- yüzyılın sonlarında yaşanan sanayi devrimi ile birlikte, manüfaktür üretimi büyük fabrika sistemine dönüştü.
Bu üretim biçimi kırdan koparılan kitlelerin mülksüzleştirilerek bu sistem içerisine dâhil edilmeleri, sınıf mücadelesinin yükselmesine de zemin oluşturdu. İşçileştirilen mülksüz kitlelerin çıkarları etrafında mücadeleye etmeye başlamaları modern proletaryanın doğmasını sağladı.
Kapitalizmin 1970’lerde yaşamaya başladığı kriz ile beraber yaşanan kar oranlarındaki düşüş ekonomik sistemdeki değişiklik tartışmalarını beraberinde getirdi.
1970’li yıllara kadar egemen olan Fordist üretim biçimi liberal ekonomik düzenlemeye bağlı olarak yerini, esnek üretim biçimi, esnek uzmanlaşma veya Post-Fordist olarak adlandırılan yeni üretim biçimine bıraktı. Artık işletmeler teknolojideki gelişmelere bağlı olarak küçük birimler halinde örgütlenmeye başladı.
Büyük Fabrikalarda çalışan işçi kitlesinin nicel olarak zayıflaması, burjuva ideolojisi tarafından, “elveda proletarya” sloganıyla işçi sınıfı üzerinde ideolojik bir saldırıya dönüştürüldü. Bu gelişmelerle, sınıfa dayalı bütün düşüncelerin ve örgütlenme biçimlerinin sona erdiği şeklindeki burjuva düşünceye de temel oluşturulmaya çalışıldı.
Karşı karşıya kalınan durum, işçi sınıfının ortadan kalkması değil, kapitalizmin yaptığı yeni iş bölümü ile beraber, eskisinden daha yaygın ve bütün dünya ülkelerini kapsayacak biçimde yeniden şekillenmesidir.
16’ıncı yüzyıldan 20’inci yüzyıla kadar gelen dört yüz yılda sermayenin işçileştirdiği, mülksüzleştirdiği ve disipline ettiği toplam insan sayısı 70 milyon civarında. 1900’den 2015’e kadar işçileştirilen nüfus 3,5 milyar. 1980-2015 arasında işçileştirilen nüfus ise neredeyse 2 milyar! Emperyalizm aşamasına geçişle büyük bir sıçrama yapan kapitalizmin işçileştirme hareketi, son 35 yılda ilk 80 yılında sağladığı gelişmenin bir buçuk katına ulaştı.
Ne teknolojideki gelişmeler ne de diğer olgular işçi sınıfının varlığını ortadan kaldırmamaktadır.
Teknolojik gelişmeler işsizliğe yol açsa da toplam olarak işçi kitlesinin nicel büyüklüğünde ciddi bir sıçrama yaşandığı görülüyor.
Emperyalist ülkelerde bazı sektörlerin ve yatırımların başka ülkelere kayması ve teknolojik gelişmeye bağlı olarak işsizlik ve istihdamda hizmet sektörünün payı artarken, bağımlı ülkelerde imalat ve hizmet sektörlerinde çalışan işçi kitleleri sayıca büyüyor.
Düzenli bir çalışma sisteminin yanında, part-time, geçici, mevsimlik çalışma, evde çalışma, uzaktan çalışma, taşeron çalışma gibi yeni düzensiz çalışma biçimlerinin hâkim hale geldiği görülüyor.
Mülksüzleştirilen kitlelerin işçi olarak istihdamı eskisi gibi “büyük fabrika, kitle üretimi, düzenli istihdam” temelinde değil, küçük ve orta ölçekli işletmelerde, yeni sektörlerde, özellikle hizmetler alanında ve düzensiz temelde gerçekleşmektedir. Bunlarla birlikte yapısal işsizliğin ve işsiz kitlesinin varlığı da proleterleştirme dalgasının ayırt edici tarafıdır.
Proleterleştirme dalgası, işçisi/işsiziyle çok katmanlı, parçalı, heterojen bir işçi kitlesini yaratmaktadır. Aynı mülksüzleştirme sürecine, kapitalizmi dahi aşan yüzlerce yıllık toplumsal mücadelelerin ürünü olmaları nedeniyle meta biçimi kazandırılması hayal dahi edilemeyecek kamusal hizmetlerin (ör. Sağlık hizmetlerinin), doğal varlıkların (ör. Su kaynaklarının) metalaşması eşlik etti.
Proleterleşen Sınıf!
Neo-liberal dönem ile birlikte küresel düzlemdeki birçok olgusal veri eşliğinde dünyanın ikinci büyük proleterleşme evresinde olduğumuz sıkça duyduğumuz bir değerlendirme. Bu proleterleşme dalgasının özelikle işaret ettiği nokta önceleri işçi sınıfı kapsamı dışında “ara sınıf” (orta sınıf tabakalar veya küçük burjuva unsurlar) olarak tarif edilen unsurların bu konumlarından uzaklaşarak proleterleşme sürecine girmiş olmasıdır.
