GençlikMakaleler

Heybet Akdoğan | Toplumun Ve Toplumsallaşmanın Eleştirisi

Maddi dünya içinde yaşayan insanlar, hayatta kalabilmek için devamlı maddeyi bir başka maddeye dönüştürme pratiği içerisindedirler.

İnsanların üretmiş olduğu bu emek; insanları kendi iradelerinden bağımsız olarak bir araya getirir ve insanlar arasında birlikte yaşama duygu ve düşüncesini kanunlaştırır.

Hiçbir şekilde bilimsel bir uğraş gerektirmeyen bu kanun, doğanın nesnel koşullarında hep var olan tabiatın diyalektik yasasıdır. Bu yasanın yaşanılması ve anlaşılması için, insanların bireysel olarak değil de, toplumsal olarak emek sürecine girmeleri şarttır.
Doğada var olan her şeyin bir biriden bağımsız olmaması; evrenin ve evrimin tamamlayıcısı ve sürekliliğidir.

Tabiatta bulunan bütün canlı ve cansız varlıklar kolektif bir bütünlüğü oluşturmadığı müddetçe, doğanın evrimi tufanlar ve kaoslarla gelişir, nihayetinde yeniden yaşamın insanlıkla olgunlaşması asırları alan yeni tarihsel dinamiklerle çelişerek belirginleşir. Tarihte, bütün medeniyetlerin başlangıcı, dönemine özgü, toplumsal üretici güçlerin ve üretimin yeterliliğiyle oluşmuştur. Ve yine bütün medeniyetlerin yıkılışı, toplumların çoğunluğunun gerçek nitel ve nicel belirleyicisi olan kolektif üretimin bozulmasıyla ve bu bozulmayla üretim alanında artı değerin ortaya çıkmasıyla yaşanmıştır.

İnsanlık var olduğundan beri, mülkiyet ilişkilerinin toplumsallığı oluşturan tek etken olması, emek üreterek insanlığını başlatmış bireylerin bilimsel gerçeğidir. İlkel komünal (sınıfsız) toplumlardan, sınıflı (uygarlık) toplumlarına kadar, toplumsallığı başlatan ve oluşturan yapı her zaman üretici güçler ve üretim ilişkileridir. Üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin toplumsallığı belirlemesi, yazıyla tanışan insanlığı maddi dünya içinde sınıfsallaştırarak, toplumsal gruplara yani kimlikleştirmeye yönlendirmiştir.

Böylelikle başlayan etnik kimlikleşme, medeniyetle birlikte toplumların sınıfsal sorunlarına ve çıkarlarına göre şekillenen ideolojileri doğurmuştur. Toplumların üretimi büyüterek; iş bölüşümünü sağlamaları yavaş yavaş dağlı kabile hayatı yaşayan insanları düz arazilere göç ettirerek, pazar meskenlerinin kurulmasını ve böylelikle etnik kimliği kabile künyesine yazılı olan toplumların, pazar ekonomisiyle birlikte arz ve talebin temel belirleyicisi olan, halk ve ulus kimlikleşmelerine doğru yeniden ideoloji eşmelerine ve buna binaen yeni toplumsal formasyonlarla birlikte yaşamın akışını yönlendirmelerini sağlamıştır.

Gelişen pazar kentleri içinde, tefeci- bezirgan sistemiyle toplumların ideolojik mantıklarının önce düşünceyi sonra maddeyi esas alması; emekçi sınıflar ile tefeci-bezirgan sınıfları arasında uzlaşır pozitif olguların doğmasına neden olarak, toplumsal tarihin, sınıf savaşından uzaklaşmasına ve reformcu yönetimlerle ilerlemesine neden olmuştur.

Bu anlayış temelinde ilerleyen toplumsal yaşam, üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin toplumsal emek üretimini mekanikleştirerek, sınıfsız- eşitçi toplumsal özün parçalanmasına güç katmıştır. Böylelikle toplumsal diyalektiğin içeriği idealizmle dolarak toplumsal yaşamda mevcut olan tüm nesnel koşullar, metafizikle ilişkilendirilip, toplum bilincinde yaşam, doğaüstü güçle anlamlandırılmıştır.
Karl Marks: “Bütün üretici güçler içerisinde en büyük güç, devrimci sınıfın kendisidir.” Marks’ın bu sözü, toplum çekirdeğinin her zaman materyalist bir öze sahip olduğunu gösterir. Toplumlar geçmişten günümüze ezen sınıfın sistemleri içinde varlıklarını sürdürse de ve toplumun bilinci her ne kadar soyut ilahi bir varlığın egemenliği altında olsa da; toplumsal yaşamın karşılaştığı her tıkanıklık, toplum tarafından fark edilmese bile, materyalist bir isyana ve arayışa dönüşür.

