Tarihe doğru bakmadığımız takdirde bugünü görmek ve gelecekle ilgili öngörülerde bulunmak ve de yerli yerinde tavırlar geliştirmek mümkün olmaz.
Her türlü başarı ve başarısızlığın, kazanım ya da kaybedişin bir tarihi vardır. Toplumsal bir varlık olarak insanın ortaya koyduğu birliktelikler, örgütlenmeler, eylemler ve isyanlar da devrimci bir bakışla incelenmesi ve değerlendirilmesi gereken önemli birer mirastır. Bu mirasın bileşkelerinden biri de işçi sınıfı hareketinin tarihidir.
Çünkü bu hareketin geçmişi baskı, yasaklama, engelleme, katletme kadar başkaldırı, dayanışma, direniş ve zaferlerin de tarihidir. Bu sürecin dönemeç noktalarından birisi olan 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, işçi sınıfının kendi gücünü harekete geçirerek kitlesel bir şekilde sahneye çıktığı ilk büyük başkaldırı olma özelliğini taşımaktadır.
15-16 Haziran, baskı ve cendere altında tutulan, en temel demokratik hakları gasp edilen, düşük ücret ve güvencesizliğe mahkûm bırakılan, işbirlikçi sendikal yapılarla ayağına pranga vurulan işçi sınıfının, tüm bunlara isyan etmesi sonucu patlak vermişti.
Türkiye İşçi Sınıfının Sahne Alışı
1960’lı yıllarda işçi sınıfı, sayısız grev ve direniş gerçekleştiriyor, ancak bu eylemlilikler çoğunlukla, o dönem tek sendikal konfederasyon olan Türk-İş’in grev kırıcı tutumuyla karşılaşıyordu. Patronlar ve iktidarla işbirliği içerisinde olan Türk-İş, işçi düşmanı yasaları sessizce kabulleniyordu.
DİSK böyle bir süreçte kuruldu. Reformist revizyonist TİP’in kontrol ettiği DİSK kurulduğu 1967 yılından itibaren birçok işyerinde örgütlenerek yetki alıyor ve Türk-İş’e kıyasla daha iyi toplu sözleşmelere imza atmasının da etkisiyle de işçi sınıfı içinde gittikçe çekim merkezi oluyordu. Bu durum egemenlerin çıkarlarını tehdit etmesinin yanında Türk-İş’in işbirlikçi yönünü gittikçe daha görünür kılıyordu.
Dönemin hükümeti Adalet Partisi (AP) bu “tehlikeyi” önlemek için harekete geçti ve sendikal özgürlükleri ve grev hakkını kısıtlayan bir yasa tasarısı hazırladı ve CHP’nin de desteğiyle yasa meclisten hızlıca geçirildi.
DİSK’in örgütlü olduğu tüm işyerlerinde “Anayasal Direniş Komiteleri” kurulmasının ardından 15 Haziran günü işçiler hep beraber üretimi durdurma kararı aldılar ve protesto yürüyüşleri başladı. İlk gün 70 bin, ikinci gün 150 bin işçi yürüdü. İstanbul ve Kocaeli’de yoğunlaşan yürüyüşler, giderek kitleselleşti ve işçiler şehirlerin merkezlerine doğru adeta bir nehir gibi akmaya başladı.
Sendikal özgürlüklerini çiğnetmeyeceklerini sloganlaştıran işçiler, kanun geri çekilinceye kadar mücadele edeceklerini haykırıyor ve dönemin başbakanı Demirel’i istifaya çağırıyorlardı.
Hükümetin askeriyle, polisiyle yollara barikat kurması da kâr etmiyor, kitleler barikatları yarıp geçiyordu. Direniş karşısında çaresiz kalan hükümet, çok tanıdık bir yola başvurdu ve İstanbul ve Kocaeli’de sıkıyönetim ilan edildi, fabrikalar askeri denetim altına alındı.
Pek çok işçinin iş bırakma eylemine devam etmesine rağmen sendika yöneticileri sokaklardan çekilip ardından işçiler evlerine döndüklerinde ise cadı avı başladı. İşçi temsilcileri-önderleri, sendikacılar gözaltına alındı ve bir kısım işçiyle beraber tutuklandılar.
Bu direniş, günümüzün işçi sınıfı ve devrimci komünist hareketin mücadelesi açısından önemli dersler içermektedir.
Salgın Günlerinde Tarihsel Birikime Yaslanmak
Malum, neredeyse tüm dünya halen COVİD-19 ile mücadele etmeye çalışıyor. Salgın dünya ekonomisini sarsarken, Türkiye salgına halihazırda devam eden ancak egemenler tarafından yok sayılan ekonomik krizin tam ortasında yakalandı. Ve egemenlerin salgın fırsatçılığı işten çıkarma, kuralsız çalıştırma, iş cinayetleri olarak yansıdı.
