Koronavirüs salgını gerek dünya çapında ve gerekse de ülkemizde sınıfsal eşitsizliği artırmış görünüyor. Bu gerçeklik çeşitli araştırmalarla ifade edilmektedir. Örneğin Oxfam’ın yeni yayınlanan Covid19, “eşitsizlik virüsü” başlıklı yıllık raporuna göre dünya genelinde ekonomik eşitsizlik pandemi döneminde daha da artmış durumda.
Raporda “En fakir insanların ekonomik etkilerden kurtulmasının on yıldan fazla zaman alması beklenirken, dünyanın en zengin 1000 insanı, sadece dokuz ay içinde salgın öncesi refah düzeylerine geri döndü” denilmektedir. Aynı raporda şu dikkat çekici tespitte yapılmaktadır: “Dünyadaki en zengin 10 kişinin 9 aylık servet artışıyla tüm dünyanın aşılanması mümkün.”
Kısacası virüs salgını önlenebilir bir tehdit olmaktan öte hakim sınıflar tarafından kendi sınıfsal çıkarları için alabildiğine kullanılmıştır ve kullanılmaya da devam etmektedir. Bu olguyu virüs salgını sırasında Türkiye’de yaşananlarla özetleyebiliriz. Hatırlanırsa salgın başlangıcında R.T.Erdoğan “salgını fırsata çevirmek”ten bahsetmiş ve bu politikasını salgın boyunca ısrarla sürdürmüştü. Diğer bir ifadeyle insanlığın kapitalizmin aşırı kâr ve sömürü hırsının doğaya yönelik müdahalesinin bir sonucu olarak karşı karşıya kaldığı bir sağlık sorunu, “fırsat” olarak görülmüştür.
Elbette bu yaklaşımın “insani” bir yönü bulunmamaktadır. Ne var ki R.T.Erdoğan kendi temsilcisi olduğu sınıfların çıkarlarını savunmaktadır. Ve bu sınıfların çıkarları insani değildir. İşte tam da bu nedenle içinde yaşadığımız koşullarda insan kalabilmenin tek yolu, insanlık dışı bu sisteme karşı mücadele etmekten geçmektedir. Her sınıf kendi çıkarları açısından sürece ve meselelere yaklaşmakta, bu çıkarlara hizmet eden politikaları hayata geçirmektedir.
Hatırlanırsa salgın başlangıcında “çarklar dönmeli” denilerek işçi sınıfı salgın koşullarında çalışmaya zorlanmış ve patron örgütlerinden yapılan açıklamalarda işçi sınıfının toplama kamplarına benzer “üretim tesisleri”nde çalıştırılması önerilmiştir.
AKP-MHP tarafından “salgınla mücadele” adı altında açıklanan paketlerden patronlara teşvik, işçi sınıfı ve emekçi halktan banka hesabı verilerek para yardımı istemek çıkmıştı. “Salgınla mücadele” adı altında işten çıkarma yasağı yerine “ücretsiz izin” uygulaması başlatılmış, bu ise salgın döneminde patronlar tarafından tam bir silah olarak kullanılmıştır.
“Sözde” işten çıkarma yasağına karşın “ücretsiz izin” adı altında, 39 liradan 47 liraya “yükseltilen” brüt günlük ücretle fiilen işten çıkarılan işçilerin sayısı 2.5 milyona yaklaşmış bulunmaktadır. İşsizliğin oldukça yüksek olduğu koşullarda bu rakam oldukça önemlidir. Nitekim salgının ağır koşulları altında geçen 2020 yılında işsizlik yüzde 12.7 olarak ölçülürken, genç nüfusta işsizlik oranı yüzde 24.9’ları bulmuş durumdadır.
Hakim sınıfların “mücadele farkındalığı”: İşçi sınıfına ve halka saldırı!
Salgınla birlikte derinleşen ekonomik kriz, rejimin hakim sınıfların çıkarlarına göre politikaları hayata geçirmesine neden olmaktadır. AKP iktidarı uzunca bir süredir başta TÜSİAD’ın çıkarları olmak üzere, MÜSİAD ve TOBB’da kendilerini ifade eden patronların çıkarları doğrultusunda hareket etti. MÜSİAD ve TOBB’da temsil olunan patronlara kıyak için genel olarak başvurduğu yöntem, düşük faize dayalı bol kredi, yandaşları gözeten ihale ve teşvikler, “savunma sanayi” adı altında doğrudan akraba şirketlerinin işgal savaşları gerekçesiyle beslenmesi şeklinde gerçekleşti.
