Pozitivizmin 1800’lü yılların ortalarında Auguste Comte (1798-1857) tarafından kurulduğu varsayılsa da kökleri Ortaçağ’a kadar götürülebilir. En genel haliyle ifadelendirmek gerekirse doğa bilimlerinin ampirik yöntemlerinin toplum bilimlerinde kullanılabileceğini savunan, bilim felsefesinde egemen yeri olan bir felsefedir.
Pozitivistler; fizik, kimya ve biyolojinin doğa güçlerinin etkilerini çözümlemelerini örnek alarak, toplumsal gelişimi açıklamak için de aynı metodolojinin kullanılabileceğini savunurlar. Onların bahsettiği “metodoloji” tek geçerli ve doğru bilgi biçimi olarak gördükleri ampirizmdir.
Pozitivizm, ampirizm kavranmadan anlaşılmaz. Çünkü aynı ontolojiyi esas alırlar ve pozitivizmin epistemolojik kökeni de ampirizme dayanır. Kısaca vurgulamak gerekirse; pozitivizm de dünyanın ve toplumların “farklılaşmamış derinsizlik”, “sürekli bağlantılı deney ve atemistik olaylardan” oluştuğunu varsayar. Toplumlar, gözlem ve deneyim aracılığıyla öğrenilebilecek, doğrulanan dışsal bir gerçeklik olarak ele alınır.
Pozitivist açıklama anlayışı, Hume’cu nedensellik anlayışına dayanır. Buna göre bir olayın açıklaması onun bir düzenliliğin örneği olduğunu göstermekten ibarettir. Nedensellik ve açıklamanın yerine düzenlilik savunulur. Gözlenemeyen şeylere ait tüm kavramlar reddedilir.
- yüzyılda tekniğin ve modern bilimsel (formal) mantık kavramlarının gelişmesiyle pozitivistler bu savunularına daha çok bağlanıp, ısrarcı olmuşlardır.
Bilimsel teori pozitivistler için, “doğruluk ve yanlışları sistematik gözlem ve deney yoluyla değerlendirilebilen, oldukça genel, evrensel ifadeler dizisinden oluşur.” (Keat R, Urry J. 1994-20)
“Bütün x’ler için, eğer x P’ye sahipse Q’ya da sahiptir” formundaki önermeler pozitivistlerin yasa önermeleridir. Bu yasa önermesi yakından incelendiğinde nedenlerin açıklanmasından çok uzak olduğu, salt betimleyici olduğu görülür. “Tüm gezegenler eliptik yörüngelerde hareket ederler!” “Hiçbir zorlamaya maruz kalmayan tüm nesnelerin hızı sabittir” (age, 20-21) önermelerinde de görüldüğü gibi görüneni önerme halinde ifadelendirmiş olmayı “bilimsel” saymaktadırlar. Bununla birlikte yasa önermeleri, evrenselleştirilerek verilse de hiçbir “zorunluluk formunu” ifade etmemektedir. Yasaların doğruluğu ve yanlışlığı da ancak ampirik araçlarla bilinebilir.
Doğruluk ve yanlışlığın ancak ampirik araçlarla ortaya konabilmesi gözlemlenecek olay sayısının sonsuz oluşuyla tam bir handikaba dönüşmektedir. Pozitivistler bu handikaptan kurtulmak için “doğrulayıcı” ve “yanlışlayıcı” yaklaşımların yardımıyla ampirik kanıtları kullanırlar. Pozitivistler bu yöntemleriyle, bilimde nesnel gerçekle uyumu değil, teorilerinin iç tutarlılığını önemsemiş olmaktadırlar. Bu yaklaşım 20. yüzyılda mantıkçı pozitivizmle büyük bir güç kazanmıştır.
Mantıkçı pozitivist Carl Gustave Hempel’in Dedüktif-nomolojik (tümdengelim-numolojik) modelinin temel yanı, tümevarım yoluyla ulaşılmış düzenlilikleri bilimsel açıklama için ilk öncül olarak saptamış olmasıdır. Tümevarım, sonsuz olgu ve olayın arasından öznel bir seçmecilikle genelleştirilmiş sonuçlar oluşturmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. (Engels, Doğanın Diyalektiği çalışmasında “tümevarım dolandırıcılığını” örnekleriyle açıklar. Hegel’in “tümevarım sonuçlarının şüpheli olduğu tezini tekrarlar. F.Engels, 1975, s. 268-270)
Gustave Hempel’in modeli “döngüsel ve aynasal bir yapı” varsayar. Döngüseldir, çünkü tümdengelim temel alınarak yapılan açıklamanın ilk öncülüne tümevarımla ulaşılan düzenlilik yerleştirilir. Aynasaldır, çünkü; sırasıyla tümevarım ve tümdengelim süreçlerinden geçen ampirik nesne sürecin sonunda yine kendisine tekabül eder. (Yazıcı J., Teori ve Politika 74; s. 25)
Bu döngüsel ve aynasal yapı pozitivizmin, dünyaya bakan bilim insanının duyumlarından başka bir şeye ihtiyaç duymamasıyla öznelcidir. Deney ve gözlemler, sanki bilim insanının kafasında hiçbir teori ve düşünce yokmuş gibi yapılmakta ve sonuçlandırılmakta gibidir.
