En sevdiğim yazarlardan biri olan Julian Barnes’ın “Bir Son Duygusu” adlı romanına ait, sıkça andığım bir söz, ülkemizde hayatın ta kendisi halini aldı: “Bir diğer korkumuz da şudur: Hayatın edebiyat gibi olmayacağı.”
İnsan yaşayabilmek için nedenlere ve neden- sonuç ilişkileri kurulabilen hikayelere ihtiyaç duyar. Adaletin er geç yerini bulmayabileceğini, çoğu kez ve çoğu durumda anlamlı bir sonun bile olmayacağını bilerek yaşamak, heves etmek, üretmek, umut etmek çok zordur. İzleyene, zihninde tamamlayabileceği doğru dürüst bir alan da bırakmadan, kendi hikayesini umursamadan, tam bir boşluk hissiyle art arda biten filmleri sürekli izlemenin vereceği yılgınlığı düşünün. Hukuksuzluk, adaletsizlik, haksızlık işte artık bunun gerçek hayat versiyonu boyutunu çoktan aştı.
20 gündür, kayıp bir kız çocuğunun gülen imgesinin peşindeyiz. Maalesef çoğumuz, Narin’in kayboluşunun duyurulduğu ilk günden itibaren, alttan alta seziyorduk bunun sonunun iyi gelmeyeceğini. Kayıp çocuklar, genç kadınlar ülkesi burası. Gülistan Doku’dan 1710 gündür haber alınamadı. Rabia Naz için adalet hala yerini bulmadı. Ağrı’da kaybolan Leyla da 18 gün sonra bir dere yatağında bulunmuştu. Müslüme’nin faili olan dedesi aynı zamanda babası çıkmıştı. Her defasında yer yerinden oynar dedik ama kayıp kız çocukları için adaletin kaderi yerinden birkaç metre ileriye bile oynamadı. Çocuklar, patriyarka-aile-siyaset üçgeninde bir suskunluk döngüsüne gömüldüler.
Bu konudaki istatistikler o kadar üzücü ki, zihin bir süre sonra gerçekliğin kendisine kurmaca muamelesi yapmaya başlıyor. Dünyanın ruh sağlığı az çok normal herhangi bir ülkesinde huzur kaçırabilecekken bizde “fonda akan”, çerez gibi tüketilen gündüz kuşağı programlarının gürültüsü her yeri kapladı. Bu kız çocuklarının, kadınların acı hikayelerini “orada, bir köy var uzakta”nın taşra korku- gerilim versiyonu gibi izlemeye alıştırdılar bizi. Ama artık iyi biliniyor ki “köyün, kasabanın dehşeti”nden ibaret değil olay. En küçük yerdeki mikro tahakküm ve adaletsizlik döngüleri daha net ve bunların hikâye edilmesi daha olanaklı sadece. Ne kadar küçük, o kadar kirli evet ama asla olaylar sadece o olağan suçlu, baştan şaibeli sayılan “Doğu illerinde de” geçmiyor. Suç ve kötülük gibi adaletsizlik de her yerde…
Hayvan katliamlarından kadın cinayetlerine, kara para aklayanın hapisten güle oynaya, patlayan flaşlar eşliğinde salınıverildiği yerde sokak röportajından içeri giren kadının gece yarısı ıssız bir yolda telefonsuz bırakılmasına kadar, adaletsizliğin kapanı her yerde ve her açıdan çok daraldı. Belki de bu nedenle Narin’e bu kez ülkenin önemli bir kısmı daha çok sahip çıkmaya çalışmıştır. Bu olay bir parça daha “başkalarının acısı” olmaktan çıkmıştır. Kadınları ve çocukları koruyan tek sözleşmenin kaldırıldığı, yeterince güçlü olanın her tür suçtan yakayı her türlü sıyırabildiği bir yerde, aslında hiçbir kız çocuğu ya da kadının güvende olamayacağı daha iyi anlaşılmıştır. Belki bu kez, “umut etme- korkunç sonu öğrenme- ardından melek kanatları uçurup romantize etme- unutma” döngüsü yerini biraz olsun gerçek, sonuç odaklı öfke ve adalet arzusuna bırakmıştır.