Ne var ki gelinen aşamada Merkez Bankası rezervlerinin tükenmesi, dış borç krizinin kapıya dayanması ve enflasyonun yüksekliği bu politikayı sürdürülemez kılmış durumdadır. Nitekim Berat Albayrak’ın istifası sonrasında yapılan “ekonomide ve yargıda reform” açıklamalarıyla emperyalist mali sermayeyi ülkeye çekebilmek, döviz kurunu dizginlemek ve enflasyonu düşürmek için yüksek faiz politikasına geçilmiş durumdadır.
Bu politika esasen büyük patron örgütü TÜSİAD’ın talepleriyle örtüşmektedir. TÜSİAD “daha çok reform”, dış siyasette yumuşama, uluslararası piyasalara tam entegrasyon ve faizlerin arttırılması talebini dillendirmekte ve “güvenceli esneklik” adı altında esnek çalışmanın kural haline gelmesini istemektedir. TOBB ve MÜSİAD sermayesi ise yüksek faizden; esnaf enflasyondan ve dövizdeki gerilemeye rağmen yapılan zamlardan şikayet etmektedir.
Bu durum Türk hakim sınıfları arasında bir çatlağa işaret etmektedir. Sermayenin büyükten küçüğe doğru temsilcilerinin öncelikleri farklılaşmış görünmektedir. Varolan bu durum anlaşıldığı kadarıyla Türk hakim sınıfları tarafından görülmüş ve en azından salgının ekonomik etkileri geçene kadar “birlik ve beraberlik” görüntüsü verilmek istenmektedir.
Bu amaçla 26 Ocak günü TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB ve TESK örgütleri tarafından yayımlanan bildiride, ekonomide birinci öncelik olarak yüksek enflasyonun dizginlemesi gerektiğini açıklayarak Türkiye’de yatırım ortamının iyileşmesinin, öngörülebilirliğin artmasının ve yeni teknoloji yatırımlarını çekmenin ancak bu yolla mümkün olacağını ileriye sürmüşlerdir.
Hakim sınıflar bir yandan “reform” açıklamalarına tam destek verirken diğer yandan ise iktidardan “kamu-özel istişare sürecinin başlaması”nı talep etmektedirler.
Bildiride asıl önemli noktalardan birisi toplumda “enflasyonla mücadele farkındalığının artırılması” yani işçi sınıfı ve halkın bu saldırıya psikolojik ve siyasi olarak hazırlanması gerektiği çağrısının yapılmasıdır.
Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız gibi büyükten küçüğe sermaye sınıfının talep ve beklentilerinin farklılaştığı ve bu duruma esasen TÜSİAD’ın taleplerini karşılayacak şekilde çözüm bulunmaya çalışıldığı ve hakim sınıfların bütün temsilcilerinin en azından salgın süreci geçene kadar iradi olarak ortaklaştırılmasının hedeflendiği koşullarda, faturanın işçi sınıfı ve emekçi halka çıkarılacağı çok açıktır.
Derinleşen ekonomik krizin maliyeti halka
Türk hakim sınıflarını en azından salgının etkileri bitene kadar “birlik ve beraberlik” görüntüsü vermeye ve faturayı bir kez daha halka çıkarmaya iten neden elbette ekonominin içinde bulunduğu durumdur. Yaşanan ekonomik krize dair esnafın tahammülünün kalmadığını gösteren örnekler artıyor. Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan’ın, Türkiye Genç İş Adamları Konfederasyonu yöneticilerini kabulünde yaptığı konuşmada, “Bazı dostlar geldi, ‘Dükkânlar kapanıyor’ dedi, işte rakamlar ortada, kapanan filan yok” (22 Ocak) dediği koşullarda Cumhurbaşkanlığı Strateji Başkanlığı’nın açıkladığı rapora göre, 2020 yılında kapanan şirket sayısının bir önceki yıla göre yüzde 43.6 arttığı ifade edilmektedir.
AKP-MHP iktidarı ekonomik alanda her açıdan sıkışmış durumdadır. Bunun en yalın göstergesi bütçedir. 2015 yılında 23.5 milyar, 2019’da 124.7 milyar lira olan bütçe açığı 2020 yılında 172.7 milyar liraya kadar yükselmiş durumdadır. İşçi sınıfı ve halk çareyi borçlanmakta bulmakta, tüketici kredileri kullanımında da büyük bir artış yaşanmaktadır. Bireysel kredi kullanımı yüzde 42.7 artarken, toplam tüketici kredisi bakiyesi 673.7 milyar liraya ulaşmış durumdadır.