Her şeyde deney ve gözleme dayanan pozitivistler, gözlenemeyen şeylere dair kavramları reddederler. Bilimsel teorilerde kullanılan; elektrik, manyetik, yerçekimi, moleküller, atomlar, genler, virüsler, kinetik, kütle çekim, artı değer, parçacık gibi terimlerin veya teorik bütünlüklerin çoğunun gözlenenlere işaret etmediği belirtilerek, kendi bilimselliklerinin gözlem ve deney kriterine uymadığını vurgularlar. (Keat R, Urry J.; 1994; s. 25)
“Bu durumda, örneğin kütleçekim kanunu ele alınacak olursa, Hume için bilimin ‘metafizik’ bir kütleçekim kanunu yerine, yüksekten bırakılan bir cismin her seferinde yere çarpmakla sonuçlandığını bildiren bir düzenliliğe ihtiyaç vardır ve ötesi gereksizdir.” (Yazıcı, J, agy)
Pozitivistler, bilimdeki her türlü teolojik, metafizik, ahlak vb. entelektüel etkinlikleri ayırmayı hedeflediklerinden onlar için teorik terimler sorun olarak ortaya çıkar. Pozitivist için önermenin doğruluğu veya yanlışlığının tek kanıtı gözlemlenebilir oluşudur.
Tümevarımcı yaklaşımla paralellik arzeder bir biçimde, pozitivistler için bilim sürekli bir birikim sürecidir. Buna göre, “bilimde zamanla artan bir kesinlikle daha çok olgu keşfedilir, böylece teoriler daha genel ve evrensel bir kimliğe kavuşurlar.” (Keat R., Urry J., 1994-32)
Bilime dair ikinci bir anlayışsa yine içinde ilerlemeyi barındıran hipotetiko-dedüktif anlayıştır. “Bilim tarihi, gözlem ve deney yoluyla gerçeklenemeyen hipotezlerin terkedilme tarihidir.” (agy) Her iki yaklaşım da insan bilgisinin gelişimini, “teolojik, animist veya metafizik açıklamalara karşı bir zafer” olarak görür.
“İstikrarın ve Toplumun Yeniden İnşası”
Pozitivizmin “sosyolojik bir hareket olarak” (Swingewood; 2010, s. 33) ortaya çıkışını Comte’dan önce aynı zamanda hocası olan Saint Simon’a bağlamak yanlış olmaz. Saint Simon, toplumu organik bir bütün olarak tanımlamış ve “sosyal fizik”, “sosyal psikoloji” kavramlarını ilk olarak kullanmıştır. Saint Simon’a göre, toplumsal bütünlüğün düzenli işleyişinde, bilim, merkezi bir önemdedir.
Saint Simon; Fourier, Owen gibi ütopik sosyalistler arasında sayılır. Marks ve Engels, Komünist Parti Manifestosu’nda ütopik sosyalistler için şu belirlemeyi yaparlar;
“Sınıf karşıtlığı, sanayinin gelişmesiyle uygun adım geliştiğinden proletaryanın kurtuluşunun maddi koşullarını bulamaz ve bu koşulları yaratacak bir toplumsal bilim, toplumsal yasalar ararlar. Toplumsal faaliyetin yerini onların kişisel yaratıcı faaliyeti, kurtuluşun tarihi koşullarının yerini onların kafalarında yarattıkları koşullar, proletaryanın adım adım sınıf halinde örgütlenmesinin yerini de bu mucitlerin kendi kafalarında özel olarak bulup çıkardıkları bir toplum örgütlenmesi alacaktı. Gelecek dünya tarihi bunların gözünde kendi kafalarındaki toplum planlarının propagandası ve pratik uygulamasından ibarettir. Planlarında özellikle en çok acı çeken sınıf olarak çalışan sınıfın çıkarını savunduklarının gerçi bilincindedirler. Proletarya onlar için sadece bu acı çeken sınıf özelliğiyle vardır.” (Marks-Engels; 2014, s. 66-67)
Ütopik sosyalistler, tüm toplumun mutlu sona doğru ilerlemesini sağlayan akla uygun planlamalar yapan bir bilimden bahsetmekteydiler. Aydınlanmacılığın yön verdiği bu görüşte, toplumsal sınıf ayrımı olmadan özellikle de içinde bulunulan toplumun kendisinde en yaratıcı ve yönetme yeteneğine sahip olan sanayicilerin önderliğine özel bir yer verilir. Çünkü, bilim bunu gerektirmektedir. Marks/Engels’in de vurguladığı gibi ütopik sosyalistlerin takipçileri bu fikirlerden hareketle toplumu belli kalıplara sıkıştırarak, çağdaşlık, ilerleme vb. mitlerle “gerici mezhepler” oluştururlar.