Narin’in gülümseyen güzel yüzünü hepimiz sevdik. Sevilmeyecek gibi değil ki, çocuk. Dezenformasyonun önüne geçmek için uymaya çalışsak da pek çok açıdan tuhaflıklar içeren bir soruşturmada neye yaradığı da tam anlaşılamayan yayın yasağı bu yazıyı yazdığım saatlerde artık kalkmıştı. Çocuğun cansız bedeni 19. günde bir dere yatağında bulundu. Sosyal medya baskısı olmasa, Sezgin Tanrıkulu başta bazı duyarlı siyasetçiler kaybın izini güçlü biçimde sürmeye çalışmasa, feministler her yerde eylemler düzenlemese, Diyarbakır’da tüm baskılara rağmen ışıl ışıl güçlü bir eylem sokakları aydınlatmasa, buraya kadar varılabilir miydi, bilmiyoruz. Bir iktidar milletvekilinin “her şey söylenemez; aile dostumuzdur” minvalinde bir mesajı verebildiği bir vaka bu sonuçta. Bu “köyün sırrı”nda patriyarka-aile-devlet üçlüsü göz ardı edilebilecek cinsten değil.
Bedeni bir çuval içinde dere yatağında bulunduğunda Narin’in yanına konmuş çantasından elifbasının çıktığı söyleniyordu. Kuran kursu son gittiği yerlerden biriydi. Aileden 23-24 kişinin gözaltında bulunduğu günde, çocuğu ararken olmadığı kadar tabutunu taşımaya “hevesli” bir erkekler güruhunun omuzunda, bir duvağa sarılı tabutla defnedildi Narin. Sekiz yaşında bir kız çocuğuna layık görülen gelecek, “öte dünya hazırlığı” ile “gelin olma”nın ötesinde bir şey değildi….
Bu çocuk bugün okula gitmeliydi, arkadaşlarıyla oyunlar oynamalıydı, eğitimini sürdürüp bir meslek sahibi olmalı, vakti gelince âşık olma, dilerse ayrılma, dünyayı gezme, en azından başka şehirlere gitme, hiç olmazsa yüzlerce kez gün batımını izleme şansına sahip olmalıydı. “Son isteği”, yakında yapılacak bir kınada gelinlik giymekmiş, o nedenle tabutuna duvak sarılmışmış! Hiçbir çocuğun son isteği “gelin olmak” falan olmaz, zaten bir çocuğun “son isteği” de olmaz. “Çocuk gelin” fantezilerini, bir kadına sadece gelin olma kaderi biçen ve bunun üzerinden aslında aklınca “namusunu da” tabutla aklayan patriyarkal kutsal aile zırhını, bir çocuğun cansız bedeninin yer üstündeki son anına alet edebilecek hiçbir gerekçe yok… Çocuk melek falan da olmadı. Sekiz yaşında hayatı söndürüldü ve büyük ihtimalle olayla ilgisi bulunanların, en azından bilip de susanların da katıldığı bir cenazeyle, gömüldü. Onun için yapabileceğimiz tek şey adalet talebini sürdürmek. Bu suskunluk ve örtbas döngüsünün, şiddet, istismar ve cinayetin başka kız çocuklarının başına gelmesini engellemek. Narin’i geri getiremeyiz, Narin’e hayatını geri veremeyiz ama en azından bu konuda elden geleni yapabiliriz.
Ön otopsi raporu (kısmen) medyaya yansıdıktan sonra, bunca cevapsız soruyla dolu bir olayda iyi bir uzman görüşü alabilmek için Adli Tıp Uzmanı, yazar, Prof Dr. Halis Dokgöz’e birkaç soru sordum, aktarıyorum.
Özellikle kayıp çocuk vakaları için çok hassas olan soruşturma sürecinin iyi yürütüldüğünü düşünüyor musunuz bu olayda? Gözlediğiniz temel eksiklik ve sorunlar var mı?
H.D. Soruşturmanın, özellikle böyle içe kapalı toplumsal, kültürel kodlara sahip yapılarda, aile merkezinden başlayarak yapılması, bu çerçevede kişilerin adli tıbbi muayene ve değerlendirmeleri gerçekleştirildikten sonra çeperin genişletilmesi gerektiğini düşünürüm. Bilimsel veriler de bu yöndedir. “En yakından” başlamak gerekir her zaman. Burada da ben birden fazla kişi ya da kişilerin bu eylem içerisinde yer aldığını düşünüyorum. Köyün sırrı olan şeyin artık deşifre zamanının geldiğini ve bu olayın çok da fazla uzamadan aydınlatılacağını düşünüyorum.