Ne var ki bu kredilerin geriye ödenmesinde sorun yaşanmaktadır. Bunu tüketici kredileri ve kredi kartlarında takibe giren dosya sayısındaki artıştan gözlemlemek mümkündür. Kredi borcunu ödememiş kişi sayısı tüketici kredilerinde 405 bin, bireysel kredi kartlarında 367 bin olarak belirlenmiştir. Yeni eklenenler ile birlikte toplam “borcu devam eden kişi” sayısı epeyce yükselmiş durumdadır. Tüketici kredilerinde 2.3 milyon, bireysel kredi kartlarında 2.4 milyon kişinin dosyası “takip altında”dır. Kredi borçlusu gerçek kişi sayısı toplamda 3.4 milyon düzeyine gelmiş durumdadır.
İçinde bulunduğumuz koşullarda büyük şirketlerin vergileri sıfırlanırken asgari ücretliler zam ve vergiden belini doğrultamıyor. Vergi adaletsizliği uçurumu derinleşiyor. Vergi, halka acı reçete olarak yeni zamlarla faturalandırılıyor. Son olarak “deprem vergisi” olarak konulan ve “özel iletişim vergisi” olarak tanımlanan vergi yüzde 7.5’tan yüzde 10’a çıkarıldı. Bunun anlamı halkın telefon ve interneti yüzde 33 daha zamlı kullanmasıdır.
Türkiye’de gelir eşitsizliği artmış durumdadır. En zengin % 20 ile kalan % 80 arasında gelir farkı 7.5 kata çıkmıştır. Buna bağlı olarak kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasının doğrudan sonucu olarak kişi başına en düşük gelir sıralamasında T. Kürdistanı illeri ilk sıralarda yer almaktadır. Kürt illeri katmerli bir yoksulluğun pençesindedir. Türk-İş’in “Açlık ve Yoksulluk Sınırı Araştırması”na göre Ocak ayında dört kişilik ailenin açlık sınırı 2 bin 652, yoksulluk sınırı 8 bin 638 lira olmuş durumdadır.
Bu koşullar altında patron örgütlerinin, işçi sınıfı ve halka karşı ortak hareket etmesi anlaşılırdır. Sınıf çıkarları gereğidir. “Esnek çalışma” dayatılan, Kod-29’la işten atılan ya da 1.140 TL ile ücretsiz izne yollanan işçinin, Tarım Kredi’den aldıkları kredileri ödeyemeyen ve hayvanlarına, traktörlerine haciz yağan köylünün; dükkanına kilit vurulan esnafın, işsizlikten ve yoksulluktan intiharın eşiğine gelen kitlelerin sırtına yeni vergi ve zamlarla birlikte “enflasyonla mücadelede” adı altında yeni bir reçete sunulmaktadır.
Mayalanan öfkeye, krize çareleri daha fazla saldırganlık
Hakim sınıflar bu durumun işçi ve emekçilerde derin bir öfke ve tepki yaratacağını hesap ettiklerinden “enflasyonla mücadele farkındalığının artırılması” adı altında “halkın hazırlanması”nı istemektedirler. Bunun anlamı devletin önümüzdeki süreçte iletişim ve propaganda aygıtları aracılığıyla her türden gericiliğin, şovenizmin, ırkçılığın, ataerkilliğin topluma dayatılmasına paralel faşist devlet terörünün daha da artırılmasıdır.
Nitekim bunun işaretleri fazlasıyla vardır. Boğaziçi öğrencilerinin eylemini kıramayan devlet, devreye kara propagandayı sokmuştur. Coğrafyamızın dört bir yanında ama özellikle de Kürt illerinde, her türlü açıklama, faşist polis terörüyle engellenmektedir. HDP’nin kapatılması tartışmaları devrededir. Devrimciler sokak ortasında kaçırılmakta, gözaltında kaybetme tehditleri devreye sokulmaktadır. Kadın katliamı sürgit devam etmekte, İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması tartışmaları yeniden gündeme getirilmektedir. Yalova’da Alevilerin evleri, Tokat Almus’ta köyleri işaretlenmektedir.
AKP-MHP iktidarı bununla yetinmemekte, sınır dışında da saldırgan politikasını sürdürmektedir. Neredeyse her gün Rojava’da Ayn İsa bölgesine saldırılmaktadır. Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ve Genelkurmay Başkanı Yaşar Güler, Bağdat ve Erbil’e giderek yeni saldırı ve işgal hazırlıkları yapmaktadır. Son MGK toplantısı sonrasında yapılan açıklamada, rejimin dışa yönelik işgal saldırılarına ve provokasyonlarına “kararlılıkla” devam edeceği ilan edilmiştir.
Egemenler bir yönetememe krizi içindedirler. Bunun işaretleri, hakim sınıf temsilcisi partilerinin ve oluşturdukları ittifakların durumundan da anlaşılmaktadır. AKP’nin “tek adama dayalı” sistemi kriz içindedir ve gerekli kitle desteğini kaybetmiştir. Bunu kendileri itiraf etmekte ve yeni ittifaklar, saflaşmalar gündeme gelmektedir.
