Erdoğan’ın liderliğinde MHP’nin ittifakı ve CHP, İyi Parti’nin destekleriyle terörle mücadele adı altında sınır içinde ve ötesinde sert bir savaş yürütülüyor. Ve bu savaş Kürt bölgelerinin dışında İdlib’de de yaşanmaktadır. Osmanlıcılık hayalleriyle örülse de iktidar için esas sorun Kürtlerdir. Şiddet sarmalıyla demografik müdahalelerle fiziki yapıyı dağıtmak yerleşik farklı etnik ve dinsel toplulukları Ermenilerin maruz kaldığı süreçteki gibi dağıtmak istiyorlar.
Bu radikal bir karardır. Farklı yollar iktidar için çözüm üretmedi. Mesela Bakur’daki Kürtler, tüm çabalara rağmen kontrol edilemediler. Bir yere kadar kültürel, mekansal ve tarihsel değerlerinden uzaklaştırıldılar. Asimilasyon, integrasyon ve toplumsal deformasyon anlamında çok ciddi yaptırımlara maruz kaldılar. Ama Kürt siyasetinin duruşu, uzun erimli mücadelesi ve kendi karakterini oluşturması toplumda bir değer yarattı. Bütün olumsuzluklara rağmen halk nezdinde siyasal bilinç, sivil ve askeri örgütlenmeler, etnik ve kültürel farklılığını sahiplenme ve savunma modundan uzaklaşılmadı.
Özellikle Başur ve Rojava’daki gelişmelerin Bakur’la etkileşimi adeta bir coğrafi ve ruhi birlik duygusu yarattı. Daha da ötesi buralar Bakur’un örgütsel, organizasyonel, güvenlik, siyasal ve kültürel havzası oldu.
Egemen devletlerin, Kürt coğrafyasında siyasal, askeri, hukuksal sınırları olsa da statüleri aşınmaktadır. Mesela Kerkük, Şengal, Kobani, Efrin’deki askeri müdahaleler, Kürt toplumsal hafızasında yeni kodlamalar yaratmıştır. Yine Kandil, Zagros, Şengal, Germiyan, Çiyaye Kurmanc’a kadar olan alanlar direniş ve varoluş simgesi olarak toplumsal bilince işlendi. Yine medya, iletişim ve mobilizasyon sayesinde toplumsal, kültürel, etnik bağlamda bütünleşme büyüdü. Ortak değerler güçlendi.
PKK’den PDK’ye YNK’ye değin farklı organizasyonlar olsa da her birinin askeri, diplomatik, ekonomik ve siyasal ilişkileri ve hedefleri Kürt düşün dünyasını, politik yapılanmasını canlı tuttu. Daha da ötesi Kürtlerdeki rekabet ve farklılık, çeşitli güçlerin onları, birbirlerine ve kendileri için kullanma niyetiyle ilişkilenmelerine neden oldu. Ancak bu adımları Kürtleri besledi. Petrol gibi bir stratejik kaynak, tarımsal ve madensel potansiyel, ABD’den AB’ye Rusya’ya Çin’e değin birçok gücü cezbetti, karşılıklı çıkar ilişkilerini güçlendirdi.
Kürtlerle müzakereden savaşa geçiş
Bekası açısından Türkiye’nin bölgeye müdahil olması kaçınılmazdır. İki ana yol vardı önünde. Ya Kürtlerle barış ve ittifak ya da Kürtleri ret ve inkar. Yakın dönem örneklerine bakılırsa aslında ilkin Güney ile ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi, Oslo ve İmralı’da PKK ve Öcalan ile görüşülmesi, ardından Rojava’yı temsilen Salih Müslim’in Türkiye’ye davet edilmesi gibi adımlar göstermektedir ki, barış yolu öncelikli tercihti. Ama Suriye’de oluşan konjonktür, DAİŞ, Nusra gibi radikal örgütler, Arap baharı ve İhvan siyaset anlayışı, Körfez ülkeleri ve global trend, ABD’nin teşviki gibi süreçler söz konusu olunca, Türkiye ikinci tercihin bekası için daha iyi olacağına karar verdi.