Narin’in cesedi 19 gün sonra, evine oldukça yakın bir derede bulundu. Daha önce (bildiğim kadarıyla) en az iki kez aranmış bir yerde, bu kadar dar bir alanda cesedin daha önce bulunamamış olması normal mi? Narin’in amcasından para alıp muhtarın talimatıyla cesedi çuvala koyup dere yatağına attığını, sonra namaz kılıp arama kurtarma faaliyetine katıldığını itiraf eden bir sanığın ifadesi doğrultusunda ilerliyor şu an soruşturma. Sizce hala cesedin dereye sonradan aktarılmış olma ihtimali var mı? Daha doğrusu, ön otopsi bulguları 18-19 günlük suda çürümeyi destekler nitelikte mi?
H.D. Cesedin suya ne zaman bırakıldığının saptanması ancak belirli çürüme bulgularının saptanması sonucunda gerçekleşebilir. Maserasyon dediğimiz, ellerde ve ayaklarda suda uzun süre kalmaya bağlı olarak önemli değişiklikler olur, bunlar suda uzun süre kalmanın önemli kanıtlarıdır. (Bu sorunun daha net bir yanıtını ancak tam otopsi sonuçları geldiğinde alabileceğimiz sonucuna varıyorum buradan.)
Soruşturma, başından itibaren büyük bir suskunluk döngüsü, yer yer de çelişkili ifadeler ve beklenmedik bir kronolojiyle ilerledi. Bu da ister istemez çeşitli varsayımlar doğurdu zihinlerde… Cesedin bulunmasıyla cinayet arasında böyle bir sürenin geçmiş olması ya da suda kalması sonucu çürüme, varsa cinsel istismar/saldırı izlerinin yok olmasına sebep olabilir mi örneğin?
H.D. Tabii ki, çürüme, önemli bazı bulguların yok olmasına sebep olur. Özellikle bir cinsel saldırı varsa o cinsel saldırıya ait sperm ve buradan yapılacak DNA analizini engelleyecek bir durum gelişebilir. O nedenle tabii ki sürecin uzaması sıkıntı yaratıyor.
19 gün gibi uzun bir sürenin geçmiş olması cinsel istismar açısından bazı bulguların kaybolmasına yol açabilir. Ancak ben yine de umutluyum. Özellikle tırnak altlarında saldırgana ait biyolojik materyaller saptanabilir. Buradan DNA analiziyle fail (ya da failler…) saptanabilir. Sperm içinse (ceset) çuval içinde kaldığı için olası şüpheli her yerden, her bölgeden lezyon alınacaktır 91 numune örneğinin alındığı, ön raporda özellikle açıklanıyor. O nedenle bir cinsel saldırı yönünde bulguların, varsa, saptanabilme olasılığı hala var.
Açıklanan ön otopsi raporuna dair sizin dikkatinizi çeken özel hususlar var mı? Mesela cinayet yönteminin boğma olabileceği konuşuluyor, bu yönde net bulgular var mı?
H.D. Ön otopsi raporunu medyaya yansıdığı kadarıyla değerlendirebiliyoruz… Raporda özellikle bir dış bulgu olmaması yani bir kesici-delici alet yaralanması, ateşli silah yaralanması olmaması önemli. Öte yandan medyada sık sık gündeme gelen boğma, boğulma, bağla boğma, iple boğma, elle boğma gibi bulgular da aslında mevcut değil raporda.
Onun dışında da dizde bir kopukluktan bahsediyor rapor. Bu kopukluk çocuk ölmeden önce mi yoksa ölümden sonra (çürüme sürecinde) mi gerçekleşti, bunun da mutlaka ayrımının adli tıp tarafından yapılması gerekiyor.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
H.D. Dediğim gibi, “köyün sırrı” olan şeyin artık deşifre zamanının geldiğini düşünüyorum ve bu olayın çok da fazla uzamadan aydınlatılacağını düşünüyorum, umut ediyorum…
Narin için adaletin yerini çok geç olmadan bulmasını, kız çocukları için “gelinlik ya da kefen”in kader sayılmadığı bir gelecek hayal ediyorum ben de… Bunun için usanmadan ve unutmadan sormaya devam etmemiz gerek. Narin’e ne oldu?
Gazete Duvar 10 Eylül 2024