AKP’nin içinden iki burjuva faşist parti çıkmış, MHP bölünmüş ve kendi içlerindeki “hesabı” sokaklarda çok iyi bildikleri yöntem olan “pusu”larda çözme derdindedir.
CHP’den Kemalist kanadın bir kesimi kopmuş, Saadet Partisi kapağı Cumhur İttifakı’na atmanın peşine düşmüştür. Öte yandan hakim sınıf partileri arasında “çok özel” bir yeri olan Vatan Partisi’nin iki önemli kadrosunun partiden ayrılması dikkat çekicidir. Bu gelişme, Ankara’nın karanlık koridorlarında ve kulislerinde hakim sınıf partileri arasında yaşanan kapışma ve saflaşmanın son halini göstermektedir. Türk devlet geleneği ve Türk-İslamcı yapının bu dağınıklığı şüphesiz ki, derin bir sistem krizine işaret etmektedir.
Birleşik devrimci mücadelenin önemi
Hakim sınıfların içinde bulundukları krizi kullanabilecek ve bu krizden işçi sınıfı ve halkın yararına bir politika geliştirebilecek devrimci hareketin toplamdaki durumu bilinmektedir. Faşizmin her türlü saldırısına karşı devrimci hareketin direnişi değerlidir ancak yetmemektedir. Devrimciler gerçekçi olmak zorundadırlar.
Süreç devrimcilere her türlü grupsal kaygıdan uzak, birleşik-devrimci mücadeleyi örmeyi dayatmaktadır. Son olarak gözaltında kaybetme saldırısına karşı geliştirilen ortak pratik devrimci duruş bu anlamıyla örnek bir yerde durmakta ve yürünmesi gereken yolu göstermektedir.
Halihazırda HBDH güçlerinin “Faşizmi Ezelim, Özgürlüğü Kazanalım” kampanyası bu açıdan değerlendirilmelidir. Kuşkusuz birleşik duruş, mücadelenin her niteliği, her biçimi ve düzeyinde acil bir ihtiyaç ve zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.
Devrimci-demokratik güçler; demokrasi, özgürlük ve özgür bir gelecek mücadelesinde birleşik bir duruşu örgütleme bunu en geniş emekçi kitlelere taşıma göreviyle karşı karşıyadırlar.
Birleşik mücadele, devrimci-demokratik ve yurtsever güçlerin organik bir toplamının ötesinde işçi sınıfı ve emekçi yığınların arasında; Kürt ulusu ve azınlık milliyet ve inançlar nezdinde faşizme karşı yan yana, omuz omuza yürüme, birlikte mücadele etme kültürünü inşa etmelidir!
İşçi sınıfı ve emekçilerin değişik il ve bölgelerde süregelen direnişlerinin birleştirilmesini bunların köylülerin, kadın ve LGBTİ+ların direnişiyle buluşmasını hedeflemeliyiz.
Kuşkusuz bu uzun erimli, ısrarlı bir çabanın sonucunda gerçekleşebilecek bir hedeftir. Sözgelimi, devrimci güçlerin yurtsever hareketle yan yana duruşu şovenizme karşı bir barikat kurarken, Alevilerin, diğer direniş odaklarıyla etkileşimi ve dayanışması da güçlenecektir. Aslolan kitlelerin bugün pandemiyle birlikte derinleşen işsizlik, açlık ve yoksulluk vb. temel çelişkilerine dokunabilmektir!
Açık ki faşizme karşı zaferi ancak onun sömürü ve zulmüne maruz kalmış tüm toplumsal kesimlerin birleşik mücadelesiyle kazanabiliriz. Bunun içinde birleşmekten ve birlikte mücadele etmekten başka şansımız yoktur.
Her bölge ve alanda örgütlülüklerimiz kendi gerçekliğine uygun olarak birleşik mücadele tartışmaları ve pratik süreciyle nasıl ilişkileneceğine karar vermeli; sürecin bir parçası olmak ve üzerimize düşen sorumlulukları yerine getirmek temel yaklaşımıyla hareket etmelidir.
Birleşik mücadele güçlerinin hangi yol ve yöntemlerle yürüyeceğine ilişkin tartışması, ucu bağlanmış bir tartışma değildir. Her alanın özgünlüğüne göre de değişiklik arz edecektir. Bu bakımdan kitlemizin sürece katılımının sağlanması bu tartışmanın da zenginleşmesine de vesile olacaktır.
Faşizmi, işçi sınıfı ve tüm ezilen emekçi kitlelerin birleşik mücadelesiyle yenecek özgürlüğü kazanacağız!