaya
Kaykapkaya’nın düşüncesini ve pratiğini anlamanın yollarından birisi yazmış olduğu metinlerin incelenmesi ise ikincisi de Muzaffer Oruçoğlu’nun Tohum adlı romanı olabilir. Birbirlerini tamamlayan iki metin olarak düşünmek yanlış değildir bunları.
Tohum, pek çok özelliği bakımdan kurgu değerinde olsa da, yazarın Kaykapkaya’yı yakından tanıdığı, birçok bakımdan da romanda natürel/doğal bir yol izlediği için bunu iddia edebiliriz. Mesela Kaykapkaya halkların tarihine nasıl bakmıştır, kadın sorununu nasıl ele almıştır? Nasıl bir insan felsefesini temsil etmektedir? Özgün bir etik ve estetik değerler anlayışı var mıdır? Değer yargıları için özgün bir düşünceye sahip midir? Doğaya, aşka bakışında altını çizeceğimiz görüşler söz konusu mudur? Onun doğa tasarımı için ne söyleyebiliriz?
Tohum’u inceleyerek bu sorulara belli bir ölçüde yanıt bulunacağı kanaatindeyim.
Tohum’un bir yerinde onun araştırma konusunu ve yöntemini yansıtan şu sözler söyleniyor: “Kürecikte çalışırken Kasımoğlu isyanı hakkında ihtiyarlardan haylice bilgi toplamıştı. Halkın isyana nasıl yaklaştığı ve bu isyanın olumlu ve olumsuz yanlarını soruyordu.” Anlaşılıyor ki, Kaykapkaya tarih deyince Osmanlı egemen sınıflarının saray-saltanat maceralarını ve dünya halklarına karşı yaptığı sefer ve saldırıları anlamıyor.
Halkların mücadele tarihini anlıyor, tarihin bir sınıf mücadelesi tarihi olduğunu çok iyi biliyor. Romanda yansıtıldığına bakılırsa Kaykapkaya tanıştığı ve zaman zaman evlerine misafir olduğu yoksul köylü kadınlarını, köylerde veya kentlerde yakın ilişkiler kurduğu genç kadınları, birer yoldaş olarak görmektedir. Ayrıca bazı durumlarda kadınların kendilerine ve harekete karşı destek, dayanışma ve güven duygusu içinde olduklarını belirtmesi, onları yüceltmesi kadına bakışta da bize sınırlı da olsa bir fikir verebilmektedir.
Kaypakkaya ve arkadaşlarının üslendikleri dağların, sığındıkları mağaralar ve ağaç kovuklarının, su yudumladıkları pınarların, gölgesine girdikleri ağaçlar ve geniş alana yayılmış Dersim ormanlarının Tohum’da pek güzel sergilendiklerini biliyoruz. Kaykapkaya’nın, kendi mücadelelerine mekan olmuş böyle bir doğayı, kapitalizmin gözüyle ele almış olduğunu şüphesiz ki düşünemeyiz.
Onun nazarında dağlar kölelerin, yoksul köylülerin ve emekçi, ezilen halk kitlelerinin tüm at, eşek, öküz ve köpek türünden hayvanlarıyla birlikte, sınıf mücadelesinde keşfettikleri bir olanaktır, yaşam alanıdır, dosttur, komşudur, yoldaştır. Böyle bir coğrafyada özverili olmak insani bir görevdir de.
Evlere misafir olunur, yemek ikram edilir ama tabaklar sonuna kadar bitirilmez örneğin. Çünkü ev sahiplerinin yeniden ikram yapacak kadar imkanları yoktur. Onları mahcup etmemek gerekir. Etik ve estetik inceliğin düzeyini gösteriyor anlatılanlar.
Yine romanda betimlendiği halinden, Kaypakkaya’nın yaşam sevgisini, özellikle ezilen sınıf, ulus ve cinsiyetlere olan hayranlığını, bir bütün olarak insana olan sevgisini, güvenini anlamak zor değildir.
Sevgi – Nefret Diyalektiği ve Kaypakkaya
Kaypakkaya’nın sevgi ve nefret diyalektiğini nasıl anladığını öğrenmek için de yine Tohum’da tasvir edilen ihbarcı muhtarın cezalandırılması örneğine bakılabilir. Aynı sahneler içinde yer alan hatalı bir durumdan dolayı da, ihbarcı sanılan başka bir köylüden nasıl özür dilendiğini, yaşlı adamın elinin öpülmesinden, af dilenmesinden de onun etik ve estetik değerler açısından nerede durduğu anlaşılabilir. Aydın sorununa da Tohum’da açıklama getirildiği iddia edilebilir kuşkusuz.
Resmi ideolojinin romanlarındaki (Yakup Kadri, Reşat Nuri) aydın halk karşıtlığının gerçeği yansıtmadığı ortaya çıkar. Kaypakkaya ve dönemin öğrencilerini ve arkadaşlarını –aynı zamanda- aydın kimlikleriyle de düşündüğümüzde bunun romana nasıl yansıdığını ve Kaypakkaya’nın halkla ilişkilerinde nasıl bir sınav verdiği konusunda pek çok veriye ulaşmak mümkün oluyor. Bölgedeki faaliyetlerde genelde bir destek görülse bile çok sayıda köylünün Kaypakkaya ve arkadaşlarına karşı “önyargılı” oldukları ve öteledikleri de görülmektedir.
Bu ötelenme durumlarında Kaypakkaya’nın halkla yakından ilişki kurduğu gruptaki arkadaşlarının bile dikkatini çekecek cinstendir.
Felsefi bakışın önemli kriterlerinden birisi bütünsellik meselesidir. Varlığı kavramak için ayrıştırmak gerekir ama yalnız ayırmakla ya da ayrılan parçaları tek tek ele almak gerçeğe nüfuz etmenin önünde engeldir. Parçalar arasındaki ilişkinin mantığını kavramak gerekiyor.
Bunun içinse düşünce disiplinlerinin birinin içinde değil bunların kesişim noktasında konumlanmak kaçınılmazdır. İbrahim Kaypakkaya, felsefi bir yönelim içinde nesnel alana kavramsal olarak da bakan biri olarak görülmektedir. Sosyal bilimlerde olduğu denli politik disiplin içinde de bir hayli yoğunlaştığı anlaşılmaktadır. Sanata, şiire ve müziğe erken yaşlarından itibaren olan düşkünlüğünün de altını çizdiğimizde görülüyor ki bilim, politika, sanat ve felsefenin kesişim noktasında konumlanmaktadır.
Onun yaşam tarzı, bu düşünce dizgesine yaptığı bir katkıyı muhakkak anmayı gerektirir: Pratik…