Toplumsallaşma süreci içinde gelişen dünyanın çağlar boyunca yeni üretici güçlerle ve üretim ilişkileriyle tanışması, her çağla birlikte yeni toplumları ve toplumsal yapıları beraberinde getirmiştir. Tarihin ilerleyişiyle seyrelen emek-sermaye çelişkisi, üretimi üretim aracını kullanan insanların yapmalarına rağmen, üretimden elde edilen artı değerin ve artı değerle biçimlenen toplumsal yaşamın sınıfsal karakterinden dolayı; toplumu var eden insanları, yarattıkları toplumsal yaşama ve toplumsal değerlere karşı yabancılaştırmıştır. Fiziksel gücün sosyolojik güce  hâkim olması, toplumsal yapı içinde, artı değerle toplumda sivrileşen bireyi de tek başına çoğunluk olan insan topluluğuna karşı egemen kıldırmaktadır. İnsanlığın biyolojik oluşumunun, sosyolojik oluşumuna sınıfsal nitelik kazandıran bu durum; ilkel komünal toplumdan, uygar toplumlara kadar, toplumların neredeyse bir hücresi gibi birey ve toplum bilincinde nesnel bir çelişki olarak üremeye devam etmektedir.

Yaşadığımız emperyalist dünya sisteminde, toplumsal yapının pozitif bilimlerle süslenerek ilerlemesi ve modernleşmesi, artık toplumsal yapıları, toplumsal krizin eşiğine yaklaştırmaktadır. Toplumsal yapının ulaştığı kriz; emperyalist sömürge sistemi içinde toplumları devamlı olarak toplum üstü bir modele yönlendirmekte ve toplumlar tarafından gelişmişlik olarak algılatılan global ideoloji, toplumları toplumsuzlaşmaya doğru ilerletmektedirler. İnsanlığın hayatında üretim gücü olan toplumsallaşma, gittikçe tekelleşen dünya şekillenmesi içinde, üretici gücünü ‘postmodern yapılanma’ içinde harcayarak, sosyal tabiatını yozlaştırmakta ve toplumsal birlikteliğini sömürterek, sürüleşmektedir.

Toplumların sürüleşmesiyle dağılan ‘bütüne tabi olma’ yasası, toplumsal varoluşu yok ederek, toplumları burjuvazinin katılımcıları hâline getirmekte olup, ilerde oluşabilecek bütün toplumsal eylemleri ‘anarşist us’larla harekete geçirip, sınıf savaşımlardan toplumları uzaklaştırmaktadır. Burjuvazinin lehine sonuçlanacak ‘anarşist toplumsal eylemler’, egemen güçler tarafından kolayca proveke edilerek ve yönlendirilerek toplumları yine sömürücü politikalarla ve yasalarla özgürlük ve demokrasi arayışına sevk etmektedir. Oluşan bu toplumsal eylem olgusu, egemen güçlerin yeni sömürü politikalarının çeşitlenmesine zaman kazandırmaktadır.

Toplumsal yaşamda bilimsel sosyalizmin bilinmeyişi, tarih biliminin kehanetler ansiklopedileri olarak okunmasına neden olmakta ve toplumsal yaşamın yönlendirilmesinde, politik gücü elinde bulunduran iktidar güçlerinin toplum tarafından yeni “Heredot”lar olarak tanınmasına yol açmaktadır. Tarihin ve bugünün toplumsal yaşamında tarihsel maddeciliğin temel dinamik güç olduğu; toplumda eksik olan sınıf bilincinden dolayı bilinmiyor ve sezilemiyor.

Bu nedenle toplum tarafından tarihi materyalist geçmiş, mitolojik yanılsamalarla içselleştirilmektedir. Yaşanılan güncel hayat ise, ezilenlerin öyküleri olarak arabeskleşerek, tarihin tutanağında ‘varoş’ toplumların şeceresini kaydetmektedir. Toplumların yaşamak için sergilediği tüm eylemlerin, emek ve üretimle zorunlu birlikteliği, toplumların ve toplumsallaşmanın devamlılığı için değiştirilemez doğal bir kanundur. Üretimsiz bir toplum tasavvur edilemeyeceği gibi, yaşamak içinde kolektif emeğin devamlı maddeden maddeyi üretmesi, toplumların hayatı için zaruridir. Fakat kolektif üretim ve emeğin sınıflı toplumlar içinde eşitsiz; emek-sermaye çelişkisine göre arz ve talebi devamlı kılması, toplum içinde harcanılan kolektif emeci, bireysel sermayenin lehine göre üretmektedir.

Emek ve üretimin sınıfsal yasalarla toplumda yapısalcı bir işleve sahip oluşu, toplumsal sömürüyü, burjuvazi sınıfının eko-politik çıkarlarına göre istikrarlaştırmaktadır.

Toplumun ve toplumsallaşmanın kapitalist ülkelerden genişleyerek, evrensel emperyalizm boyutuna ulaşması, doğanın ve insanlığın maddecil hayat kaynağından beslenen toplumsal dokunun gün geçtikçe cansızlaşıp, insancıl ve eşitlikçi yaşam mücadelesini gerilettiğini bizlere çok acı bir şekilde göstermektedir.

Daha fazla göster

İlgili Makaleler

Başa dön tuşu