Emperyalist-kapitalist sistemin krizi sürüyor. Egemen sınıflar bu krizin yükünü işçi ve emekçilere yüklemek için sömürüde, baskı ve zulüm politikalarını uygulamada sınır tanımıyor. Bu karşı devrimci saldırıların, anti-demokratik uygulamaların etkileri, emperyalist merkezlerde ve bağımlı ülkelerde farklı düzeylerde hissedilse de, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı bütün çıplaklığıyla orta yerde duruyor.
Bu nesnel tablo, dünyadaki başlıca çelişmeleri yani emperyalizmle ezilen uluslar, halklar, proletarya ile burjuvazi ve emperyalistler arasındaki çelişkileri daha da görünür hale getiriyor. Diğer bir ifadeyle dünyada, ezilen ulus ve halklara karşı emperyalist saldırganlık artıyor. Pazarların yeniden bölüşülmesi için yapılan hazırlıklar giderek hız kazanıyor.
Tüm bu saldırılara karşı enternasyonal proletarya, ezilen uluslar ve halklar dünyanın farklı coğrafyalarında direniş mevzilerini kazmaya, anti-emperyalist, anti-faşist cepheler oluşturmaya çalışmaktalar. Tarihi koşullar, enternasyonal proletaryaya, ezilen ulus ve halklara, emperyalizme, faşizme ve her türden gericiliğe karşı birleşik mücadelenin zorunluluğunu emrediyor. Şu açık ki, nesnel gerçekliğe uygun bir duruş, yeni kazanımlara, başarılara yol açacaktır. Tersi bir duruş ise yıkımı daha da derinleştirecektir.
Yaşadığımız coğrafyadaki tablo, dünyadaki tablodan bağımsız değildir. Derinleşen ekonomik kriz, artan yoksulluk, işsizlik, geniş yığınlarda mevcut iktidara karşı büyük bir öfke birikimine yol açmış durumdadır. Egemen sınıf klikleri arasındaki iç iktidar mücadelesi, seçim süreciyle birlikte daha bir keskinleşti. İki burjuva kliğin ortaklaştığı ana noktalardan biri de ezilen yığınların biriken bu öfkesini parlamento koridorlarında tüketmek ve mevcut düzenin devamını sağlamaktır. Yani sistemin varlığının korunması egemen sınıf kliklerinin ortak kaygısı; kendi aralarında çıkardıkları gürültünün nedeni ise kimin pastadan daha fazla pay alacağı kavgası.
Bugün iktidar koltuğuna oturan AKP-MHP’nin Cumhurbaşkanlığını, Mecliste çoğunluğu sağlamayarak muhalefet konumuna düşmesi, TC devletinin faşist niteliğinin değişerek demokratikleşmesi anlamına gelmez. Gerçek manada demokrasinin tesisi bir devrim sorunudur. Dolayısıyla egemen sınıf klikleri arasındaki iç iktidar mücadelesinde, iktidarın el değiştirmesi, baskı ve sömürü düzeninin son bulması anlamına gelmez. Söylemler belli farklılıklar içerse de, uygulamalar esas olarak devam eder. Seçim sürecinde egemen sınıf sözcülerinin yürüttükleri şu propagandalar tamda bu gerçeğe işaret eder.
İktidardaki faşist klik daha çok İHA, SİHA’lardan, savaş gemilerinde söz ediyor. Yani militaristleşmenin propagandasını yapıyor. Bu saldırganlık politikalarına meşruluk kazandırmak için gece- gündüz düşman yaratmakla meşgul.
Peki “Millet İttifakı” denilen diğer burjuva kliğinin bu militaristleşme politikalarına bir itirazı var mı? Tabi ki hayır! Bilakis militaristleşme politikalarının sürdürülmesi konusundaki kararlılıklarını her fırsatta dile getiriyorlar.
Açık olan şu ki, TC’nin sınırlı ekonomik kaynaklarının silahlanma alanına yönelmesi demek; mevcut yoksulluk ve sefaletin daha da derinleşerek sürdürülmesi demektir. Halktan toplanan vergilerin silah tekellerinin hizmetine sunulması, işsizliğin, yoksulluğun, haksız savaşların yaratmış olduğu yıkımın daha da derinleşmesi demektir. Yanıbaşımızda süren bölgesel savaşların yol açtığı sonuçlara bakalım; kazanan silah tekelleridir. Yoksullaşan, yerinden-yurdundan olan, göç yollarında ölen ise halklardır.
Evet, tarihi tecrübeler, büyük yıkımlara yol açan dünya savaşlarının, kapitalist- emperyalist sistemin içine girmiş olduğu bunalım sonucu olduğuna işaret eder. Hiç kuşkusuz krizleri, haksız savaşlarla aşmaya çalışanlar, yeni krizlerin, haksız savaşların temel taşlarını örüyorlar. İçine düştükleri ekonomik ve siyasi krizleri aşmak için silahlanmaya yönelenler, işgalci, çatışmacı politikalarda ısrar ederler. Bu karşı devrimci saldırganlık politikalarının karşılığı bugün ortaya çıkan tablodur. Diğer bir anlatımla sistemin militaristleştirilmesi konusunda “Cumhur İttifakı’yla” yarışan “Millet İttifakı” işçilere, emekçilere, Kürt ulusuna, kadınlara, eşit ve özgür bir yaşam sunamaz. Bu nedenle alanlarda demokrasi ve özgürlük adına sarf edilen her söylem sahtedir. Çünkü, sorun sistem sorunudur. Ve asıl hesaplaşılması ve yıkılması gereken bu burjuva-feodal egemenlik sistemidir.
Devrimci iyimserliğimiz, zorlukları aşmada fenerimiz
Bu zorlu ve engebeli yolda yetersizliklerimizle, zayıflıklarımızla birlikte yürüyoruz. Ve tarihi tecrübelerin tanıklığından hareketle şunları söylüyoruz:
Koşullar ne kadar zor olursa olsun her zaman devrimci iyimserliğimizi korumalıyız. Bu bakış açısı bize, yaşanan tüm bozulma ve çürümelere rağmen, tarihin yaratıcısı olan halka duyduğumuz güvenin sarsılmasını önler. İleriye doğru atılan her adım, kazanılan her başarı zafere olan inancımızı pekiştirir.
Geçmişin verimsiz tartışmaları içinde zamanı tüketme yerine, geleceği kazanmak için yoğun bir emek seferberliği içine girmemiz gerekir.
Tabi ki, tüm bunların temelinde ideolojik duruşumuz yatıyor. Proletaryanın ideolojisi her türlü yozlaşmayla mücadelede, zorluklarla savaşmada sahip olduğumuz- olacağımız en güçlü silahtır. Değişim ve dönüşümde, işçi sınıfı ve geniş halk yığınlarını örgütleyip harekete geçirmede, asıl belirleyici olan bu silahı kullanma yeteneğimizdir; silahla bütünleşmede doğan gücümüzdür. Proletarya ideolojisi, enternasyonal proletaryanın tarihsel mücadelesinin ürünüdür. Ve sürekli gelişme içindedir. Dolayısıyla proleterleşmek, mücadelede ve gelişmede sürekliliği, inceleme ve araştırmada derinliği zorunlu kılıyor. Bu temelde şekillenmenin olduğu yerde yürüttüğümüz mücadelenin enternasyonalist karakterini kavramada, devrimimizin dünya devriminin bir parçası olduğunu anlamada zorluk çekmeyiz. Bulunduğumuz her alanda ezilenlerin haklı ve meşru mücadelelerine kayıtsız kalan değil, mücadele eden oluruz. Proleter duruşun tarihsel anlamı da budur.