Saint Simon’un sekreterliğini yapmış olan Comte, bilime ve teknolojiye duyduğu inanç ile toplumu “farklı ve statik toplumsal zümrelerden oluşan, organik, uyumlu bir bütün olarak” ele alışından harmanlanan sosyoloji bilimini kurmuştur. (Swingewood A., 2010, s. 41) Comte’un pozitivizmi; “istikrarın ve toplumun yeniden inşasının” bilimidir. Toplumların sürekli ilerleme halinde olduğunu savunan Comte, Ortaçağ sonrasında eski geleneklerin yıkılmasıyla anarşi ve savaşın hüküm sürmeye başladığını ve bunlarla mücadele içinde yeni toplumu kuracak olanın da yeni bilim olduğunu savlar.
Comte, toplumların ve insan düşüncesinin gelişimini kendisine ait “3 Hal Yasası” ile açıklar. Buna göre toplumlar 3 temel evreden geçerler:
“1-Teolojik Evre: Bütün doğal fenomenler ve toplumsal olaylar doğaüstü güçlere ve ilahlara göre açıklanır ve Hıristiyanlık’taki kadiri mutlak Allah anlayışında doruğa çıkar.
2- Metafizik Evre: Soyut ve hatta doğaüstü güçler halen açıklamaların temel kaynağını oluşturur, ancak onlar, geçmişin kaprisli tanrılarından daha istikrarlı ve sistematiklerdir.
3- Pozitif Evre: Düşünceler ve açıklamalar spekülasyonlara değil bilime, soyut felsefeye değil ampirik deneylere dayandırılır. Sadece böylece dünya gizemlerinden arınacak ve gerçeklik doğru olarak ortaya çıkacaktır.
Comte’un parolası “Düzen ve ilerleme”dir. Düzenin olabilmesi; sınıfsal çelişkilerin yok sayılmasına, ilerlemenin olabilmesi; tüm toplumun ampirizme dayanan bilimlerine uymasıyla sağlanacaktır.
“Pozitif anlayışın egemenliğinde… artık toplumun bağrında sürekli bir yara olarak kalan ve basit politik önerilerle çözülemeyecek bütün güç ve hassas sorunlar bilimsel yollarla kestirilebilir ve bu da toplumsal barışın ilerletilmesine hizmet edebilir… Pozitif anlayış, iflah olmaz politik kötülüklerden akıllıca geri duracak düzeydeki rasyonel gelişme sayesinde, düzeni sağlamlaştırmaya eğilimlidir. Gerçek bir geri durma… her türlü doğal fenomenin değişmez doğa yasalarıyla derinden bağlı olduğuna dair bir anlayıştan doğabilir. Bilimin ilaç olamayacağı politik kötülükler varsa, bilim bize en azından, doğa yasaları gereği çaresi olmayan bir şey olduğu inancıyla ve böylece çektiğimiz acıların getirdiği huzursuzluğumuz dinsin diye bunlara çare bulunamayacağını kanıtlar.” (Comte’dan aktaran Swingewood A.; 2010; 44)
Bu alıntıda pozitivizmin, burjuvazinin bilimcilik ideolojisinin de temelini nasıl oluşturduğunu görüyoruz. Pozitivizmin; gözlem ve deney yoluyla yasalar oluşturabileceğinin varsayılması kadar ayırt edici bir özelliği de “kestirilebilirlik”tir. Bilime kestirebilirlik yani tahmin edebilme işlevinin biçilmesi, olgu ve olayların, toplumun bağrında ortaya çıkan “bütün güç ve hassas sorunların” üzerinde denetim kurmak, onlara dair tek söz söyleme hakkına sahip olmak demektir. Öylece bilim dışında kesin doğrulukla söz söyleyebilecek hiçbir şey olmamaktadır. Toplumsal barışın yolu, bilimsel yollarla (metodolojiyle) toplumu analiz etmektir ki, bu metedoloji de ampirizmdir.