Yani Kürtleri kurumsal, zihinsel, askeri ve siyasi olarak dağıtabileceğini hesap etti. Özellikle demografik müdahaleler ciddileşti Şengal’de Ezidi Kürtleri katliam ve sürgünle dağıtıp yerlerine Sunni Arapları yerleştirme, Elbistan-Pazarcık, Malatya, Antep, Urfa, Cizre, Şırnak’a kadar olan hatta Arapları ekonomik, polisiye ve yaşamsal olarak teşvik etme, hemen güneyde Efrin, Ezaz, Kobani, Kamışlo, Derik’e kadar yine Arapları yerleştirip Kürtleri azınlık pozisyonuna sokma, coğrafyayı demografi ile bölme parçalama düşüncesi pratikleşti.
Elbet bunun için Arapların mülteci olarak Türkiye gelmesinde de sakınca görülmedi. MİT yönetiminde İslamcı güçlerin bir bölümü politik hesaplar için bir araca dönüştürüldü. İhvancı siyasetin açık yol haritası Kürt coğrafyası üzerinde inşa edilerek, Kürtleri dağıtma hesabı da haritadaki gizli planlardı.
Radikal İslamcı örgütlerin oluşması, şiddeti esas alması bu bağlamda desteklendi. Başur’daki siyasal kurumsal yapının, Bakur’daki demokratik birim, plan ve hedeflerin, Rojava’da vücut sistemin önlenmesi için bu örgütler yönlendirildi. DAİŞ bariz örnektir. Eğer başarılsaydı bu güçlerin, Bakur’daki Kürt yerleşimlerine, Zagroslar ve Kandil’de dahil konumlanmaları hedeflenmekteydi. Fizibilite çalışmaları da yapılmıştı. Kafkaslarda Gürcü ve Ermenilere, Ruslara, Zagroslarda Şiilere karşı cihat edecekleri bekleniyordu.
Baş müzakereci Öcalan ve PKK temsilcileri ile görüşme zorunluluğu Ama Erdoğan, Genelkurmay, diplomasi ve bürokrasinin derinlikleri, özcesi kurmay aklın kendi tarihini analiz edemediği görülüyor. Halbuki, Osmanlı’dan Mustafa Kemal’e ve günümüze değin hep demografi ile oynandı. Tarihin çeşitli dönemlerinde Rumlar, Azeriler, Pontuslular, Gürcüler, Dadaşlar, Türkmenler, Kazaklar, Malakanlar, Karapapaklar, Araplar, Afganlar, Yahudiler, Bulgarlar vs. Kürt coğrafyasına yerleştirildiler. Ama tutunamadılar. Tutunamazlar da. Ayrı bir çalışmanın konusu ama coğrafya mı kabul etmiyor, Kürtlerin hayat tarzı mı etkili, ekonomik geri kalmışlığın sonucu mu, başka nedenler mi, sonuçta dağıtılmak istenen Kürtler ise topraklarından kopmuyor.
Bakınız son yıllarda, ortam müsait olduğunda geri dönüşler de oluyor. Seçimlerde bile ne kadar güçlü çıktıkları, birlik oldukları ortaya çıkıyor. Askeri olarak da mümkün değil, demografik olarak Kürtleri eliminize etmenin pek mümkün olmadığı görülüyor.
Şimdi Erdoğan, Suriye’de savaşmazsa Mardin’de Şırnak’ta savaşacağını söyleyerek Kürtlerin ülkeyi böleceğini iddia ediyor. Oysa alternatif var. Eğer buralar da savaşmak istemiyorsa sorunu, içeride çözmesi lazım. Kürt hareketinin liderleri barış demokrasi, birliktelik yollarının tümünü açtılar. Sadece içerideki Kürtler değil Rojava ve Başur’daki Kürtler de bu olanağı tanıdı, barış elini uzattı. Hiçbir dolambaçlı yola girmenin gereği yok. Baş müzakereci olarak Abdullah Öcalan ve onunla çalışacak PKK temsilcilerinden oluşan bir heyet ile üçüncü ülkelerin gözetiminde müzakereler için zemin her zaman mevcut.
Barış yolu varken, İçişleri Bakanı’nın İmralı’da yangın çıktığını, PKK ve genel anlamda Kürt hareketinde kadınların katılım ve belirleyicilik paylarının yüzde 56 olduğunu, kültürel terörizm kavramını kullanması pek hayra alamet gibi görülmüyor.