Bu kesimler bir yandan neo-liberal politikaların sonuçlarına bağlı olarak mesleki açıdan vasıfsızlaştırılmakta, dolayısıyla işlerine yabancılaşmaktadır diğer yandan ise düz ücretli emekçi kategorisine güvencesizlik koşullarında dâhil olmaktadırlar.
Bu noktada “güvencesizlik” kavramının, kapitalizme karşı birleşik bir emek mücadelesinin olanağını taşıyan kesimleri bir araya getirebilecek kavramsal bütünlüğü bulunmaktadır. Her ne kadar güvencesizleştirme tartışması “orta sınıfın” proleterleşmesi meselesine sıkıştırılmak istenmese de bu konunun merkezi bir yer işgal ettiği açık.
Bu gerçek, statülerini kaybeden ve giderek yoksullaşan bu sınıfların toplumsal mücadelenin, direnişlerin önemli bir parçası haline gelmelerine zemin sunmaktadır. Ülkemizde, Gezi İsyanı, bu sınıfların yaşadığı sancılı değişimin ve yine bu sınıflarda biriken tepki ve enerjinin açığa çıktığı önemli bir sürece ev sahipliği yapmıştır.
“Elbette, bu direniş öncekilerden önemli farklar içerdiği gibi, başı çeken kesimlerin sınıfsal yapıları itibariyle de klasik bir işçi sınıfı isyanı görüntüsü çizmemektedir. Evet, olayın önemli bir boyutu “orta sınıflarla” (klasik deyimle küçük burjuvalarla) ilgilidir.
Ancak isyanın başını çeken bu “orta sınıflar” kaybeden orta sınıflardır, yani proleterleşen orta sınıflardır. Direnişin başını çeken bu toplumsal kesimler aslında işçi sınıfına yeni dâhil olmakta olan bir toplumsal tabakanın tepkilerini yansıtmaktadırlar… Yani bu “kaybetme” durumu sadece krize bağlı olan geçici bir durum değil, kalıcı bir sınıfsal pozisyon değişimidir” ( Yalçın Bürkev, “Gezi İsyanının başını çeken orta sınıf proleterleşen küçük burjuvazidir” sendika.org.).
Proleterleşen sınıfın üretim sürecindeki önemini giderek kaybeden ve yoksullaşan gerçekliği, onları emek hareketinin önemli bir parçası haline getirmektedir. Neo-liberal politikalar çerçevesinde üretim sürecini esnek, güvencesiz çalışma temelinde yeniden yapılandıran kapitalist sistem, orta ve küçük burjuvazinin, daha fazla yoksullaşmasını sağlamakta bu da bu kesimlerin dünden daha farklı ve artan oranda emek hareketine yakınlaşmasını beraberinde getirmektedir.
Beyaz yakalıların ücretlerinde yaşanan artış oranlarının giderek düşmesi ve sınıfla arasındaki farkın kapanma eğrisi, emek hareketinin bu kesimlere yönelik politikalar üretilmesini de gündeme getirmektedir.
Yaşamın Bütünü Kapsayan Örgütlenme!
Bilişim uzmanları, avukat, doktor, mühendis, plaza çalışanları vb. kesimlerin son on yıllık süreçte çeşitli biçimlerde karşımıza çıkan örgütlenme çabaları ve mücadeleleri de bir kısmını açmaya çalıştığımız gelişmelerin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Kapitalist-emperyalist sistemin teknolojinin gelişmesine paralel gündeme aldığı yeniden şekillenen üretim sürecinde söz konusu kesimlerin pozisyonlarını daha da kötüleşeceğini öngörmek mümkündür.
Kapitalizmin söz konusu yeniden yapılandırması ve üretim sürecinde teknolojinin daha etkin ve bütünlüklü kullanılması farklı katmanlardan çok sayıda kesimin giderek proleterleşmesini, işçileşmesini beraberinde getirmektedir.
Bu durum aynı zamanda devasa boyutlarda yeni işsiz kitlesini açığa çıkarmaktadır. Tam da bu nedenle yeni bir emek hareketinin yaratılmasında, bu “yeni” işsizleri hesaba katmayan bir yaklaşımın başarı şansı kalmamaktadır. İşsizleri de kucaklayan bir emek hareketi ise sadece işyerleri ile sınırlı ve geleneksel mücadele araçları ile yetinen bir hareket olmamalı.
Yeni emek hareketinin yaratılabilmesi için gelinen süreci en verimli şekilde değerlendirebilmek önemli bir yerde durmaktadır.
Emek hareketini yaratmak için tek tip eski yöntemlerin yeterli olmayacağı açıktır. Kapitalizmin karşısında yaşamın bütününü kapsayan topyekûn bir mücadeleye yönelmekten geçmektedir.
Bu mücadele ise sadece üretimden kaynaklanan sorunlar etrafında değil, yaşamın bütününde işçi/emekçilerin karşı karşıya olduğu sorunlar karşısında tavır alarak yaratılabilir. Dolayısıyla temel sorunlardan biri, yeni işçi kitlesini inceleyerek, burjuva ideolojisinin işçi sınıfına dayattığı bireyselleşmeyi aşan kolektif bir sınıf kimliğinin yaratılabileceği mücadele ve örgütlenme biçimlerini saptamaktır.