Burjuvazi, bilimi ideoloji haline getirmiştir. Bilim, burjuvazinin yaptığı ve yapacağı her şeye “bilimsellik” adı altında garantör işlevi görmeye başlar. Toplumlar, Comte’un “bilimsel” 3 hal yasası temel alınarak ilerici-gerici, çağdaş-çağdışı şeklinde ayrılır. Emperyalizmin de “geri ülkelere” medeniyet-bilim götürdüğü “bilimsel” olarak savunulur. Burjuvazinin, “pozitif evre”nin taşıyıcısı, yaratıcısı olarak feodal sınıflara görü üstün olduğu söylenerek, gelişmiş ulus/geri kalmış ulus ayrımları yapılır. Emekçi sınıfların, toplumsal barış için tarihi ilerleten burjuvaziyle organik olarak bütünleşmesi istenir vs. Bilimin ideolojikleştirilmesinin sonucu, ihtiyaca göre “bilimsel teorilerin” üretilmesi ve yaygınlaştırılmasıdır.
Bilim, “insanın günlük yaşantılarında” da (Comte) uygulanır. Bir kontrol aracı olarak bilim, insanların yemesi, içmesi, gezeceği yerler, aile ilişkileri… Kısaca akla gelebilecek her konuda da devreye girer. Her şey bilimsel olarak kabul edilir veya reddedilir. Bugün bilimsel olarak doğru bulunan yarın yine bilimsel olarak, elde edilen yeni bulgulardan dolayı reddedilebilir vs.
Özcesi pozitivizm, bilimin ideolojikleştirilerek politikadan, ekonomiye, tarihe ve günlük yaşama hakim kılınmasıdır. Bu da toplumlara, sınıflara göre bilimin “yasalarının” değiştiği sonucuna götürür. Bu da idealizmdir. Çünkü bilimin yasaları nesneldir, kesindir.
Marksizmin pozitivist yorumu
Pozitivizm, Marksizmin yorumlanmasında en yayın olan burjuva felsefelerinden biridir. Marksizm’in bilim-felsefe-politika bileşenleri arasındaki ayrımı bulanıklaştırarak, her birini diğerinin yerine geçiren, özellikle bilimin ideolojikleştirilmesiyle politikanın darlaşıp, katılaşmasına yol açan bir niteliktedir.
Pozitivizmin, Marksizm’in yorumlanmasında etkili olmasının sebebi, burjuvazinin “ev felsefesi” olmasıdır. Yani burjuvazinin egemenliğini restore ederken ortaya çıkması, gücünün kaynağını oluşturmaktadır.
Marksistlerde pozitivizm hakim olduğunda ne gibi sonuçlar çıkar? Bu sorunun cevabı, TDH’nin farklı bileşenlerinin yayınları biraz dikkatle irdelendiğinde rahatlıkla verilir. En sık görüleni bilimin politikanın yerine ikame edilerek birçok politik sorumluluktan kurtulmaktır. “Bilimsel olarak” ifadesi, politik mücadeleden, ezilenlerin farklı kesimleriyle ilişkilenmeden kaçışın adı haline gelir. Bilimselliğin bu özneleştirilmesi ya tutarsız ya da katılaşmış donuk bir çizgiye yol açabilir.
Burjuvazinin bilimi ideolojikleştirerek, “an”a indirgediğini vurguladık. Marksizm’in pozitivist yorumu da öyledir. Bakılan her “an”da bilim görülmek istenir. Bilimsel yasanın, bakılan her olguda, yapılan deney ve gözlemlerde ortaya çıkacağı, sonuç vereceği varsayılır. Böylece an-süreç ayrımının yapılamamasının yanında, deney ve gözlemlerin öznel yanları da görülmüyor.
Bu yanıyla örneklendirmek gerekirse; pozitivist bir Marksist tarihsel materyalizmi kanıtlamak için tıpkı pozitivist bir bilim insanı gibi tekil olgularda, yaşamın içinde kanıt arayıp duracaktır. Aslında bu Engels’in “tümevarım dolandırıcılığı” dediği, sonsuz olay ve olgu arasından öznel bir seçmecilikle genelleştirilmiş sonuçlara ulaşmaya “bilim” denmesinden başka bir şey değildir. Aynı olaylara bakıp bir Marksist de bir anti-Marksist de kendi teorisinin [kendi, yani öznelci] kanıtını bulacaktır.
