Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananlar yatışacak gibi gözükmüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Bahçeli’nin demeçlerinden, hükümetin sertleşme çizgisini sürdürmek istediği anlaşılıyor. Olayların yayılma ve yaygınlaşma potansiyeli var.
Ortadaki güç dengesi eşitsizliği düşünüldüğünde önümüzdeki günlerin çok hoş olmayan gelişmelere gebe kalacağını tahmin etmek zor değil. İktidar, ‘kaybetmemek’ açısından konuya yaklaşıyor ve ‘kaybetmemek’ için de elindeki tüm zor araçlarını harekete geçirecek gibi duruyor. Böyle bir ortamda ümit edilecek tek şey aşırı şiddet gösterilerinin yaşanmaması.
Oysa tarihi deneylerden bildiğimiz, çatışma ortamının yarattığı gerilimlerin belli körlükler yarattığı, sağduyulu ve sakin düşünmeyi engellediğidir.
Şu anda hükümet cephesinde, sağduyulu ve sakin düşünme yeteneğinin kaybedilmekte olduğunu gözlemek mümkün. Konuya “ya hep ya hiç” perspektifinden yaklaşıyorlar.
Siyasetin doğasında olan pazarlık, görüşme veya kararlarda değişiklikler, iktidarlarını kaybetmekle sonuçlanabilecek tavizler olarak anlaşılıyor.
Bu nedenle çatışmayı tırmandırmaktan kaçınmayacaklar gibi…
Gelişmeleri, politikanın giderek ortadan kalkması olarak okumak yanlış olmayacak. “Politikanın ortadan kalkması” ifadesinin ne anlama geleceğini düşünmek bile istemem.
Hükümete karşı direnen çevreler acaba gelişmeleri doğru okuyorlar mı? Hükümetin tutumunun muhtemel sonuçları üzerine aklıselim düşünüyorlar mı?
Muhtemel doğru okuyor, doğru düşünüyorlardır.
Ama ben bir endişemi dile getirmek istiyorum.
Endişemin kaynağı benim kuşağım. Onlar, Boğaziçi öğrencilerini haklı olarak büyük heyecanla destekliyorlar. Ve gelişmeleri kendi yaşadıkları ile kıyaslıyorlar. Desteklerinin bu denli heyecanlı olmasının bir nedeni de bu. Boğaziçi gençlerinde kendi gençliklerini görüyorlar gibiler. Biraz nostalji…
Elbette şu anda olanları geçmişle kıyaslamada hiçbir mahsur yok. Hatta yapmakta da büyük fayda var. Fakat ben şu anki gelişmelerle bizim yaşadıklarımızın arasındaki benzerliklere değil, aradaki büyük bir farka dikkat çekmek istiyorum.
1960 ve 70’li yıllarda yaşanan, toplumun kenarlarından başlayan bir radikalleşme idi. Bu radikalleşme, muhtemel bundan çıkarı olan çevrelerce de tahrik ve teşvik edildi. Ama sonuçta çevrede başlayan ve oradan merkezi kuşatmaya doğru giden bir radikalleşme söz konusu idi. Yani deyim yerindeyse, toplum çevreden merkeze doğru çatlıyordu. Çatlama önce öğrenciler arasında sağ-sol çatışması biçiminde kenar sayılabilecek yerlerde başladı. Ama daha sonra yavaş yavaş toplumun geleneksel fay hatlarına sirayet etti.
Çatışma ve çatlamanın gelişmesinden fayda umanların bu geleneksel fay hatlarını kaşıdıklarını eklemeye gerek yok.
Bu nedenle o yıllarda, toplumun giderek bir iç savaş ortamına sürükleniyor olduğundan söz ederdik.
Oysa şu anda yaşanan tam tersi bir durum gibi geliyor bana.
Şu anda yaşanan, çevredeki hareket veya hareketlerin iktidarı dışardan kuşatması değildir. Yaşanan çevre değil, doğrudan merkezin radikalleşmesidir. Bu fark son derece önemlidir. Almanya’da Nazizm’in, radikal bir çevrenin merkezi kuşatması ile değil, merkezin kendisini radikalleştirmesi ve ‘aşırılaştırması’ ile iktidara geldiği söylenir. Bugün Türkiye’de de yaşanan budur.
Merkez, giderek radikalleşen milliyetçi tercihlerle, toplumu radikalleşmeye itiyor.
Radikalleşme şimdilik güvenlik politikaları ve basın üzerinden yapılıyor. Yandaş basın organlarında birtakım akademisyenlerin isimlerinin yayınlanması tesadüf değil.
Merkez radikalleşmesini, “yandaş tabanını” sokağa dökme aşamasına geçirir mi bilemiyorum. Ama yaşananları, toplumu tepeden çatlatmak girişimi olarak okumak yanlış olmaz.
Eğer yaşanan merkezin radikalleşmesi ise, yapılması gereken, merkezin toplumu ‘çatlatma’ girişimine tavır almak ve buna karşı toplumu dikebilmektir.
Gülünesi biçimde, toplum olarak “bizi bölmek ve parçalamak isteyenlere karşı” direnme çağırısı yapmak gerekiyor.
Bunun için ise, “biz”in ne olduğu ve bizi toplum yapan şey veya şeylerin ne olduğu üzerine düşünmemiz gerekiyor.
Yeni anayasa tartışmaları ile Boğaziçi’nde yaşananlar arasındaki bağ da burada… MHP lideri sayın Bahçeli, yeni hazırlanacak anayasanın “Kurucu değerlere yaslanan, kuruluş felsefesini benimseyen” bir anayasa olacağını söyledi.
Şüphe yok ki, iktidar ortakları Boğaziçi’ne nizam vermek isterken ve yeni anayasa hazırlarken kendi kuruluş felsefelerine uygun davranıyorlar.
Eğer, merkezin radikalleşmesine ve toplumu çatlatma girişimine karşı toplumu çıkartacaksak, kendimize sormamız gereken soru şu: Bu toplumun kurucu felsefesi ne veya ne olmalıdır? İktidarınkini biliyoruz da bizimki ne ki?
Yeni bir kurucu felsefe geliştiremezsek ne kendimizi toplum olarak tanımlayabilir ne de ne merkezin radikalleşmesine tavır alabiliriz.
Ama eğer 60-70’li yıllarla bir başka kıyaslama daha yapabilirsem şunu söylemek isterim: 70’li yıllarda kazanma şansımız yoktu. Ama şimdi var. Çünkü kazanan toplum olacaktır. (Kaynak: Gazete Duvar, 5 Şubat 2021)
*Prof. Dr. Clark Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Görevlisi