Özellikle ilk bir ay, kriz fırsata çevrilerek üretimin/hizmetlerin durması-yavaşlaması bahane edilerek pek çok işçi işten çıkarıldı. “Esnek ve kuralsız çalışma” ve de “işsizlik fonunun yağmalaması” vb. söylemler egemenler tarafından daha yüksek sesle dile getirilmeye başlandı. Güya aynı gemideydik ama patronlar kendileri için korunaklı alanlarda kalabiliyorken işçiler işten atılmakta ya da üretim çarkının durmaması için feda edilmekteydi!
Salgından en çok etkilenen sektörlerden bazılarında kadınların oldukça fazla sayılarda istihdam edildiğinin ve de salgın sonrası “egemenlerin normali” örneklerinden biri olan evden çalışma pratiklerinin esasta kadınları etkilediğinin de altını çizmeliyiz. Karantina uygulamaları sırasında şiddete maruz kalan ve katledilen kadınların yanısıra çalışma yaşamında da kadınlar en zoru ile karşı karşıyalar. Örneğin salgınla mücadele döneminde öne çıkan sağlık çalışanlarının çok büyük bir kısmı kadınlardan oluşuyor. Benzer şekilde kuaför, güzellik salonu, cafe, temizlik vb. sektörler de kadın ağırlıklı.
Ancak yine her kriz bizlere de yeni mücadele dinamiklerinin yolunu açar. “Salgın dünyanın yükünü sırtlayanları daha görünür hale getirdi” derken kastettiğimiz de budur.
15-16 Haziran’dan Gezi Haziran’ına!
Dün işçi sınıfının kendiliğinden gelme hareketi 15-16 Haziranlarda doruğa ulaşmış ve bu gelişme bilinçlerde nasıl bir sıçrama yaratmışsa, bir başka Haziran’da “birkaç ağaç” vesilesiyle gelişen Gezi İsyanı’yla “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”ı bilinçlere kazıdı.
Gerek hakim sınıflar ve gerekse de işçi sınıfı, emekçiler, devrimci ve komünist hareket açısından hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Bundandır ki hâkim sınıflar her fırsatta, Gezi’yi ağızlarından düşürmediler. 15-16 Haziran’dan Gezi’ye uzanan çizgide egemenler kendilerine karşı gelişecek kitlesel isyanlardan korkar oldular.
Tam da bu nedenle içinde bulunduğumuz koşullarda egemenler salgını da fırsata çevirmek istemekte, kendi “normallerini” işçi sınıfına ve halka dayatmak istemektedirler. Tıpkı 15-16 Haziran’da işçi sınıfına dayatılan “sendikal örgütlenme ve grev yasağında” olduğu gibi, günümüzde de salgın tehlikesini ileriye sürerek işçi sınıfının ve halkın, kendi gerici-faşist uygulamalarına, faşist terörüne rıza göstermelerini hedeflemektedirler.
Mahallemize, sokağımızda, aynı otobüste, inşaatlarda, marketlerde, cafelerde… Bu yelpaze genişliğindeki ezilenleri, emekçileri, yoksulları fabrikalarda, alışveriş merkezlerinde, organize sanayi bölgelerinde, mahallelerde “salgından mı açlıktan mı ölüm” ikileminde bırakan düzenden hesap sormak, tıpkı 15-16 Haziran günlerinde olduğu gibi egemenlerin saldırılarına ve “yeni normallerine” karşı koymak için daha fazla gerekçemiz var artık.
Kaypakkaya atıfla 15-16 Haziran’a bakarak bu salgın ve kriz süreci şu ifadelerle yorumlanabilir; “…hem işçi sınıfı mücadelesinde hem de sosyalist harekette büyük ve önemli değişikliklere ve sıçramalara yol açtı.”
“… gerçek kahramanın gerçekten kitleler olduğunu gösterdi ve bütün bireyci küçük burjuva akımlara ağır bir darbe indirdi.” “…sıkıyönetim, en zor şartlarda dahi mücadeleye devam etmenin nasıl mümkün olabileceğini gösterdi.” “Büyük işçi direnişine katılan, sıkıyönetim şartlarında dahi mücadeleyi devam ettiren ve kitleler arasında çalışma pratiği olan arkadaşlar, büyük işçi hareketinden gereken dersi çıkardılar ve bu arkadaşların bilincinde bir sıçrama oldu.” (İbrahim Kaypakkaya, Bütün Eserler, s. 151)
İçinden geçtiğimiz salgın koşullarında Gezi İsyanı’nın 7. yıldönümünde hâkim sınıflar kendi normallerini işçi sınıfına ve halka dayatırken, bizler kendi normallerimiz olan 15-16 Haziranları, Gezileri hayata geçirelim.