SSCB’ye bu tarz bir seçicilikle yaklaşan pozitivist bir Marksist, sosyalizmin zorunluluğu için yeterince kanıt bulabileceği gibi anti Marksist bir pozitivist de sosyalizmin neden yaşayamayacağına dair onlarca kanıt ileri sürebilir. Pozitivizmin, doğrulamacı ve yanlışlamacılarının her ikisi de yaşamın içerisinden kanıt bulmakta ve bu kanıtlar arasında bağ kurup genelleştirmekte hiç zorlanmazlar. Bu genelleştirmeler de bilimsel teori sanıldığı için, “teoriye” her gün yeni bir şeyler katılabilir veya çıkarılabilir. İhtiyaca göre “bilim”in üretilmesi böyle gerçekleşir.
SSCB’nin değerlendirilmesinden devam edelim. Tarihsel materyalizme göre, tarihin motoru üretici güçlerdir. Üretici güçler, emek gücü ve üretim araçlarından (hammadde, çalışma aletleri) oluşur. Tarihsel materyalizme göre, kapitalist üretim tarzında üretici güçler son sınırına kadar gelişmeden sosyalizme geçiş olmaz. Fakat tarihin farklı an’larına bakıldığında çeşitli sosyalizm örneklerinin “üretici güçlerin son sınırına kadar gelişmesi zorunluluğu” koşulu gerçekleşmeden ortaya çıktığı görülür. Gramsci’nin “Kapital’e Karşı Devrim”, Kautsky’nin “erken doğum” dediği Rusya’daki Ekim Devrimi bu “an”lardan birine örnektir.
Gramsci de, Kautsky de yorumlarında yanılmaktadırlar!
Gramsci, SSCB’nin kurulmasıyla, aslında toplumbilimlerinin doğadaki gibi “katı” olamayacağı, esneyebileceği noktasına gelmiş olmaktadır. Böylece toplum bilimleri ve doğa bilimlerini birbirinden ayırır. Oysa bilim, hangi dalda hangi alanda olursa olsun yasalıdır ve deterministtir. Bunun dışında her savunu bilimi bilim yapmaktan, dünyayı da bilinebilir saymaktan vazgeçiş demektir. Öznelciliğin kendini gösterdiği yer de burasıdır.
Kautsky ise, politikanın yerine tüm yasallığı ile bilimi ikame eder. Yani üretici güçlerin henüz yeterince gelişmediğini dolayısıyla “bilimsel olarak” bunun beklenmesi gerektiğini söyler. Yani “an”daki politikaya (şimdiye) indirgenmeye çalışılması bu yaklaşımın handikabı olarak ortaya çıkmaktadır. Bunun beslendiği yerin Hegel’in idealizmi olduğu açıktır. Sürecin en başında var olan Tin’in (belirlenmiş ilkenin/yasanın diyelim) tarihin her anında, amaçlı olarak kendini gerçekleştirmesi ve sonuçta yine mutlak’a ulaşmasıdır söz konusu olan!
Lenin ise Rusya devrimini ne Kautsky gibi zamansız ne de Gramsci gibi Kapital’e karşı devrim olarak görmüştür. Lenin, ezilen ve sömürülenlerin öncü müfrezesi olan Komünist Parti’nin lideri olarak; politik olarak oluşan durumu, ezilenlerin Lenin’e iktidarı ele geçirme hedefiyle sonuna kadar kullanmıştır. Üretici güçlerin son sınırına kadar geliştirilmesinin sorumluluğunu da yeni iktidarın görevi olarak görmüştür.
Özcesi, pozitivizm Marksizm’de özellikle politikanın daraltılması veya “tarihin akışının doğal haline bırakılması” savıyla kendiliğindenciliğe düşme şeklinde sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Daraltma işlemi, “bilimsel olarak tarihi ilerletecek tek sınıf olan proletarya” dışında ezilenlere ve onların hareketlerine kör-sağır-dilsiz kalınmakta ve hatta “gericilik”, “tarih dışılık”, “karşı devrimcilik” olarak suçlanarak reddedilmeleri şeklinde yaşanmaktadır.
Bu akımların hepsiyle mücadele, burjuva ideolojisinin Marksizm kılığıyla karşımıza çıkmasına hazırlıklı olmakla yani teorik-politik mücadelede ustalaşmakla gerçekleşir.
Kaynakça
Engels F., 1975; Doğanın Diyalektiği, Sol Yayınları
Keat R., Urry J.; 1994; Bilim Olarak Sosyal Teori, İmge Yay.
Marks-Engels; 2014; Komünist Manifesto, Umut Yay.
Slattery M; 2011; Sosyolojide Temel Fikirler, Sentez Yay.
Swingewood A.; 2010; Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, Agora Kitaplığı